1. YAZARLAR

  2. Sedat Laçiner

  3. EMASYA fiili darbe protokolü
Sedat Laçiner

Sedat Laçiner

Yazarın Tüm Yazıları >

EMASYA fiili darbe protokolü

02 Şubat 2010 Salı 12:33A+A-

Son dönemde bir yandan darbe planları gündemden inmezken, diğer taraftan şaşırtıcı bir şekilde askeri, sivili pek çok kişi Türkiye’de askeri darbeler döneminin kapandığını, bundan sonra hiç kimsenin darbe yapamayacağını iddia ediyor. Bu iddia sahiplerinin iddialarına en önemli dayanakları ise uluslararası konjonktrün değiştiği ve artık Soğuk Savaş yıllarında yaşamadığımız gerçeğidir. Belli ki bu görüşte olanlara göre ABD’nin istemediği bir durumda Türkiye’de darbe olamaz. Türkiye’nin kendine özgü dinamiklerini neredeyse yok sayan ve bir yönüyle de Türkiye’yi çok ağır bir şekilde aşağılayan bu bakış açısı bizleri büyük yanılgılara ve felaketlere götürebilir. Çünkü Türkiye’de askerin siyasete müdahalesinde uluslararası şartlardan çok, Türkiye’ye özgü dinamikler etkilidir. Elbette Soğuk Savaş, Amerikan müdahalesi vs. gibi kolaylaştırıcı dış unsurlar olmuştur, ancak Menderes ve arkadaşlarının idam edilmesi gibi suçlarımızı salt dış nedenlere yükleyerek bu işin sorumluluğundan kolay kolay kaçamayız.

Darbe geleneğimizdir!

Artık kabul etmeliyiz ki bizde darbecilik bir adettir, eski bir Türk geleneğidir. Bu ülkede devlet başkanlarını kendi askerleri eliyle devirmek, onlara hakaret etmek ve hatta onları eziyetler içinde öldürmek adettendir. Daha 17. yüzyılın başında II. Osman (Genç Osman) Yeniçeriler tarafından işkenceyle katledilmiştir. Aynı şekilde Yeniçeriler’e alternatif olarak Nizam-ı Cedid (Yeni Düzen) ordusunu kurunca 1808’de III. Selim de kendi askerlerinin çıkardığı bir isyanda katledilmiştir. Her iki padişah da kendi askerleri tarafından bizzat boğularak öldürülmüştür. Yerine gelen II. Mahmud’un ilk işi de Nizam-ı Cedid ordusunu Sekban-ı Cedid olarak yeniden kurmaktır. 3.000 yeniçeriyi kılıçtan geçiren padişah, kendi ordusuna karşı galip gelemeyince 18 yıl boyunca kendisine dayatılan dengelere göre ülkeyi yönetti. Ta ki 1826’de tarihte Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay) olarak bilinen Yeniçeriler’in dağıtılıp yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı yeni bir ordunun kurulmasına kadar. 1876’da ise bugünküne çok benzer tarzda modern bir darbe ile başkentte yönetim el değiştirmiştir. Osmanlı’nın son dönemindeki en güçlü padişahı sayılan II. Abdülhamid de darbe kurbanlarındandır. 27 Nisan 1909’da İttihat ve Terakki padişahı devirmiş, yerine V. Mehmet’i getirmiştir. Bundan sonra artık idare tamamen askerlerdedir. Enver, Cemal ve Talat paşalar devlet başkanını kukla haline getirmiş ve darbelerini kalıcı kılmışlardır.

Osmanlı’dan kalan bu mirasın Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte ortadan kalkmadığı görülür. Cumhuriyet’in ilk döneminde neredeyse tüm kritik makamlar askerlerin elindedir. Atatürk sivil-asker ilişkisinde denge kurmaya çalışmıştır, ancak bunu yeterince başaramadığı açıktır. Kendi döneminde ve İnönü döneminde dahi askerin memnun edilmesi ve rakip olabilecek kişilerin askeriyeden uzak tutulması önemli bir görevdir. Nitekim bunu başaramayan Menderes Hükümeti bunun bedelini çok ağır bir şekilde ödemiştir ve Başbakan ile iki bakanı hakaretler edilerek, tıpkı Osmanlı padişahları gibi katledilmişlerdir.

Öz aynı yöntem farklı

Bundan sonra da gelenek hiç bozulmadan bugüne kadar devam etmiştir. 12 Mart 1971’de muhtıra ile hükümet değiştirilmiştir, 12 Eylül’de Ordu, ülkenin üzerinden tank paletleriyle geçmiştir. 28 Şubat (1997) ise post-modern darbe olarak tarihe geçmiştir. Bu tabloya bakıldığında Türkiye’de askeri darbeler döneminin bittiğini düşünmemizi gerektirecek herhangi bir gelişme olmamıştır. Darbecilik kültürü, toplumda ve kurumlarda son derece diridir ve güçlüdür. Darbe yapmak isteyen askerler de vardır, onları destekleyen kitleler de. Şartların değiştiği doğrudur, ancak değişen şartlar darbeler dönemine son verecek bir güce değil, darbenin şeklini değiştirebilecek bir etkiye sahiptir. Başka bir deyişle darbenin araç ve yöntemleri değişebilir, ancak özü değişmez. Nitekim bu durumu az çok 28 Şubat döneminde Türkiye bir kez daha tecrübe etmiştir. Geçmişte muhtıra veya darbe ile hükümetler yıkılırken, bu kez çeşitli tehdit ve oyunlarla hükümet devrilmiş, yerine darbecilerin isteklerine uygun bir yönetim getirilmiştir.

Türk ordusu demokrat mı?

Görülmektedir ki 28 Şubat’ta darbenin araçları bizzat tank paletlerini kullanmaktan çok, önce paletleri Sincan sokaklarında yürütüp, ardından ortaya çıkan ürkütücü ses ile basını, yargıyı ve siyasileri korkutarak onlara iş yaptırmak olmuştur. 28 Şubat’ın üzerinden sadece 13 yıl geçmiştir ve bu süre zarfında da çok sayıda darbe hazırlığının yapıldığı anlaşılmaktadır. Hatta Hilmi Özkök yerine başka bir general Genelkurmay Başkanı olsaydı yukarıda saydığımız listeye balyozunu, kafesini vs. yeni darbeler olarak eklemek mümkün olabilirdi. Bu şartlar altında bazı askerlerin çıkıp “biz darbeye karşıyız, bu kelimeyi kullanmaktan dahi hicap duyarız” demesi memnuniyet vericidir, ancak yeterli değildir. Defalarca bu felaketi yaşamış bir ülkenin yalnızca kelimeler ile yetinebilmesi düşünülemez.

‘Darbeler dönemi bitti’ şeklindeki şehir efsanesinden daha yaygın olanı ise Türk ordusunun özünde demokrat olduğu yalanıdır. Hiçbir ordu özünde demokrat olamaz. Bundan dolayıdır ki Roma Hukuku’nun önemli kurallarından biri de hiçbir askeri birliğin başkente silahları ile girememesi olmuştur.

Roma döneminde ordular Rubicon Nehri’ni (hattını) geçemezlerdi. Böylece Roma hukuku, olası bir askeri darbeyi önlemiş oluyordu. İ.Ö. 49’da J. Sezar bu kuralı ihlal etdip askerleriyle başkente girdi ve Roma’da cumhuriyete son verip, kendi imparatorluğunu kurdu. Bundan dolayıdır ki takip eden yüzyıllar boyunca aklı başında devletler, silahlı güçleri siyasi güce fazlaca yaklaştırmamaya, askeri siyasete sokmamaya özen göstermişlerdir. Bundan dolayıdır ki Samuel P. Huntington, “eğer bir ülkede meclisin etrafı askeri binalar ile kuşatılmış ise o ülkede darbe ihtimali çok yüksektir” demiştir. Bugün Ankara’da TBMM’nin etrafı fiziki ve fikri olarak adeta kuşatılmıştır. Bugün görev başında olan generaller, ne kadar iyi niyetli ve vizyon sahibi olursa olsun, tarihi akışa meydan okuyabilmek kolay değildir. Kurumlar ve toplum bir anda kendisini reddedemez. Silahlar Rubicon’un gerisinde bırakılmadığı sürece o hat aşıldıktan sonra geri dönüş mümkün değildir. Bundan sonrası darbedir, iç savaştır, felakettir. Bundan sonrasında cumhuriyet ve demokrasi de olamaz. Cumhurun yönetiminin sık sık kesildiği bir yerde, meclisin silahların gölgesinde çalıştığı bir ülkede ne demokrasi ne de cumhuriyet yaşatılabilir.

TBMM fikren ve fiziken kuşatılmış

Bu gerçeklere rağmen siyaset bilimcilerimizin bir kısmı Türk ordusunun aslında ülkeyi yönetmek istemediğini, darbe yaptıktan kısa bir süre sonra iktidarı sivillere bıraktığını öne sürerler. Darbelerden hemen sonra seçimlerin geliyor olması da delilleridir. Oysa bu iddia en hafif tabirle koca bir yanılsamadır, gerçekleri görmek istememektir. Hiçbir askeri darbeden sonra asker kışlasına çekilmemiş, başkentte yeni kışlalar açmış, siyaseti sindirmiştir. 27 Mayıs’tan sonra Meclis idamların gölgesinde yeniden açılmıştır ve Meclis’te darbeyi eleştiren tek konuşma yapılamamıştır. Oysa 17. yy. İngiltere’sinde darbe ile işbaşına gelen ve kraliyete ara veren Cromwell öldükten sonra başı gövdesinden ayrılmış ve ibret olsun diye parlamento kapısında sallandırılmıştır. Böylece asıl iktidarın kimde olduğu gösterilmiştir. Elbette 27 Mayısçıları cezalandırmak için onlar kadar vahşi olmak gerekmezdi. Ancak Menderes, Polatkan ve Zorlu’yu kimsenin açıklayamadığı bir gerekçe ile idam edenleri yargılamak gerekirdi. Bu yargılamayı yapması gereken yer ise TBMM olmalıydı. Ne var ki Meclis idamlar ile sinmiş, siyasiler canlarının derdine düşerek darbecileri fikri olarak dahi yargılayıp Meclis önünde fikri idamlarını gerçekleştirememişlerdir. Bu sinmişliğin sembol ismi ise Süleyman Demirel’dir. Defalarca başbakanlık yapmış, cumhurbaşkanı olmuş bu siyasi için darbeler bir kader, darbeleri önlemenin en iyi yolu ise askere itaattir.

Asker hiçbir zaman kışlaya dönmedi

Türkiye’de darbeciler sadece Meclis’i sindirmekle kalmamışlar, polis, MİT, yargı, medya, üniversite, ekonomi, sivil bürokrasi ve hayatın diğer tüm alanlarını da sindirmişler, bunların kontrolünü kendi ellerine almışlardır. Hatta yaptırdıkları seçimlerde dahi çok sayıda asker ve darbe sempatizanı aday olmuştur, seçtirilmiştir. Halka ve siyasete sürekli olarak “40 satır mı, 40 katır mı” seçimi dayatılmıştır. Her darbe sonrasında anayasa ve yasalar değiştirilmiş, yasaların çeşitli yerlerine darbeleri meşrulaştırıcı ve kalıcı hale getiren maddeler serpiştirilmiş, ayrıca yeni kurumlar ihdas edilmiştir. Artık darbecileri yargılamak mümkün olmadığı gibi, onları ve fikirlerini savunacak kural ve kurumlar da vardır. Bundan sonra darbe yapmak değil, darbelere karşı çıkmak vatana ihanet ve rejime karşı çıkmaktır. Böylece darbeler kurumsallaşmış, meşrulaştırılmıştır. Bunun için kanıt aramaya gerek yok, elimizdeki anayasa, yasalarımızın pek çoğu, AYM gibi pek çok kurum 27 Mayıs ve 12 Eylül’ün ürünüdür. Emasya, Batı Çalışma Grubu gibi pek çok düzenleme de 28 Şubat’tan yadigârdır. Türkiye’de siyaset öylesine sinmiş ve korkmuştur ki darbeler arası dönemlerde, darbe yapmaya ihtiyaç kalmadan hükümetler ve meclisler ordunun neredeyse her talebini çoğu kez tartışmadan yerine getirmişlerdir.

Bu tablo içinde darbeler döneminin bittiğini söylemek mümkün değildir. Türkiye’deki yasal ve kurumsal yapı darbelerin ürünüdür ve bunlar yerli yerinde durduğu sürece fiili darbe devam edecektir. Fark etmesek de, bilinçsizce içselleştirmiş olsak da kesintisiz bir darbe düzenini yaşıyor. 2002’den bu yana yaşanan canlı tartışma ortamı yanıltmasın, şu ana kadar sadece darbenin şiddeti değişti, kendisi değil. Asker kışlasına dönmüş değil, aksine siyasetin ve hayatın tam üzerinde oturuyor. Fakat Türk siyaseti, üzerinde oturulmaya öylesine alışmış ki darbelerin ağırlığını çoğu kez hissetmiyor bile. Son söz olarak Balyoz, Kafes, Sarıkız gibi planlar Türkiye’de olmayan bir darbeyi yapma planları değildir. Bu çabalar Türkiye’deki darbe düzeninin derecesinden memnun olmayanların daha ağır bir darbe özlemlerinin yansımasıdır. Türkiye’de darbeler dönemi kapanmıştır diyebilmeyi çok isterdim, ancak bu dönem kapanmış değildir. Belki kapanan Balyoz, Kafes gibi gelenekselleşmiş darbeler dönemidir. Bunca değişen dünyada müsaade edin de Türkiye de bu kadarcık olsun değişmiş olsun.

STAR

YAZIYA YORUM KAT