1. YAZARLAR

  2. Uğur Kömeçoğlu

  3. Dil sömürüsü, şiddet övücülüğü
Uğur Kömeçoğlu

Uğur Kömeçoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Dil sömürüsü, şiddet övücülüğü

06 Haziran 2011 Pazartesi 07:42A+A-

Nuray Mert Kürt meselesi için: “Bugün bu meseleyi daha açık konuşabiliyorsak bu kimsenin lütfu değil, sol siyasetin ve Kürt siyasal hareketinin ve onca fedakârlığın sonucudur” diye yazmış. İsimler o kadar önemli değil, şahısları eleştiri hedefine koymak da istemiyorum. Bir dili, bir yaklaşımı, bir üslubu incelemek istiyorum. Çünkü bu yaklaşım, birçok aydın tarafından paylaşılan bir iddiaya dönüştü. Öncelikle sorulması gereken şudur: Burada bahsedilen fedakârlıklar arasında ölmek ve öldürmek de var mıdır? Bu şekilde yüceltilen “daha açık konuşabilme” pratiği için 40 bin kadar kişinin kanı sel olup akmalı mıydı? 1984 nerede 2011 nerede? Sivil itaatsizlik için biraz geç kalınmadı mı? Bunun için kandan irinden deryalar aşmak mı gerekiyordu? Elbette varsa gerçek bir sivil itaatsizlik, devam etsin. Ama ölmek ve öldürmek ne zamandan beri fedakârlık olarak tanımlanmaya başlandı? Ölümler yukarıda övülen sürecin bir parçası değil miydi? Bu şekilde düşünenler, ülkede son 8 yıldır bir CHP-MHP koalisyonu olduğunu farz etsin.

AK Parti’nin hiç mi katkısı yok?

Acaba “bugün daha açık konuşuyor olabilecek miydik?” Yoksa tek stratejisi her iki taraf için militarizm olan bir ülkede yaşamaya devam mı edecektik? Mevcut iktidar olmasaydı, Baykal’ı tasfiye eden derin güç Kılıçdaroğlu’na ihtiyaç duymayacaktı ve biz Kürt kelimesini bile “kullanamayan” bir CHP görmeye devam edecektik. Şimdi ise Kürtler için özerkliğe ve anadilde eğitime sıcak bakan bir CHP lideri var. Bu sıcak bakış elbette ki seçim öncesi bir aldatma stratejisidir. Ama yine de, “sen nelere kadirmişsin siyasi istikrar” demek lazım. 8 sene önce bir CHP-MHP koalisyonu oluşsaydı, asker, medya, siyaset ve komprador işadamından oluşan dörtlü ittifak, Kürt kanı akıtarak sorunu çözmeye devam etmeyecek miydi? Yok ederek çözme stratejisi hiç bitmeyecek gibi görünmüyor muydu? “Hal böyleyken bu mesele AKP döneminde daha açık konuşulur hale geldi” demek, bu kadar mı zordur? Sivil dikta teranesiyle siyasette konum alma hırsı, insanı bu kadar mı körleştiriyor? Elbette ortada bir lütufkârlık olmamalıdır. Fakat vardığımız süreci, bir tarafın başarısı gibi aksettirmenin barışa hizmet edebilmesi mümkün mü? Taraflar yalpalıyor elbette, ama eski parametreleri değiştirmiş olan siyasi iradeyi inkâr etmenin amacı nedir, hedef epeyce karanlık gözüküyor?

Bir başka yazımda Kürtlerin silah ve şiddet yoluyla enerji ve güç elde ettiğini ima eden yazarları eleştirmiştim. Madem ölümler gurur duydukları sürecin bir parçası, kan ile böylesine sevişken bir dil üretmek nasıl bir ruh halidir diye sormak lazım. Ece Temelkuran da başka bir pencereden “Nasıl ki her Türk asker doğuyorsa, orada da her Kürt gerilla doğuyor. Her ölüm, ölmeye hazır çocuklar doğuruyor” diye yazmış. Bir marş nakaratı gibi ilerleyen bu ifadelerden, mevcut yangını körükleyen merhametsiz tasvirlerden, ucu herkesi inciten dürtüklemelerden; zihnimizin ürettiği söz dizilerine duyduğumuz hayranlıktan, kalemimizi frenlememize engel olan edebiyatçı ihtiraslarından, yarı fantastik ifadelerden (her Kürt gerilla doğar) ne zaman kurtulacağız? Yazdıklarımızı akıl ve izan süzgecinden geçirmek için daha kaç kişinin ölmesi gerekiyor? Söylemsel temel yıkıcılık buna denir herhalde. Ölümden böylesine yüceltici bir üslupla bahsetmek, ölümü dolaylı yoldan böylesine takdir etmek, ölümle rakseden bu keskin dili “bıçak ve jilet” başlığıyla taçlandırmak insanlığa yakışmıyor. Yanlış anlamıyorum ve cımbızlamıyorum. Zira dilin bu şekilde kurgulanması hangi bağlam içinde olursa olsun, kelimelere terör estirmek demektir, savaşın dilini kullanmak demektir.

Sözün cazibesine kapılanlar

İnsanları birbirine düşüren bir dil kullanmaktan ne zaman vazgeçeceğiz? Bizim sorumluluğumuz kalemimizden kan damlatmak mıdır? İçimizdeki çarpıcı söz söyleme ihtirasını dizginleyecek bir ölçüt, bir hassas terazi yok mudur? Tartıştığım konu kimsenin haklılığı ya da haksızlığı değildir, kimsenin iyi niyetinden kuşku da duymuyorum. Ancak alakasız bir olaya referansla “Bir gün herkes 15 dakikalığına terörist olacak” demek nasıl bir gösterge sömürüsüdür, bu nasıl bir “yazdım da oldu” vurdumduymazlığıdır, kayıtsızlığıdır? Aklımıza gelen bayatlamış Andy Warhol (1968) ifadelerinin büyüsü ve cazibesi, bizi bu kadar mı esir alıyor? İnsan kendi zihninin ürettiklerine köle olabilir mi? Bugün bağıntıların ortadan kaldırılması ve gerilimin yüceltilmesi her şeyin merkezine yerleşen bir tutkudur kuşkusuz. Metnin bütün yüzeyine dağılmış grafik göstergeleri bu kadar pervasızca kullanmak yüreklerde yaratılmış olan soğumayı gideriyor mu? Barışa ne faydası var? Ne kadar zülfiyare dokunursak, ne kadar çıplak uyarıcı olursak o kadar faydalı oluruz mu sanıyorlar? Bilmiyorum, ama lafı gediğine koyacağım diye sürdürülen bu dil sömürüsünden rahatsız oluyorum artık. Tanınıp bilinmiş sözcüklerin dört bir yanında barışçı olabilecek unsurlar uçup gitmiyor mu? Barış formunun görünür doluluğunu da alıp götürmüyorlar mı?

Bu nasıl bir dil sömürüsü?

Yine iyi niyetinden, kavrayış gücünden ve çoğu zaman hakperestliğinden şüphe etmediğim, kıvrak zekâya sahip bir başka yazar (Sırrı S. Önder): “Ey müminler, bu yazıyı yalnızca size yazdım, yıllarca Kürt’ü Müslüman’dan bile saymadığınızı biliyorsunuz” diyerek hitabet sanatını konuşturup kalemşörlük serdetmiş. Buna sözün şehvetine kapılmak denir. Dikkat ediniz, bütün inananları, Kürt’ü Müslüman saymayanlar havuzuna atıyor. Bu nasıl bir toptancılıktır? Kürt’ün Müslümanlığından son derece huylanıp rahatsız olan, hatta bunu kitaplarına yazan; Kürt’ü sadece Zerdüştlüğe uygun gören örgütçü Kürt öncüler yok mu da “müminler Kürt’ü Müslüman saymadı” diyerek bir paradoks üretiliyor. Müminleri ve Kürtleri iki ayrı kategoriye almak ne demektir? Önder, sempatiyle dinlediğim ve okuduğum bir aydın, ama bazen “El insaf Sırrı Bey” demek lazım. İnançların birleştirici bir güç olduğunu vurgulayan kişileri sindirme hareketiyle suçlayanlar, huruçla itham edenler bu sefer aynı damardan müminleri İslam’a mı davet ediyor. Bu nasıl bir dil sömürüsüdür ve çarpıtmadır. Burada doğru dürüst tanımlanmamış özneler, müthiş bir adlandırma aldatmacası içine alınmış. O metindeki formlar hem tanınabilen biçimde hem de böyle zikredilmelerine gerek olmayacak bir hacimde var olmalarına rağmen külliyen adlandırmaya tabi tutulmuşlar. Bu aşırı dil, edebiyat ve sanatla uğraşan köşe yazarlarının, kalemlerini zehirli bir ok gibi kullanarak -insanlarda var olan yürek soğumasını dindirmek bir yana- sözün büyüsüne, cümlelerin yarattığı kuvvetten gelen ihtirasa tutkun ve tutuklu kalmalarından başka ne anlama geliyor? Bu yaklaşım nalıncı keseri gibi hep kendine yontanların maharetidir. Dil yarası içselleştirilmiş sembolik şiddete dönüşmüyor mu? Bütünün ardında dolanıp duran bir adlandırma; bunların birbirinden ayrılmışlığıyla bertaraf edilen anlam ve bu şekilde barışı çökerten yıkıcı bir sözcük oyunu dışında hiçbir şey birbiriyle örtüşmüyor.

‘Ne müthiş yazıyor, değil mi!’

Metnin ana çizgilerini vurucu cümlelerle ören bu tersine hamaset, bu delikanlılık, alaycılıkla perçinlenip didaktik bir alana demir atmıyor mu? Metin hep betona çakılıp parçalanıyor, sözcük bombardımanı her şeyi darmadağın ediyor ve “ortak alan” silinip gidiyor. Lafı böyle kullanamayan vasat ve üçüncü sınıf enteller de tüm mediokratlar gibi, bu dil oyunlarını hayranlıkla okuyup alkışlıyorlar. “Ne müthiş yazıyor öyle değil mi” diye birbirlerini dürtüyorlar. Metni bu şekilde egemenliği altında tutan güç apaçık hatta çıplak bir saldırışın cazibesidir; metne musallat olan gürültülü bir mırıldanmanın, kahkahayla söylenip durmanın verdiği esrimenin, garip bir vecd halinin, belki de gayri tabii bir hezeyanın dışavurumudur. Burada önemli olan anlam ve iddianın çarpıcı biçimde birbirinden koparılması, manidarlık ilkesinin çözüntüye uğratılmasıdır. Hâlbuki metnin bir metne benzemesi yeterli değildir. Anlam öğesi ile esnek plastik unsurları zalimce ama titizlikle birbirinden ayırarak dans ettiren akrobatik söz dizimsel taktiklerin; anlamı kemirip duran tutumların; metinde bahsedilen öznelerden daha dolgun olan kelime taşıyıcıların arzuladığımız barış sürecine hiçbir katkısı yoktur. Amacımız biraz neşelenip keyiflenmek olmadığına göre, diyebilirim ki bu dil, kaybedecek hiçbir şeyimiz kalmadığını düşünenlerin dilidir veya sırtında yumurta küfesi taşıyanların rikkatinden nasiplenmeyenlerin üslubudur. Önder’in dili elbette takdire şayan bir kabiliyetin yansımasıdır, okurken bizi gülümsetir, hatta yer yer eğlendirir, halk mitosununun içinden gelen bilgeliği belki Nasreddin Hoca’yı andırır. Güldürürken düşündüren kahraman meddah gibi sanatını konuşturan, kelimeleri oya gibi işleyen bir dille bezenmiştir yazıları. Ama dersimiz sözcükleri ve halk deyişlerini eğretileme sanatı değildir ki ya hu! Biraz insaf, biraz ölçü, eminim gelecek dönem 5 sene öncesine göre çok daha inşirah verici olacak, hatta istenirse eğer cana can katacaktır.

[email protected]

STAR

YAZIYA YORUM KAT