1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Geleceği Yenileyecek Söyleşiler
Geleceği Yenileyecek Söyleşiler

Geleceği Yenileyecek Söyleşiler

Aliya ile yapılan söyleşiler, İslâm dünyasına dair taşıdığı vurguların yanında 2000’lere kadar uzanan bir zaman aralığında kendisinin düşüncesinin ve mücadelesinin hangi soru(n)lar etrafında şekillendiğini görmeye de imkân tanıyor.

20 Ekim 2016 Perşembe 19:57A+A-

Asım Öz/Dünya Bülteni

Aliya İzzetbegoviç (1925- 2003), çağımızın en önemli birkaç İslâm düşünürü arasında sayılmaktadır. Kendisi Türkiye’de öncelikle Bosna Savaşındaki haysiyetli mücadelesiyle tanındı. Zaten adalet mücadeleleri ve bu uğurdaki fedakârlık örnekleri her zaman insanların daima kalplerini fet­hetmiştir.Gelgelelim daha evvel, 1946’da yazmaya koyulduğu fakat siyasi baskılardan dolayı ancak 1984’te Amerikalı bir yayıncı tarafından basılabilen Doğu ve Batı Arasında İslâm adlı eserinin Türkçeye tercüme edildiği de bir gerçektir. Fakat neredeyse hiç kimse onu bu eserine başvurarak tanımadı, zira Bosna mücadelesinden sonra bu eseri ve diğer eserleri bilinir ve tanınır oldu. Aslında bu kendisinin Saraybosna’da 25 Mart 1994’te Demokratik Eylem Partisi (SDA) toplantısında yapmış olduğu konuşmasını doğrulamaktadır. İzzetbegoviç, bu konuşmasında Bosna-Hersek meselesinin bir insanlık sınavı olduğunu belirtmiş ve şöyle demişti: “Bosna bir ahlak meselesidir, böylece de evrenseldir ve her insanı ilgilendirmektedir.” Gerçekten çok cefa çeken Bosna’nın direniş çığlığı gezegenin her tarafından duyuldu ve tüm gökyüzünü inletti. Bosna’yı diz çöktürebilmek için en az beş milyon bomba atıldı fakat Bosna tahammül etti ve acıya katlandı.

Söyleşilerin Niteliği

Aliya İzzetbegoviç’in kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplara bakmak bile bunu görmeye yetecektir. Hatta söyleşileri, onun mücadele ve düşünce hayatının bir özeti olarak değerlendirilebilir. Zira burada hem hayatı hem bir ahlakî mesele olarak Bosna mücadelesi hem de İslâm dünyası üzerine söylediklerini görmek mümkün. Bu yüzden de sadece söyleşileri İzzetbegoviç seçkisi olarak ele alınabilir. Söyleşilerinin bu niteliği, İzzetbegoviç’in fikri ve siyasi mücadelesini kavramaya dönük çalışmalarda onları öncelikli kaynaklardan biri haline getiriyor. Ayrıca söyleşilerin İslâm dünyasının geçmişi ve geleceğine dair birtakım vurgular taşıması yanında 2000’lere kadar uzanan bir zaman aralığında İzzetbegoviç’in düşüncesinin ve mücadelesinin hangi soru(n)lar etrafında şekillendiğini görmeye de imkân tanıyor.

Bosna’daki savaş insanlık tarihi açısından bir kırılma noktası oluşturduğu gibi Müslüman dünyası açısından da bir dayanışma ruhunun oluşmasına vesile olmuştu. Zira Bosna direnişi söz konusu olduğunda Fas, Mısır, Türkiye, İran, Suudi Arabistan, Pakistan, Malezya ve Endonezya olsun her tarafta, uyanma, dayanışma bir çeşit beraberlik süreci başlamıştır. İzzetbegoviç 10 Aralık 1994 tarihli bir söyleşisinde savaş halinin karşı konulmaz biçimde safları sıklaştırmaya katkı yapması noktasında şu açıklamaları yapacaktır:

Açıkça, Bosnalı Müslümanlara karşı yürütülen Bosna Savaşı, İslâm âleminde bazı önemli süreçleri başlattı. İslâm âlemi çeşitlilik arz eden oldukça durağan bir dünya. Farklı fikirler, etkiler ve ilgilerle bölünmüş olan geniş kitleleri aynı yönde harekete geçirmek zor. Ancak süreç devam ediyor ve bunu Bosna trajedisi başlattı.

Yine aynı konuda buna yakın bir tarihte; 21 Aralık 1994’te ise şunları söyleyecektir:

Gittikçe artan derecede bir bütünlük görüyorum. O, bu süreci hızlandırıyor. İnsanın bundan hem mutluluk, hem de üzüntü duyası geliyor. İslâm âleminin artan derecede dayanışmasını gördüğü için memnuniyet ve bunun, Bosna trajedisi nedeniyle gerçekleşmiş olmasından da üzüntü duymak gerekiyor. Gerçek birlikten çok uzak olmamıza rağmen, bu büyük felaket bizleri birleştirdi. İslâm âlemi, sadece denizler, ırmaklar ve dağlar değil; farklı menfaat ve etkilerle de parçalanmış durumdadır. Bunların tümünün aşılması hayli zor olacaktır. Bunun hiçbir zaman tam anlamıyla yerine getiremeyiz, fakat bu birlik için çalışmaktan da hiçbir zaman geri durmamamız gerekiyor. Her İslâm ülkesinin güvenliği ve kurtuluşu buna bağlıdır.

Şüphesiz böylesi bir duygunun ortaya çıkmasının altında yatan esas her şeyden evvel Bosna’nın düşmana karşı göstermiş olduğu ısrarlı direniştir. Kaldı ki Bosna, asırlardır büyük sınırda, dünyaların kesişme noktasında bulunmuş farklı bir mekândır; bu yönüyle İslâm dünyasının batıya doğru son, batıdan doğuya doğru ise onun ilk kapısıdır. Bundan dolayı İzzetbegoviç’in düşüncesinin alımlanmasının tarihinde Bosna direnişinin belirleyici bir önem arz ettiği son derece açıktır. İlk basımı Bosna Mucizesi adıyla yapılan konuşmalarını izleyen Tarihe Tanıklığım, Özgürlüğe Kaçışım, İslâm Deklarasyonu ve Köle Olmayacağızadlı kitapları, düşünürün sonraki yıllarda daha da tanınır olmasına katkıda bulundu. Türkçe okuyup yazanlar açısından, Aliya İzzetbegoviç’in düşünce metinleriyle siyasi konuşmalarının ve hatıraların yazılı izlerinin önemli bir kısmına erişilebilir olması, kendisi üzerine yapılan konuşmaları da çeşitlendirdi. Hakkında yazılan tezler ve kitapların toplamı bir elin parmaklarını kolay kolay geçmemiş olsa da son yıllarda bu daha da arttı. Bununla birlikte, sol çevrelerin kendisine belirli önyargılarla yaklaşmasından kaynaklanan tepkilerine kaynaklık eden sorgulanmaya muhtaç kitap bölümleri de bulunmaktadır.

Oysa Aliya İzzetbegoviç’i sadece belli parametreler üzerinden okumaya kalkmak büyük eksiklikleri beraberinde getirmektedir. Kendisinin iyi analiz edilebilmesinin yolu iyi tanınmasından geçer. Bilindiği gibi İzzetbegoviç, İslâmî uyanışın canlandığı ve çeşitli teşkilatlar aracılığıyla ortaya çıktığı bir dönemde yaşamıştır. Onunla aynı dönemde genelde İslâm âleminde, özel olarak da hem Balkanlar’da hem de Ortadoğu'da yeni İslâmî söylem ortaya çıkmıştır. Müslüman Kardeşler, Cemaati İslâmî gibi yapılar yanında, Muhammed İkbal, Seyyid Kutub, Muhammed Esed, Malcolm X, Fazlurrahman gibi düşünürler kendilerinden söz ettirmiştir. İzzetbegoviç’in, Kur’an’ın ve İslâm’ın hocalara bırakılamayacak kadar önemli olduğunu vurgulayarak İslâmî düşünceye vurgu yapmış olması bu gelişmelerden bağımsız ele alınamaz. Dahası, Doğu ve Batı gibi iki ideolojik, siyasi ve mekânsal bir ayrımın olduğu bir dünyada çözümü “üçüncü yol” olarak İslâm’da görmüş olması onun ayırt edici yönüdür. İzzetbegoviç’in Doğu ve Batı Arasında İslâm kitabının başlangıcında ifade ettiği amacı yani “Çağdaş dünya, uzun zamandır süregelen ve sonu kestirilemeyen kesin bir ideolojik çatışma içinde bulunmaktadır. Hepimiz aktif veya pasif olarak bu çatışmanın içine itilmiş bulunuyoruz. Bu dev karşılaşmada acaba İslâm’ın yeri neresidir? Bugünkü dünyansın Şekillenmesinde acaba İslâm’ın herhangi bir rolü var mıdır?” sorularının cevabını arama girişimi başka bir bağlamda halen güncel olma vasfını korumaktadır. Onun yönteminin ve düşünme tipinin (tarzının) anlaşılmasının yolu bu yaklaşımının bihakkın kavranmasını gerekli kılar.

Diyebiliriz ki, kendisi çağdaş İslâm düşüncesinin ve İslâmî mücadelenin vazgeçilmez duraklarından biridir. Peki, onun bu öncelikli konumunun sebebi nedir? Onu önemli kılan hususlar nelerdir? Burada ilk gençlik yıllarından itibaren faaliyetlerin ilham kaynağı İslâm düşüncesi olan İzzetbegoviç’in İslâmî bir düzenin kurulması ve bu bağlamda İslâmî uyanışın gerekliliğine yapmış olduğu vurgu hatırlanabilir. Zira kendisi fikri hayatının neredeyse tamamına yakınını bu ideal üzerine temellendirmiştir. İzzetbegoviç’e göre İslâm dünyası ciddi bir uyanışa muhtaçtır. Kendisi Hindistan’ın İngilizlerce işgal edilmesi ile başlayıp I. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar olan dönemi bir gerileme süreci hatta “İslâm'ın karanlık gecesi” olarak değerlendirir. Yıllarca tarihteki özne rolünü kaybetmiş olmanın etkisiyle İslâm dünyasının içinde bulunduğu bu uyku koması, ona göre kabul edilemez bir şeydir. Onun mevcut durumun eleştirisini İslâm ve Kur'an ile temellendirmesi ve İslâmî yeniden doğuşu, İslâm'a yeniden dönüş olarak özetlemesi kaydedilmelidir. O, temel problemi, öncüsü ve çağdaşı olan düşünürler gibi, İslâm'dan uzaklaşmak olarak belirlemiştir. Dolayısıyla İslâmî düzen tezini de İslâm’ın ana kaynağına dönüş şeklinde özetlemiştir. Gelecek için en etkili terkibi bununla gerçeklik kazandırabileceğimizi doğrulayan pek çok gelişmeye şahit oluyoruz.

Aliya İzzetbegoviç, Türkiye’de çokça konuşulan ve adından sıkça söz edilen bir isim. Gazetelerde, dergilerde ve sosyal medyada kendisine, yazılarına ve kitaplarına bolca atıf yapılmakta… Basit bir basın taramasıyla bile bunu test edebiliriz. İzzetbegoviç, 1990’lı yıllarda Türkiye’de tanınmaya başladı, vefatının ardından da olsa kitaplarının ve yazılarının önemli bir kısmı Türkçeye tercüme edildi. Bugün baktığımızda düşünürün külliyatının nerdeyse tamamının dilimize kazandırıldığını görüyoruz. Doğrusu bu ilgi ve alakaya karşın, düşünceleri yaratıcı tartışmalar doğurabilecek evsafta konuşulmuyor. İnsanın aklına ister istemez şu soru geliyor: Acaba Aliya İzzetbegoviç, Türkiye’deki ilgisini eserlerine mi borçlu, yoksa adının popüler olmasına mı? Hatta Batı dünyasına yakın olmasını bu tartışmalar bağlamında zikredebilir miyiz? Zira onunla aynı düşünceleri paylaşan isimler ona göre Doğuda kaldığı için olsa gerek sert bir şekilde açıkça yahut ima yoluyla eleştirilmektedir.

Olgunlaşmanın Başlangıcı

Her ne olursa olsun, Aliya İzzetbegoviç hakkında elde edilen bilgi, tek başına yüzeysel okumalardan ya da bağlamından koparılmış alıntılardan oluşmaktadır. Bu sebeple ne derece anlaşıldığı tartışmalıdır. Onu sıklıkla gündeme getiren çevrelerin önemli bir kısmı, nedense İslâm dünyasına dair eleştirilerini büsbütün göz ardı etmektedirler. Hatta sanki o bu konulara dair hiçbir şey söylememiş gibi davranmaktadırlar. Sözgelimi ona göre İslâm âleminin temel problemi, içerikten yoksun şekli bir dindarlığın yaşanıyor olmasıdır. Kendisinin “taşralı zihniyet” olarak gördüğü, bayağılık, şekli ahlakilik, riyakârlık, ferdiyetçiliğin ve özgünlüğün bastırılması, paranın gücü vb. bir dizi olumsuzluğun altında yatan esas sebep şekli dindarlıktır. Oysa olması gereken bunun tersidir. Şuursuz bir dini aidiyetten ziyade, hakikate ruhen bağlanmış insanların var olması gerekmektedir. Kaldı ki bu onun düşünce dünyasının erken dönemlerinden başlamak üzere karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Özgürlüğe Kaçışım adlı eserinde şöyle demektedir: “Şimdiye kadar başkaları sebebiyle uğradığımız zarar ve hüsranlardan bahsettik. Sıra kendi kendimize verdiğimiz zarar ve hüsranlardan bahsetmeye geldi. Bu bizim olgunluğumuzun başlangıcı olacaktır.” Olgunlaşmanın başlangıcını İslâm dünyasının ve düşüncesinin eleştirisi olarak gören İzzetbegoviç, bunu, İslâm tarihi üzerinden anlatır, İslâm’ın sosyal hayatta yaşanmamasını sorgular. Ona göre İslâm âleminde görülen kültürel, ahlakî her atılımın temeli, İslâm'ın ilk iki-üç nesli tarafından atılmıştır. Bunu takip eden her nesil, bu birikimden faydalanmıştır. Sonrasındaysa İslâmî anlamda her türlü üretkenlik azalmıştır. Dolayısıyla, bugün bir çıkış yolu bulabilmek için, İslâmî anlayışta köklü dönüşümün yaşanması bir gerekliliktir. Bu çerçevede sadece İzzetbegoviç’in dini nasıl kavradığına bakılması yeterli olacaktır: Ona göre İslâm Batı'nın değerlendirdiği gibi sadece bir 'religion (din)' değildir. O, aynı zamanda şekli ibadetlerle sınırlı bir ritüeller zinciri de değildir. Kendisinin bu pencereden dine bakışını yansıtması bakımından şu satırlar önemlidir:

Hayatı sadece din ve dua ile değil, aynı zamanda çalışma ve bilimle tanzim etmek gerektiğine inanan, dünya tasavvurunda ibadethane ile fabrikanın yan yana olması gerektiğine izin vermekle kalmayıp talep eden, insanları sadece terbiye etmek değil, aynı zamanda onların dünyadaki hayatını kolaylaştırmak gerektiğini düşünen ve bu iki hedefin birbirine kurban edilmesi için hiçbir sebebin bulunmadığı fikrinde olan kimse, o İslâm'a aittir.

Galiba onun kitaplarında yer alan aforizmalar basitçe yutuluyor. Ne var ki bu tavır, okunanları işlemek, hazmetmek ve anlamak için gerekli olan zorunlu düşünce fasılalarına riayet etmez. Okunanlara şahsi bir katkı sunmayan bu okumalar az çok yaratıcı bir fiil olmaktan son derece uzaktır. Galiba kalbin ve aklın uyum içinde olduğu günler henüz gelmedi, bu yüzden Aliya İzzetbegoviç’e ilişkin algı, objektif ve eleştirel bir değerlendirmeye muhtaç.

Gerçekçi İmkânsızlık

Hiç şüphesiz Aliya İzzetbegoviç’in hayatının değişik dönemleri detaylı olarak ele alınıp incelenmelidir. Zira her insan gibi o da tecrübelerinden hareketle birtakım neticelere ulaşmıştır. İnsanın hayatı bir bakıma yetiştiği dönemdeki şartlardan hareketle anlamlandırılabilir. Kendisiyle yapılan söyleşiler ise İzzetbegoviç’in düşünce ve hareket mirasının özeti mahiyetindedir. Türkçede yayımlanan söyleşileri merkeze aldığımızda bile bunu görebiliriz. Sözgelimi 1989’da yapılan ve Dünya ve İslâm dergisinde yer alan söyleşi gerek kendisinin, gerek Yugoslavya'nın ve gerekse dünyanın durumunun, şu ankinden oldukça farklı olduğu bir ortamda yapılmasına rağmen İzzetbegoviç'in düşüncesi ve kişiliği hakkında bir fikir verecek niteliktedir. Bu çerçevede şu satırları okumak yeterli olacaktır:

“Londra'da yapılan bir konferansta ben gelecekte yer alması gereken birleşik ve güçlü bir İslâm dünyası yönünde görüş sundum. Bunun oldukça cüretkâr, hatta "gerçekçi imkânsızlar" ("gerçekçi olalım, imkânsızı isteyelim") alanından mağrur bir görüş olduğunu kabul ediyorum. Konuşmamı bitirdikten sonra genç bir adam ayağa kalktı ve bana, kendisinin de bu görüşe oldukça sıcak baktığını, fakat onu gerçekleştirmek için herhangi bir yol bulamadığını söyledi. Benden böyle bir fikri gerçekleştirmenin şartları ve araçları hususuna, mümkünse, biraz daha açıklık getirmemi istedi. Tüm şartları değil, fakat en önemlisinin ne olduğunu bildiğimi, eğer arzu ederse bu sırrı kendisine verebileceğimi söyledim. Rica etti ve ben de ona açıkladım: Bu görüşe inanmak.”

Haksöz dergisinde yer alan “Aliya İzzetbegoviç ile Mladi Müslimani (Genç Müslümanlar) Teşkilatı” ve dolayısıyla Bosna-Hersek İslâmî hareketinin tarihi hakkında yapılan söyleşi başlı başına önem arz eder. Sead Trhulj'nin derleyip kaleme aldığı ve 1992 yılında Zagrep'te basılan Mladi Müslimani adlı kitapta yer almıştır bu söyleşi. Yeryüzü dergisinde yayımlanan mektup yoluyla gerçekleştirilen söyleşi başlı başına değerli… Soruların sıradan hele hele sudan olmadığını da belirtmeliyiz. Adnan İsmail ve Urim Poşka’nın Aliya İzzetbegoviç’e ilettiği sorular Demokratik Eylem Partisi (SDA), İslâmî uyanış ve İslâm düşüncesi gibi son derece önemli gündem maddeleri çerçevesinde yapılmıştır. Burada Ali Şeriati, Seyyid Kutub gibi isimlere yapılan atıflar dikkat çekmektedir. Söyleşi, şayet hayal diye horlanan ideallerden vazgeçilirse, işte o zaman tam bir belirsizliğe doğru yol alınacağının işaretleriyle dolu. Değil mi, uzak olan Mekke’ye yolculuk ilk adımla başlar, zorlu ve yavaş yürünecek olsa da, ilk adımları mutlaka atmak gerekiyor. Bir başka söyleşi ise Bosna’da Batının suskunluğu ve göz yumması altında gerçekleşen etnik temizliği anlatan Der Spiegel söyleşisi. Olaylar gösterdi ki, saldırılar insafsız bir hal aldıkça, şüphe götürmez şekilde, soykırımın, toplama kamplarının ve koyu ırkçılık biçiminin eşlik ettiği açık tecavüzler arttıkça, dünyanın tereddüdü arttı fakat “hür” dünya özgürlüğü savunmaktan acizdi bu yıllarda. Bu söyleşi, İzzetbegoviç’in Ljiljan, BH Press, The Times, Stern, Vecernje Novine, Globus, Oslobodenje, Dani, Vijesti, Borba, Voice of America, Slobodna Bosna ve el-Müctema gibi basın organlarında yayımlanan söyleşilerle birlikte okunduğunda Bosna mücadelesi ve direnişi çeşitli veçheleriyle kavranabilir. Bernard Henry Levy imzalı “Conversation avec Alija Izetbegovic”,[ Le lys et la cendre, Editions Grusset & Fusquelle, Paris, 1996, s.519-544.] başlıklı söyleşi ise Yeni Şafak’ta yayımlanmıştı. Bu söyleşiler dikkatli bir biçimde okunduğunda Batı dünyasının özellikle menfaatleri farklı olanların farklı roller oynamaları, bununla bağlantılı olarak da ilkesizliklerin ve seyirci kalma günahı şeklinde adlandırılması uygun düşen tavırları anlaşılacaktır.

Akif Emre’nin bir belgesel için yaptığı ve Umran dergisinde yayımlanan söyleşi ise Aliya İzzetbegoviç’in hayatı ekseninde bir medeniyetin, bir toplumun modern tarihini, imkânlarını ve dinamizmini ortaya çıkarmayı amaçlamasıyla onun portresinin önemli bir kısmını resmediyor. En olumsuz şartlarda bile umudu yitirmeyen, bir bütün olarak hayatın olumlu yanlarını görmek isteyen, bilge bir Müslüman prototipini kavramamıza katkı sunuyor. Bu söyleşi bize ayrıca, İslâm dünyasında Soğuk Savaş şartlarında ortaya çıkan lider tiplerinin tümünden ayrı olarak Aliya İzzetbegoviç’in, fikri derinliği, uzlaşma ile ilkelerine daima bağlılığını, diplomatik beceri ile askeri başarıyı şahsında nasıl birleştirebildiğinin ipuçlarını gösteriyor. Keza diplomasi, askeri durumun bir yansımasıdır.

Aliya İzzetbegoviç’in ilgi alanında o kadar çok olay, düşünce ve tasarı vardır ki, bunların ne zaman hangi vesileyle karşınıza çıkacağı belli olmaz. Çocukluğu, Genç Müslümanlar hareketiyle başlayan mücadelesi, Yugoslavya’daki sosyalist rejimin baskıcılığı altında yayımladığıve ''Müslüman Halkların ve Müslümanların İslâmlaşmasına Dair Bir Program'' koduyla özetlediğiİslâm Deklarasyonu, bu ülkenin dağılmasının ardından çıkan savaşta sergilediği mücadele, basiret ve uzak görüşlülük bunlardan bazıları.Geçmişe dönük değil, daha çok geleceğe dönük biri olmasından dolayı çok fazla kitap okuyan Aliya İzzetbegoviç, aynı zamanda İslâm dünyasında belli bir dönemde çok okunan kimi eserleri de dikkatle irdelemiştir, büyük hakikatlerin sadeliğini her daim hatırlatmıştır. Bunun için sadece temiz bir kalbin ve düzgün bir zihnin yeterli olduğunun farkındadır. Bundan dolayı, Saraybosna’da yazılmış olmasına rağmen İslâm Deklarasyonu, dikkatini Yugoslavya’ya değil, İslâm âlemine yöneltir. Kitabın ana fikri, “Müslüman kitlelerin imgelemini ancak İslâm’ın yeniden canlandırabileceği ve onları bir kez daha kendi tarihlerinin aktif katılımcıları olmaya muktedir kılabileceği”dir.

Aliya İzzetbegoviç Bosna Savaşı yıllarındaki örnekliğiyle de savaş hukukunda kayda değer birtakım adımlar atmıştır. Savaşan tarafların adil olması gerektiğini vurgulayarak, intikam duygularıyla yüklü bir takım politikaları şiddetle eleştirmiştir. Sırp milliyetçilerinin Boşnaklara yaptığı adil olmayan saldırıya karşı adil bir cevap vermiş, Boşnak ordusundaki kimi grupların intikam duygularını törpülemeyi başarmıştır. O, her şeyde olduğu gibi savaşta da adil olunması gerektiğini savunarak, uluslararası politikaya başka bir önerme sunmuştur.

Tarihi, imkânsızın gerçekleşmesinin hikâyesi olarak da değerlendiren Aliya İzzetbegoviç, Müslüman toplulukların ortak sorunlarının hayati bir süreklilikle belirlenmesini, bu sorunların giderilmesi için merhale merhale ekonomik, siyasi, kültürel nitelikte ulusları aşan kurumların oluşturulmasını önermiştir. İslâmî uyanışın hedefini İslâm'ın bireysel, ailevi ve toplumsal hayatımızın tüm alanlarında İslâm düşüncesinin yenilenmesi ve Endonezya'dan Fas'a kadar tek bir İslâm birliğini gerçekleştirmek” şeklinde açıklayan İzzetbegoviç, İslâm'ın gerileme ve pasiflik devrelerini İslâmî alternatifin yokluğuyla açıklar. Ona göre İslâm âlemi ya İslâmî yenilenmeye doğru hareket edecek veya pasiflik ve gerileme yönünde.İslâm toplumları için bunun dışında üçüncü ihtimal yoktur. Fikri içerikli söyleşileri bunun örnekleriyle doludur. Bu süreçte tek tek kişilere düşen ise çalışmak ve mücadeleyi sürdürmek, dahası bunu en iyi biçimde yapmaktır. Tarihi ise ancak Allah’ın yönlendirdiğinin şuurunda olmaktır.

İslâm coğrafyasının parçalanmışlığının insanların ortak irade ve çabaları sonucu giderilebilir görüşünü paylaşan İzzetbegoviç,, inanılmış bir ütopyanın, ütopya olmaktan çıkacağını belirterek Müslüman ülkelerin tek başına yaşadıkları problemlerin üstesinden gelemeyeceklerinin tekrar tekrar hatırlatma gereği duymuştur. Elbette beklenmedik olaylar hakkındaki bir hikâye olarak da tanımlanan tarihte hiçbir şeyin kesinliğinin ve garantisinin olmadığının farkındadır. Bu, büyük ölçüde ve çoğu kez öngörülemeyen bir faktörün olayların akışına müdahale etmesi yüzündendir. Bizler de aktif olursak, bu faktörlerden biri olabiliriz. Hangi neslimize nasip olur bilinmez fakat bizler bu sorumluluğu taşımak zorundayız. Bu durumda bir hakikati tekrarlamak gerekir: “Nasıl hak ediyorsak öyle, yani biraz hareketli, ilginç ama iyi bir gelecek Allah’ın izniyle bizleri bekliyor.”

Aliya, İzzetbegoviç’i rahmetle anarken, hem müstakil söyleşilerinin bir kısmının hem de Tarihe Tanıklığım ile Konuşmalar içerisinde tümüyle yahut parça parça yer aldığını belirtelim. Bu açıdan söyleşiler, düşünürün diğer kitaplarını kavramak için bir başlangıç teşkil edeceği gibi canlı tartışmalara yol açarak yeniden düşünme eylemine katkı yapacağını söylemek abartılı bulunmamalıdır. Bunun için hem cesarete hem ferasete muhtaç olduğumuzu belirterek, onun şu çıkarımını bir kere daha hatırlayalım:

Kur’an, imtihan ve sıkıntıların, insanları ve halkları güçlü kıldığını bizlere öğretiyor. Kur’an, keza sıkıntıların sonrasında da ferahlığın geldiğini hatırlatır.

 

HABERE YORUM KAT

1 Yorum