1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Geliniz, Gündem Kazanına Bir Kepçe Daldıralım..
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Geliniz, Gündem Kazanına Bir Kepçe Daldıralım..

14 Ocak 2014 Salı 22:00A+A-

İç ve dış siyasette ve dünya ülke içi ve dünyadaki gelişmeler o kadar süratli geçiyor ki.. Herbirisine değinmek mümkün olmuyor.. Değinmeden geçmek de, geleceğe ışık tutulması açısından bir noksanlık oluşturabilir..

Bu bakımdan bu yoğun gündeme, bir kepçe daldıralım, bakalım; karşımıza ne çıkıyor:

*

’Mene, tekel, ufarsin..’ 

Zaman'dan A. Turan Alkan, 1 Ocak günü, 'Köy yanar, deli taranır..’ başlığıyla bir yazı kaleme almıştı. Alkan, Hükûmet’i eleştirirken, kendince değerlendirmeler yapıyor; ’Görünen o ki hükûmetin şu günlerde “dürbünî nazar”la, yani basiretle uzağı görücü tahliller yapacak hali yok..’ diyordu. Buna kimse bir şey diyemez, elbette..

Ama, sonra sözü öyle bir noktaya getiriyordu ki, izahını okuyucuya bırakalım.

Alkan, ’Ne söylenirse söylensin herkes fıtratının hükmünü icrâ edecektir; tarihin huzurunda herkes tartıya çıkar neticede..’ dedikten sonra sözünü şöyle noktalıyordu:

    ’Babil kralı Belşassar (Baltazar diye bilinir), bir ziyafet esnasında salonun duvarına gövdesiz bir elin “Mene, tekel, ufarsin” kelimelerini yazdığını görür ve mânâsını öğrenmek için Danyal Peygamber’i çağırtır. Danyal Peygamber’in yorumu şöyledir: “Mene: Sayılı günleriniz sona erdi, Tekel: terazide tartıldınız ve eksik bulundunuz...”

    Üçüncü kelimeye elim elvermiyor: Hafazanallah!’

*

Bu yazı üzerine, Ahmet Taşgetiren 2 Ocak günü, Star’da şöyle diyordu, özetle:

(…) Hedef Tayyip Erdoğan. Ne diyor Alkan? “Sonun Belşatsar gibi olur” diyor. Bu bir Yahudi efsanesi. “Elinin el vermediği üçüncü kelime”nin ne anlama geldiğini, gelin o efsanenin Tevrat’a yansıyan bölümünden okuyalım:

“Kral Nebukadnezar (Süleyman’ın mabedini yıkan Babil Kralı) ölmüş ve oğlu Belşatzar kral olmuştur. Yeni Kral bir ziyafet verir. Süleyman’ın mabedinden getirilen kutsal kase, kap ve malzemeler bu ziyafette kullanılır. Misafirlere bu kaplarla şarap ikram edilir. Şarap içilirken bir adam parmağı görünür; parmak hareket ederek duvara bir yazı yazar. Kral o kadar korkmuştur ki bacakları titremeye başlar ama duvarda yazılanı da okuyamaz ve ‘Bu yazıyı okuyup ne anlama geldiğini söyleyene hediyeler vereceğim’ der.

“Kralın tüm bilge adamları duvara yazılanı okuyamaz. Bunun üzerine Nebukadnazer’ın rüyalarını yorumlayan Hz. Daniel’i çağrılır. Daniel krala duvardaki yazı için şunları söyler: Şimdi sen, Nebukadnezar’ın oğlu, Allah’a karşı geldin. Kutsal kapları mabetten aldın; onlarla şarap içtin; altın, gümüş, tunç, demir, tahta ve taştan, görmeyen, duymayan ve hiçbir bilgisi olmayan putlar yaptın. Ve hayatını elleri içinde bulunduran yüce Allah’a hiçbir şey vermedin. Bunun için de duvara şunlar yazıldı: Mene, tekel, ufarsin. ‘Mene, Allah’ın emriyle krallığın sona erdi. Tekel, terazide tartıldın ve eksik bulundun. Ufarsin ise krallığın bölündü ve yarısı Medlere yarısı Perslere verildi.”

Neymiş üçüncü kelime “Ufarsin”in anlamı, ülkenin bölünmesi ve yarısının Perslere ve Medler’e verilmesiymiş.

Bu efsanenin bir ilavesi daha vardır: Kral Belşatsar o gece öldürülür.

Ve ilginçtir, Sovyet ihtilalinde Lenin’in adamları, Çar’ı öldürürler ve sarayın duvarına “Kral Belşatsar kendi köleleri tarafından öldürüldü” ifadesini yazarlar.

Ahmet Turan Alkan’ın “üçüncü kelime” ötesinde Belşatsar’ın akıbetine ilişkin bilgi de hatırından geçmiş midir bilmem. Ama, Tayyip Erdoğan düşmanlığını böyle Yahudi efsanelerinden ve intikamcılığından yola çıkan yorumlara götürmesi ibret-i alemdir.

29 Aralık tarihli Zaman’daki Abdullah Aymaz yazısında da örtülü biçimde “Tebbet okunması” tavsiyesinde bulunulduğuna şahit olunca, gerçekten bu öfke ve öfkenin sarıp sarmalandığı beddua çığırı karşısında şaşırıp kalıyorum. (…)  “Tebbet” Kur’an’dan bir kelime ve “Eli kurusun” anlamına geliyor, bu hitap Kur’an’da “Ebu Leheb”e yöneltiliyor. Ebu Leheb ise, o dönemde Hazreti Peygamber’e en acımasız düşmanlığı yapan bir kişi.

Ne oluyor şimdi, Başbakan’a böyle bir hitapta bulunmak mı tavsiye ediliyor? (…)’

*

Taşgetiren’in bu yazısından sonra, Alkan, 8 Ocak günü, ’Terbiye dairesinde zaruri bir açıklama’ başlığı altında bir açıklama yapıyor ve şöyle diyordu, özetle: 

 (…) On gün öncesine kadar “Ağabey” diye hitâb ettiğimiz, zevahiri halîm bir insan. (…) Bu kişi, bir süre önce, “Köy yanar deli taranır” başlıklı yazımın son paragrafını diline dolayarak (…)  beni, “Tayyip Erdoğan düşmanı” olmak, “Yahudi efsanelerinden ve intikamcılığından yola çıkan yorumlara” yer vermekle itham etti. Bu ithamı küçük bir kurnazlığa dayanıyor. Alıntıda mânâsını bilerek vermediğim “ufarsin” kelimesi “ülken, hükümranlığın bölündü” anlamına geliyor. Mezkûr kişi ise, paragrafın, iktibas etmediğim bölümünü okuyarak, “Başbakan’ın ölmesini temenni etti” mânâsını imâ etti (…)

Aynı gazetenin bir başka yazarı, bu yorumu çok elverişli bulmuş olmalı ki, “Sana ne oldu hoca, nasıl böylesine vahşi, pervasız ve gözü dönmüş bir varlık haline geldin” diyerek konuya dahil oldu;(…) Son olarak müstear isim ve resimle yazan bir internet yazarı, yağmur duasına çıkar gibi ölüm duasına çıktığımı ileri sürdü.

Takdir edersiniz ki bu ibareler eleştiri sınırını aşıyor; hedef gösterme ve tahrik mânâsına geliyor. (…) Yazdıklarım ortada. (…) Son olaylar esnasında gazetemin tutumunu genel istikameti itibarıyla doğru bulduğum için ayrıca vicdanen müsterihim. (…) bugün yazdıklarımdan yarın da utanç duymayacağıma inanıyorum. (…)’

*

Evet, şimdi, bu yazılanlara bakıldığında, konunun Taşgetiren ve başkalarıyla Alkan arasındaki basit bir kalem mücadelesi olmadığı anlaşılabilir. Alkan,  Gezi Hadiseleri sırasında yazdıklarında da, Hükûmet aleyhine yazabilmek için, ilginç aykırı yorumlar kaleme almıştı;  şimdi de onu aynı çizgisini sürdürüyor.

*

Geçmişte, siyasî iktidara karşı dile getirdiği, ’size destek veren bir cemaat veya hareketin sizden elbette talebleri olacaktır.’ gibi satırlarıyla da dikkati çeken Ali Bulaç’ın, 11 Ocak günü  Zaman’da‚ ’Allah’a şirk ve devlete şerik’ başlığı altında yazdıkları da ilginçti..

Bulaç, ’(....) Modern devlet, tarihi ve felsefi serüveni dolayısıyla Tanrı’ya meydan okumaktadır, yüce Allah kendine şerik (ortak) kabul etmediği gibi kendisi de şerik kabul etmez. (...) Devlet gerektiğinde gücünü gösterir, rakiplerini siyaseten katl ile tasfiye eder. Devlet, siyaset ve iktidarı kendi kelamî ve fıkhî mirasınızla sorgulamadan kabul ettiğinizde Allah için yakıştıramadığınız şenî’ bir sıfatı devlete de yakıştıramazsınız.

(...)   Üçüncü nesil İslamcıları, şerik tanımayan modern iktidar tuzağına “güçleninceye kadar laik düzende İslamî olmayan mevzuata göre yönetme” fikri düşürdü. Uzak İslamî ideal için yakın gayr-i İslamî mevzuata göre iş görme ruhsatı Müslüman’ı canavarlaştırır. Doğrusu şudur: Allah şerik kabul etmez, devletin ise toplumsal gruplar sayısınca şeriki vardır. Meşru bir hedefe meşru yollardan gidilir.’  diyordu.

*

Yeni Şafak’ta 10 Ocak günü Biz böyle anlamamıştık..’  başlığıyla yayınlanan yazısında, Hilal Kaplan da F. Gülen’in geçmiş yıllardaki konuşmalarından bir bölümü aktarıyordu:  

'Arkadaşlarımızın mevcudiyeti İslâm'ın geleceği adına bu işin garantisidir yani. Bu açıdan Adliye'de, Mülkiye'de veya başka bir hayati müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle ferdî mecburiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ünitelerde garantimizdir. İstikbâle yürümek için, sistemin püf noktalarını keşfedin. Hâlâ bu sistem devam ediyor. Bu sistem içinde arkadaşlarımız istikbâle yürüyeceklerdir. Öyleyse o sistemin püf noktalarını bilmeleri, keşfetmeleri, aşmaları lazım.

(...) İster Mülkiye'de çalışan arkadaşlarımız olsun, ister Adliye'de çalışan arkadaşlarımız olsun, herkes için söz konusudur bu. Müslümanların belli bir noktaya ve kıvama gelecekleri ana kadar bu şekilde hizmete devam etmeleri şarttır. Erken huruç diyeceğim çıkışlar yaparlarsa, dünya Cezayir'deki gibi başlarını ezer. Zayiata meydan verilmemeli. Bu açıdan bizim ister o dairede ister diğer dairede arkadaşlarımızı korunması çok önemlidir. (...)

Anayasal müesseselerdeki kuvveti cephenize çekmeden her adım erken. Kıvama ereceğiniz ana kadar dünyayı sırtınıza alıp taşıyabilecek güce ulaşacak ana kadar, o kuvveti temsil edeceğiniz şeyler elinizde olacağı ana kadar, Türkiye'deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki kuvveti cephenize çekeceğiniz ana kadar her adım erken sayılır.'

Bu cümleleri aktaran Hilal Kaplan, 1999’larda bu sözleri dinlerken bu sözlerin sahibi Hocaefendi’ye anne-babasıyla beraber çok dua ettiklerini hatırlatıyor;  ’Çünkü devlet, bizim gibi aileler için felâket demekti. İnançlarımızı, yaşama biçimlerimizi, kıymet hükümlerimizi suç addeden ve onları bertaraf etmek isteyen bir felâket. Özellikle Adliye ve Mülkiye'dekiler tarafından mağdur edilen, hakkını aramasının yolları hem siyasî hem de hukukî açıdan engellenmiş milyonların da aynı hissiyatını’   yansıttığını belirtiyordu.

Hilal Kaplan daha sonra ise, ’Türkiye’nin ilk defa kendi ayakları üzerinde duran, 'bizim çocuklar'ın kafalarına estiği zaman darbe yapamadığı bir ülke haline geldiği’  bir sırada, bu kez de ’bürokratik oligarşinin 'alnı secde görmüş'  olan şeklinin yüzünü gösterdiğine değiniyor ve ’İlk defa Müslimi, gayri Müslimiyle toplum biraz olsun özgürleştiği, rahat nefes aldığını hissettiği; uzun zaman sonra ilk defa Bosna'dan Arakan'a ümmetin duacısı olduğu Müslüman bir lider çıktığı’ bir zaman diliminde, böyle bir mücadelenin verilmesinde ’alnı secde görmüş bürokratik oligarşi’ eliyle verilmesinden dolayı, geçmişte, F. Gülen’in, 'Biz ülkemize karşı saygılı olmalıyız. (...) Beğenmiyorsanız beğenmeyin, fakat bir parlamenter şöyle böyle karalanamaz yani. Şöyle böyle kirli gösterilemez. Hele ülkenin başında, milletin başında ise. Hele Reisicumhur ise, hele Başbakan ise...' sözlerini de hatırlıyordu, eseflenerek..

Bir cemaatin intiharı..

Bekir Berat Özipek ise, 6  Ocak günü ‘Bir cemaatin intiharına şahitlik etmek’  başlığı altında, hurfikirler.com’da, Cemaat’ten bir muhatabıyla yaptığı konuşmaya işaret ediyor ve muhatabına, 'Tarihî bir hata içindesiniz ve bu ülkeye çok büyük bir kötülük ediyorsunuz.. Hem ülkeye, hem de kendinize..' dediğini hatırlattığını söyleyerek şunları yazıyordu, özetle:

‘Ben şimdiye kadar Gülen Cemaati'ne karşı kötü gözle bakanlardan olmadım. (...) Tersine, onları İslami kesimin ve yeni yükselen sosyal güçlerin en dinamik unsuru oldukları gerçeğine işaret ettim, içindeki pek çok ismi de nezaketi ve tevazuuyla tanıyıp sevdim. (...) Şimdi de somut pratik içindeki tutumlarına bakıyorum ve hakikate sadakat adına gördüğümü söylüyorum:

Çok ama çok yanlış bir yoldalar. Ve tuttukları yolun kendileriyle beraber hepimizi felakete götürdüğünü görmüyorlar. (…)

İnsanlık tarihi, büyük felaketleri beraberinde getiren vahim hataların tarihidir. Gülen Cemaati de şu son dönemdeki tutumuyla, hiçbir askeri rejimin veya devletin vermeyeceği zararı verdi kendisine. Darbe olsaydı, dershaneler kapatılsaydı, 'AKP'yi ve Cemaati bitirme planları' uygulansaydı bile, şu anki tutumuyla kendisine verdiği zararı veremezdi.

'İçerideyken göremezsiniz' derler. Şimdi ciddi bir saldırı altında olduklarına ve nefsi müdafaa yaptıklarına birbirlerini ikna ediyorlar. Kulakları o kadar kendi sesleriyle dolu ki, nasıl algılandıklarını görmüyorlar.

Kestirmeden söyleyeyim, artık yaygın biçimde 'hain' olarak algılanıyorlar.

Çağdaş yaşamcılar ve laik cepheciler zaten 'karanlık odak' gözüyle bakıyor onlara; bazıları da 'ABD ajanı' olarak. Muhafazakar ve İslami duyarlılıkları olan ve şimdiye kadar onlara ihtiyatlı bir iyimserlikle bakanlar ise artık onları 'hain' olarak görme yolunda.

'Birileri Amerika'da Erdoğan'ın kalemini kırmış, onlar da bunun işbirlikçiliğini yapıyor;' en yaygın algı bu. (...) Şimdiden sonra Gülen Cemaati için en az kötü olan, bu savaşı Erdoğan'a karşı kaybetmektir. Çünkü ona karşı kaybederlerse, en fazla bürokrasiden tasfiye edilirler. Ama ola ki Erdoğan'ı yıkmayı başarırlarsa, yeni gelenlerin döneminde evlerine gerçek anlamda ateş düşer. Tam da Fethullah Hoca'nın bedduasındaki gibi. Ve o saatten sonra yazılacak 'Erdoğan'ın ruhundan istimdat' şiirleri, 'keşke olmasaydı' belgeselleri için malzeme olmaktan öte bir işe yaramaz. (…)’

*

9 Ocak günü, Milliyet’te, K. Gürsel de, Hükümet-Cemaat’ geriliminde, şöyle yazıyordu:

“Gülen Cemaati, merkezi ABD olan küresel bir harekettir; dünyayı kavrayışı da küreselcidir. Bu hareket, yayıldığı dünyaya Türkiye’den değil, ABD’deki merkezinden bakar. ABD’deki merkezinin bekası, faaliyetleri ve konumu, Cemaat açısından stratejik önemdedir ve alternatifsizdir.

Türkiye, Cemaat’in çıktığı yerdir; onun en önemli insan kaynağı hala burasıdır ama bu hareketin menfaat algısı Türkiye bağlamını çok aşmış, küresel bir nitelik kazanmıştır. Bütün bunları kaydettikten sonra Cemaat’in gerçek ev sahibi olan ABD’yle ilişkilerini her türlü siyasi mülahazanın üzerinde tutup sakınacağını teslim etmeliyiz.

Dolayısıyla şu varsayımda bulunabiliriz: AKP hükümeti ABD’nin gözünde çok önemli bir dost ve müttefik olarak kalmaya devam etseydi, Cemaat de bu hükümetin bekasını zora sokacak çatışmacı hamlelerden kaçınırdı. (...)’

Evet, bu tesbitlere de bu kadarca değinip geçelim.

*

İlginç bir röportajdan...

Bu hengamede, Ortadoğu ve Türkiye konusunda, USA- Colombia Uni. Modern Arab Araştırmaları'  bölümünden Prof. Rashid Khalidî’nin görüşleri ilginç olabilirdi.. Nitekim, 21 Aralık 2013 günü Yeni Şafak’dan Büşrâ Sönmezışık’ın yaptığı bir röportajdan bir demet almaya çalışalım.

-(...) ’Ortadoğu'da Arap Baharı'ndan itibaren sıcak gelişmeler yaşanıyor. Mısır, Suriye başta olmak üzere bölge kaotik bir halde. Bu karışıklığın bölge üzerindeki etkileri nelerdir?

(…) İslam dünyasında son zamanlarda ne zaman bir başkaldırı olsa otoriter rejimler tarafından olabilecek en sert yöntemlerle bastırılmaya çalışılıyor. Bunu Mısır'da da Suriye'de de gördük. (…)

-Amerika Ortadoğu politikasında 11 Eylül (2001)'den itibaren farklı yöntemler geliştirdi. Bölgeyi sizce nasıl okuyor?

ABD İslam dünyası ile çok yakından ilgileniyor gibi bir görüntü verse de bu konuda çok da fazla bir bilgiye sahip değil. ABD'de de demokrasi başarılı bir şekilde uygulanmıyor. Soğuk Savaş sona erdikten sonra liderler, kişilerin haklarını kısıtlayarak bir nevi savaşa devam kararı alarak ilerleme yolunu seçti. (…)

-Arap Baharı için elzem öncelik yeni anayasalar oluşturulması. Kalıcı anayasalar için bölgede düzenli istikrar ve uzlaşı sağlanması şu durumda zor. Bu durum nasıl aşılır?

Mısır örneği bize gösteriyor ki anayasal süreci belli derecede bir fikir birliği (konsensus) olmadan inşa etmek çok zor. (…)

-1991 ve 1993'te Madrid ve Washington'da yapılan Arap-İsrail barış görüşmelerinde Filistin delegasyonuna danışmanlık yaptınız. Filistin üzerindeki en çarpıcı gözleminiz ne oldu?

(…) Amerika'nın bu konuda önyargılı olduğunu düşünüyorum. İsrail'in güvenliği hakkında saplantılı bir ilgileri var. Filistinlilerin güvenliği hakkında bir dikkatleri yok. İsrail (…) 65 yıldır bağımsız. Buna karşılık Filistinliler hiç karar verme yetkisine sahip olmadı, hiç kendilerini yönetmedi. (…)Barış süreci diye adlanan Camp David'den bu yana 35 yıldan beri bir barış yok ortada. Filistinlilerin durumu çok daha kötü hale geldi. 1991'de 2 yüz bin Filistinli zarar görürken bugün sayı 6 yüz bin. Eskiden Filistinliler Gazze'ye rahatlıkla girebilirken şimdi oturma izni alabilen dışında kimse giremiyor. Kudüs de durum aynı. Halk okula, doktora gidemiyor. (…)

-Türk dış politikasının etkinliği konusunda ne düşünüyorsunuz?

Türkiye adım atladı. Erdoğan hükümeti Ortadoğu'ya açılarak ekonomik gücünden ve tarih bağlarından yararlandı. Ekonomik yatırımları diğer ülkelerde büyük bir etki yarattı. Problem Arap Baharı ve Suriye krizinde başladı. Her problem kendi içinde yeni yöntemler gerektirir. (…) Mısır'dan Suriye'ye Suriye'den Irak'a hepsi farklı ülkeler. Hepsi farklı bir yön istiyordu. Türkiye bazı konularda çok doğru davrandı. Başlarda Tahran'la olan diyalog mesela bu çok akıllıcaydı. (…) Arap Bölgesi çok çetrefilli. Osmanlı İmparatorluğu dört yüzyıl boyunca gayet âdilane bir tutum sergiledi. (…) Ne yapacaklarını ve bölgeyi biliyorlardı. (...)

-Barack Obama'nın bir dönem danışmanıydınız. Obama ile Bush'u kıyaslarsak Ortadoğu politikasındaki en temel fark nedir?

Obama ve Bush arasında büyük bir farklılık var. Filistin konusunda değil belki ama onun dışında çok farklı. Öncelikle, Bush bölgeyi küresel savaş tehdidi olarak görüyordu. Bu da 11 Eylül (2001) olaylarından sonra askeri müdahaleyi getirdi. Bölgeyi Amerika tarafından domine haline getirdi ve bu büyük bir hata. Bush tarafından yapılan Afganistan ve Irak işgali özellikle korkunç bir hataydı. Obama seçildi çünkü müdahale konusunda kamuoyu düşüncesi kısmen de olsa değişti. Obama bölgede Amerikan gücünü kullanmama konusunda olağanüstü bir dikkat içindeydi. Libya'da Amerika operasyonda arkada kalmayı seçti, Suriye'de saldırıyla tehdit etti ve çekildi, İran'la bir savaşa girmek istemediği ise açık. (…)Obama İran politikasını değiştirdi. (…)

-İran ve ABD arasındaki buzlar erimeye başlıyor. En azından karşılıklı bir ilişki kuruluyor. Bundan sonra neler olabilir?

İran'a açılmalar başladı ancak başarılı olur mu bilmiyorum. Amerika'nın müttefikleri arasında buna çok karşı olan var. (…) Obama Bush'a göre önemli değişimler yaptı. Son yıllarda Amerika ve İran arasındaki düşmanlığın nedeni soğuk savaş ve Amerika'nın İran sabotajı. Türkiye'nin bu konuda duruşunu değiştirmesi akıllıca oldu. Türkiye politikasının daha esnek hale geldiğini söyleyebiliriz. (…)

-İslamofobi giderek artıyor. Özellikle medyanın dilinde ırkçılığa varan söylemler var. Bu artışın sebebi nedir?

Bir nedeni savaş. Amerika'nın Ortadoğu'yla, Müslüman ülkelerle savaşı. Amerikanları gönüllendiren bir sürü berbat stereotip var. (…ama,) Müslüman ve Ortadoğularla savaş ya da bir çatışma istemiyorlar.’

*

İslamî bir dışsiyaset mi ve nasıl?

Böyle bir değerlendirmenin arkasından, bir de A. Bulaç’ın 13 Ocak günü, Zaman’da, ’Dış Politika, yeniden..’  başlıklı yazısına bakabiliriz. Bulaç, Japonya gezisi sırasında Başbakan Erdoğan’ın, “Türkiye’nin bölgesel veya küresel güç olma gibi bir hedefi yok.’ dediğini belirterek, onun bu sözlerinin 2011’den bu yana takip edilen “hatalı, riskli ve gayri İslami dış politika”dan geri dönüş sinyalini verdiğini ileri sürüyor ve -özetle- şöyle diyordu:

Bu politika İslami değildi. Zaten İslami olsaydı “hatalı ve riskli” olmaz, bunca maliyetlere yol açmazdı. Kim ne derse desin, Türkiye, ikinci aşamada –fakat yanlış hesapla- Batılı müttefiklerini atlatarak Suriye’ye tek başına hükümran olmaya ve oradan bölgede Neo Osmanlı düzen kurmaya niyetlenince bir anda küresel güçler ve bölge ülkelerinin hedefi oldu. Bu bir “hırs”tı, milli emperyal(ist) bir projeydi, reel politik değildi ve elbette beklendiği üzere çöktü. Milli ve emperyal olan ahlaki de değildir. (…)

Hele de son 200 yılında, emperyalist dünyanın dayattığı dışsiyaset formülleri içinde hareket eden bir Osmanlı saltanatının ve son 90 yıldır da katı kemalist-laik bir rejimin temel çerçevesi içinde şekillenen bir dış siyasetin İslamî olabileceğine dair bir iddia zaten sözkonusu değilken ve edilmemesi lazımken..

Ve, izlenen dışsiyasetin İslamî olmadığı değil, esasen olamıyacağı ve olmasının da öyle kolaylıkla sağlanamıyacağı ortada iken.. İslamî bir politika’dan maksad, İslamın cevaz verdiği kadar imkanlar içinde bir diplomasi mi; yoksa, bütünüyle İslam’ın temel ölçülerine göre belirlenmiş bir diplomasi mi?

Bu gibi sorulara getirilecek izahları, sahi, nasıl değerlendirmeli? 

YAZIYA YORUM KAT