1. YAZARLAR

  2. Ahmed Kalkan

  3. Değişim Tartışmaları Üzerine
Ahmed Kalkan

Ahmed Kalkan

Yazarın Tüm Yazıları >

Değişim Tartışmaları Üzerine

01 Nisan 2010 Perşembe 01:15A+A-

Mehmet Pamak’ın “Müslümanların, Sistem İçi Değişime Yaklaşım Farklılıkları ve Yol Açtığı Zaaflar” adlı yazısı ve Bahadır Kurbanoğlu’nun “Mehmet Pamak’ın Açtığı Tartışmaya Eleştirel Bir Katkı” adlı eleştirisi üzerine…

Dostlar, “Fe eyne tezhebûn / Nereye bu gidiş?” (81/Tekvîr, 26) “İnsanoğlu tartışmaya her şeyden çok düşkündür.” (18/Kehf, 54). İslâm düşmanları dururken, Müslümanlar bindiği veya binmesi gerektiği dalları kesmekle uğraşıyor. Savrulmaya dikkat çeken, İslâm dışı güçlerle uzlaşılmaması gerektiğini hatırlatan ve tevhide vurgu yapan bir ağabey, hak etmediği eleştirilere muhatap kılınıyor. Elbette şeyhlerin rahat uçurulduğu bir ortamda uçurmak, abartılı saygı yaklaşımı, eleştirilemez ve “ne dediyse bir hikmeti vardır” yaklaşımı, önce dâvâya, sonra ölçüsüz saygı duyulan şahsa, daha sonra da yapana zarar verir. Bu değil sözümüz. Bir şahsı savunmaktan ziyade, bir ilkeyi, ilkeliliği savunmak amacıyla söylüyorum bu sözleri. Tevhid ehli olduğunu bildiğimiz, en azından hüsn-i zan yaptığımız nice insan, artık “tevhid” kavramına rahatsızlık duymaya başlamış. İlkeli çalışmalar yaptığını hüsn-i zan ettiğimiz Ahmed Bey gibi bazı kardeşlerimizin, niyetleri bu olmasa dahi, ilkesizliği savunuyor imajı uyandırması durumun gerçekten feci olduğunu gösteriyor. Şu cümleye ne demeli: “ilkeleri feda edeceğiz diye muhkem durup halkı feda ettik nerdeyse! Halkın acılarına, gözyaşlarına derman olmayacak ilkeyi neyleyim!” Halkın acılarının, ancak İlâhî ilkelerle dindirilebileceğini o kardeşimiz de biliyor, ama bir tezi savunma uğruna bir savruluşun örneği ya da savrulanlara mazeret sunan bir söylem ortaya çıktığı için üzülüyoruz.

Kardeşler, sahi biz dünyaya ne için gelmiştik? Tabii ki, “kulluk” için diyeceğiz. Kulluğu nereden ve kimden öğreneceğimiz konusunda da sanırım bir farklı ses çıkmaz. İlkelerini ve teorisini Kur’an’dan, pratiğini de Rasûl-i Ekrem’den. Öyleyse hiç Kur’an âyetlerini referans göstermeden, Yüce önderimizi örnek göstermeden nasıl İslâmî mücadeleyi tartışma cesareti gösterebiliyoruz? Dâvâ adamları olarak kulluğumuzun temelini, kendi inanç ve hayat biçimimiz, yaşam tarzımız olan (olması gereken) “tevhidi, kendi hayatımıza ve topluma ulaştırma” görevimiz oluşturuyor.  

Doğru Teori Olmadan, Doğru Pratik Olur mu?

İlk inen dört sûrenin (Alâk, Kalem, Müzzemmil, Müddessir) ilk kelimeleri dâvâ adamlarına yol haritası verir: “Oku, yaz, kalk ve uyar!” Kur’an, önce ilkeleri net şekilde iman edenlerin zihinlerine ve gönüllerine nakşeder. Sonra o ilkeler gerçekten iman edilmiş, uğruna her şey feda edilebilecek olarak içselleştirilmişse mutlaka pratik hayata yansır. Değilse, iman edilmemiş, içselleştirilmemiş, sadece sloganlaştırılmıştır. Ama, sosyal ve siyasal hayata hâkim kılınması, nice peygamber örneğinde olduğu gibi çoğu zaman mümkün olmaz. İnsan, neticeden ziyade, yaptıklarından sorumludur. Yapması gerekenler de, önce vahyin “yap” dediği şeyler olmalı, vahiy ve Nebî, nereden başladıysa oradan başlanılmalı, neyin üzerinde ne kadar durduysa o hususların üzerinde o denli durulmalıdır. Bazıları rahatsız olsa da vahyin ve Nebî’nin üzerinde durduğu temel kavram: “Tevhid”in ikamesi, “şirk”in izâlesidir. Ne olursa olsun bir şeyler yapılmalı diyemeyiz, ne yapılması gerekiyorsa o yapılmalı diyebiliriz. Önemli gördüğümüz şeyi değil, vahyin “en önemli gördüğü” şeyi (hak olanı) gerçekleştirme çabamız öne çıkmalıdır. Yani yapılan eylem “ibâdet” olmalı, gösterilen çaba “cihad” kategorisine girmelidir. Yoksa, insan kendini aldatmış olacak, hâşâ, farkında olmadan “Allah’a din öğretmeye” (49/Hucurât, 16) kalkışma küstahlığına düşecektir. Kulunu en iyi tanıyan ve hayatın nasıl ıslah edilip düzenleneceğini en iyi bilen Rabbin ilkelerini öne çıkarmaktan başka çözüm yoktur. Kur’anî ilkelerin pratiğe geçirilmesi konusunda yöntemi Rasûl belirleyecektir. Gösterilen tavır, “nebevî usûl”le icrâ edilmelidir. Günümüzün çetrefilli olaylarına referans Muhammed aleyhisselâm’ın sünnetinde bulunamadıysa, diğer peygamberlerimizin uygulamalarından çıkarılmalıdır.

Toplum olarak kendimizi Rabbimizin istediği istikamete doğru değiştirmeden O da bizim toplumumuzu (yönetimimizi) değiştirecek değildir (13/Ra’d, 11; 8/Enfâl, 43). Unutulmamalı, değiştirecek olan biz değiliz, O. Bunun nasıllığı da belirtilir. Rabbimiz bizden önce nasıl bir pratik istemektedir? Teoriler üretmeyelim; Kitabımıza bakalım: “Allah, sizlerden iman edip sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri halife (sahip ve hâkim) kıldığı gibi kendilerini de yeryüzünde halife yapıp hâkim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vaad etti. Çünkü onlar (sadece) Bana kulluk/ibâdet ederler; hiçbir şeyi Bana şirk/ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim küfreder, inkâr ederse, işte bunlar asıl fâsıklardır, büyük günahkârlardır.” (24/Nûr, 55)

Allah’ın istediği gibi muvahhid olmayan, bilinçsiz de olsa şirkin içinde yüzen topluma “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” nasıl yapılır? En önemli ma’rûf tevhid, en önemli (anaç, doğurgan) münker de şirk değil midir? Şirk bataklığı, düzenin de katkısıyla devamlı münker üretirken, nasıl ve hangi ma’ruf emredilince ve hangi münker nehyedilince etkili olabilir? Sadece “miş gibi yapılmış” olur. Şirke tavır alınmadan yapılacak ahlâkî hatırlatma ve uyarılar, delik kaba su doldurma çabasına benzer. Sen doldurmaya çalış, tâğutî düzen ve cahilî çevre bir taraftan suyu boşaltsın.  

Müslüman olmayanlara neyi tebliğ etmemiz ve onlara karşı nasıl bir tavır takınmamızın ilkelerini, gelin tekrar temel ilke kaynağımızdan, anayasalar üstü ana yasamızdan hatırlayalım:

“De ki: ‘Ey kitap ehli! Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah'a ibâdet edelim; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; bazımız bazımızı Allah’tan başka rabler edinmesin.’ Eğer yüz çevirirlerse: ‘Şâhit olun, biz müslümanlarız’ deyin.” (3/Âl-i İmrân, 64); “İman edenler Allah yolunda savaşırlar; küfredenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.” (4/Nisâ, 76)

Müslüman olmak, kısaca Allah’ı kural koyucu sıfatlarıyla tek, emir verici olarak tek, yasak koyucu olarak tek ve insan hayatına hükmedici olarak tek olarak kavramak, inanmak ve bu doğrultuda yaşayıp tavır koymaktır. İslâm düşüncesinin temeli Tevhid akidesidir. Tevhid, hak ile bâtılın, kabul edilecek ve reddedilecek şeylerin kesin hakemi bu akîdedir. Tevhid akîdesi kuru bir söylem değil, bir hayat tarzı ve metodudur. Tüm İslâmî rükünler bu kelimeye bağlıdır, bu kelimeden neş’et eder (14/İbrahim, 24, 25, 26).

Eleştiri Yaparken, Kardeşlik Hukukumuza, Temel İlkelere ve Tevhidî İstikamete Zarar Vermemeye Özen Göstermeliyiz

 Mehmet Pamak Bey’in yazısı eleştirilirken, tevhidi savunan kesimlerin bazı eksikleri gündeme alınmış, adı geçen zatın yazısına eleştiri sınırlarını zorlayan ifade ve suçlamalarda bulunulmuş. Hâlbuki esas yapılması gereken; ümmeti “savrulmaktan, tavizden, uzlaşmaktan” korumaya çalışan sese kulak vermek ve ona destek olmaktır diye düşünüyorum. Müslümanların düzenin ve global istikbarın istikametine doğru savrulduğunu görmemek ve bunda AKP’nin rolünü yok saymak, kabul edilebilecek bir hata olmasa gerektir. Eleştiri yazısı, Mehmet Bey’in söylediklerini tahlil etmekten ziyade, sistem içi çalışmayı reddeden tevhidî hassasiyetlere sahip kesimi şiddetle topa tutmak şeklinde anlaşılıyor. 

Sorumluluktan kaçan, hiçbir çözüm üretmeyen, sadece laf olarak tevhidi dillendirip güncel hayata nasıl tatbik edileceğini problem etmeyen insanlara karşı olma konusunda elbette aynı düşünceleri paylaşıyoruz. Ama, tevhidî ilkeleri ve tevhidî kavramları hayatın merkezine koymadan tevhidin hâkim kılınabileceği gibi bir anlayışa da şiddetli karşı çıkıyoruz. Seküler kavramlarla ancak seküler bir hayat (o da sınırlı bir şekilde) ıslah edilebilir, tümüyle değiştirilemez diye düşünüyoruz. Kurbanoğlu’nun eleştiri yazısında anlamakta ve hüsn-i zanda zorlandığım hayli ifadeler var. Meselâ “tevhidî” diye başlayan tespitlerimizde” diye tevhide vurgu yapılmasından sanki rahatsızlık duyulduğu izlenimi (bana göre yanlış çıkarım olarak) bazılarınca anlaşılabilir. 

“Liberalizm araştırmaları, pozitif-negatif özgürlük konusu, demokrasinin felsefi ve teknik açıdan değerlendirilmesi” isteklerini talihsiz ifade olarak düşünüyorum. “Liberalleşme, sekülerleşme tehlikeleri adı altında hayatın ıskalanmasına sebebiyet verecek tespitlemelerde bulunmaları” diye kurulan cümle ve benzerlerini maksadını aşan ifadeler olarak değerlendirmek istiyorum.

Bugünkü savaşların daha çok kelimelerle, kavramlarla yapıldığını görmemek mümkün değildir. İslâm, kavramların üzerine bina edilmiştir. İslam’ı tahrif etmek isteyenler İslâm’ı seküler kavramlarla anlaşılmaz veya yanlış anlaşılır hale getirmeye çalışmışlardır. İnsanlar kavramlarla düşünüp iman ederler, kavramları beynimizde gönlümüzde içselleştiririz. Bu sebepten Hz. Âdem’e kavramların bilgisi verilmiştir.”

Modern dünya, bilinçli olarak kelime ve kavramlar üretip bu kavramlar üzerinden Müslümanlara saldırmaktadır. Bugün tevhid kelimesinin anlamının birçok kişi tarafından hâlâ (bazılarının bu kadar vurgudan rahatsız olmasına rağmen) bilinmediği ve bu nedenle “Lâ” sı olmayan “hayır” demeyen bir dinin bilinçli olarak dayatıldığını düşünüyorum. Bugün Tevhidi gündemleştiren ve tevhidden hiçbir sapma göstermeyen, tevhidi günlük hayatta uygulayan kuruluşlar yok denecek kadar azdır. “Lâ’’ denilmeden Müslümanlık olmaz.

Bazıları rahatsız olsa da, Haksöz yazar ve öncülerinin de yıllardır sürdüre geldikleri gibi, biz hâlâ ve ısrarla tevhidi savunmalıyız, hâlâ Kur’an kavramlarını gündemleştirmeye çalışmalıyız. Tabii ki, slogan olarak değil; inanarak, yaşamaya çalışarak, hayata nasıl ikame edileceğini düşünerek, projelendirerek ve sosyalleştirip, modelleştirerek. Bu konuda eleştirenlerin de bize katılıp beraberce topluma tevhid nasıl ulaşır, bunun güncel yöntemlerinde uzlaşmamız ve birlikte uygulamamız gerekirken, gereksiz tartışmalarla güç kaybına itiliyoruz, rüzgârımızı kaybediyoruz.

Her Zaman, Zemin ve Şartlarda Tevhidî İlkeleri Korumak ve Bu Bağlamda Öncelikle “Lâ” Demek Temel Şiarımızdır

Tevhidden ne anladığımızı ve ne anlaşılması gerektiğini özet olarak hatırlatmak istiyorum: Tevhidî duruş bilinci, bu akîdenin gerektirdiği bilgiyle mükemmel şekilde donanarak inanç ile ameli, düşünce ile eylemi, itikad ile siyaseti ayrıştırmadan bir bütün halinde O’na inanma ve idrâk etme halidir. Tevhid, İslâmî yürüyüşün başlangıç ve devamı açısından zorunluluk ifade eden temel şartıdır. Bu şiar, kısaca “Lâ ilâhe illâllah” cümlesinde özetlenmiştir. Bu ise yine kısaca Allah’ı birlemek ve Allah’ın dışında ilâhlık ya da rablik taslayan tüm şahıs, otorite, kurum, din, gelenek, fikir, ideoloji ve alışkanlıkları reddetmek ve terk etmektir. Tüm güç ve değerlerin Allah’tan beklenmesi ve ortaksız bir tek Allah’a bütünüyle yöneliştir. Yine Tevhid, tüm siyasi, sosyal, ekonomik, ahlâkî ya da ilmî görüşlerin birleştirilerek İlâhî kaynaklı bir söylemde ifade edilmesidir.

Bir yorumcunun, aynı konunun tartışıldığı bir kardeşe cevap verirken “İslam ve Hayat” sitesindeki şu ifadesi, meramı aşan bir açıklama değilse ne anlama gelmektedir? “La demeye o kadar çok alıştırıldık ki; hayatı hep o pencereden gördük. O kadar içirildi ki bize bu radikalce okunmuş kutsanmış su, dilimize ŞİRK ve KÜFÜR pelesenk oldu.” Görüldüğü üzere, “ilkelerin ve ilkeli tutumun” sorgulandığı ve neredeyse toplumsal alanlarda görünür olmanın önünde engel olarak görüldüğü bu süreçte, İslâm’ın tevhid akîdesinin birincil umdesi olan, Allah’tan gayrı ilâhlık taslayanlara ve onların din, ideoloji ve kavramlarına “lâ” deme zarureti bile bu tür üslûplarla tahfif edilebilmektedir. “Lâ”sız bir tevhid olamayacağı gibi, “şirk” ve “küfür” kavramlarının günümüzdeki somut karşılıkları gösterilmeden ve bunlardan berî olma çağrısı öncelikle ve ısrarla yapılmadan “tevhid” de günümüze taşınamaz, tevhidî davet bugünün toplumuna ulaştırılamaz.

Lâ ilâhe illâllah kelimesi, İslâm’ın özünü dile getiren bir simgedir. Bugün sadece İslâm’a girişin anahtarı olarak algılanan bu cümle, gerçekte İslâmî bir yürüyüşün hem akîdevî, hem de amelî mesajını içermektedir. Esasen bu kelime ile Allah’tan başka hiçbir mutlak otoriteyi kabul etmeme ilân edilir. Mutlak otorite sadece Allah’tır. Sadece Yüce Allah’ın otorite kabul edilmesi, O’nun gönderdiği vahiy istikametinde hayatın her alanına yön vermeyi iktiza eder.

Tevhid, bütün beşeriyetin, sahte ilâh ve rablere başkaldırarak esaret zincirinden kurtulması ve Allah’tan başkasına kul olmaması demektir. Bu yüzden, tevhid kavramı aynı zamanda, kullara kul olmanın pençesinden kurtularak yalnız Allah'a kul olmaya yönelmek ve bunun tabii neticesi olarak da Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek; Allah’ın egemenliğinin dışında her gücü, sultayı, otoriteyi, sistemi, fikri, ideolojiyi, dünya görüşünü, kısacası hangi kılıf, örtü ve görüntü altında olursa olsun hâkimiyet/egemenlik iddiasında bulunan her şeyi reddetmek anlamlarını da içerir.

Sosyal bir hayat nizâmı olarak tevhid, halkın bilgisizliği ve şuursuzluğu üzerine dayalı veya onlara zulmetmek üzere kurulan cahilî ve tağutî sistemleri temelden değiştirecek plan ve projeler sunar. Daha önce de belirtildiği gibi Tevhid, sırf fikrî ve nazarî bir akide değil; eyleme yönelik, pratik çözüm yolları sunan bir sistemdir. Tevhid akîdesi, yalnızca tabiat ötesi / metafizik konulara izah getiren ve ahlak ile ilgili konularda sözkonusu edilebilecek bir tasavvur değil; şirk temeli üzerine oturmuş tağutî sistemlere karşı muvahhidlere planlı, programlı bir hareket mantığı sunan, inkılapçı bir başkaldırıdır.

Tevhid akîdesi, pratik, eyleme dönük bir hareket ve câhiliyyeye şirk temeline dayanan sistemlere bir başkaldırı ve de müstekbir, zâlim tâğutlara karşı siyasî, iktisadî, sosyal ve hukukî bir sistem olmasaydı, tarih boyunca bu akîdeyi kavimlerine sunan bütün peygamberlere karşı savaş açılır mıydı? Peygamberlerin temel görevi, “kulluk” kavramının da içini doğru doldurmamıza sebep olacaktır: "Andolsun ki, biz her kavme; 'Allah'a ibadet edin, tâğuta kulluktan kaçının'  diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik." (16/Nahl, 36) Unutmamak lâzımdır ki, İslâm'ın dışındaki bütün sistemler tâğutîdir. Kitabımız müslümanların tâğutlarla dostane ilişkisine, onları benimsemesine, onlara taviz verip onlarla uzlaşmasına kesin yasak getirmiştir. Bu konularda Kur’an’dan deliller getirmeye okuyucuların ihtiyaç duymayacak altyapıları olduğu kanaatini taşıyorum.

Tâğutî Sistemin Hiçbir Türevi ile Uzlaşılamaz ve Ondan Râzı Olunamaz!

Tâğutun reddi, Tevhid akîdesinin en temel ve vazgeçilmez umdelerinden birisidir. Tevhidî duruş bilinci, öncelikle, tâğutlara ve onların kutsadıkları putlara, ideolojilere, sistemlere, kavramlara karşı alınan kesin bir tavrı öngörür. Bu tavır sadece düşüncede ya da inançta değil, pratikte de kendini göstermelidir. İslâmî kimlik, tâğutî sistemlere karşı net, tavizsiz ve inkılâbî bir tavrı gerektirir. Bu tavır alış, ilkesel bir zorunluluktur ve asla şartların değişmesi, tâğutların tavrının farklılaşması ya da sonuç almada etkili olup olmaması gibi gerekçelerle bu reddeden tavırdan vazgeçilemez. Düşmanın baskılarına karşı olduğu gibi, uzlaşmaya zorlayıcı, uzlaşmacılığı teşvik edici sinsi politikalarına karşı da direnmek esastır. Tâğutların tavrı her zaman baskı ve zora dayanmaz. Gerekli gördüklerinde, oluşum aşamasındaki bir İslâmî yürüyüşü uzlaşma batağına çekerek çözmeye çalışmak, bir takım özgürlükleri iade ederek entegre olmaya ve karşı tavizlere zorlamak, tâğutî güçlerin her zaman başvurdukları bir aldatma politikasıdır (bk. 68/Kalem, 9).

Egemen şirk sisteminin gerek baskı, gerekse şirin gözükerek uzlaşıya daveti karşısında tavizkâr tavır alışlar, sonunda tevhidî ilkeliliğinin ya da duyarlılığın tümüyle tasfiyesine kadar gidebilecek vahim bir sapmadır. Böyle bir süreci başlatabilecek herhangi bir eylem ya da tercihin önünün kapanması son derece önemlidir.

Demokrasi, yasama hakkının halka verildiği ve halkın da bu yetkisini milletvekilleri seçerek kullandığı, İlâhî vahiy yerine, hevâ ve zanna dayalı yasaların hâkimiyetini savunan bir felsefî inanış ve uygulama biçimidir. Bu yönetim tarzında, parlamentonun yaptığı kanunlar bütün halk için bağlayıcıdır. Demokrasilerde Allah’a ait yasama hakkı, insanlara, halkın seçtiği temsilcilere verilmektedir. Hâlbuki böylesi bir yetki ve mutlak otorite, sadece Allah’a aittir (12/Yusuf, 40). Parlamento kararlarının Allah’ın adıyla ve O’nun hükümlerinin uygulanmasıyla değil de, halk adına ve Allah’ın hükümleri dikkate alınmadan çıkmış olması, demokrasi ve onun işleyişinin küfür olduğunun apaçık delilidir. Demokrasi ister bir felsefî inanç, isterse onun uygulaması olan parlamentarizm uygulaması olsun, Allah’ı bırakarak insanların insanları rab edinmesinin çok açık bir tezahürü olarak ortaya çıkar (3/Âl-i İmran, 64). İsme takılarak demagoji yapmayı bırakıp mâhiyete ve onun pratiğine bakmak gerekir.

Tevhidî Mücadelede, Temel, Değişmez ve Vazgeçilmez Ortak İlkelerimiz Olmayacak mı?

Bir var olma mücadelesinin sabit değerleri ve fikrî disiplini olması gerekir. Topluma mesaj götürmek isteyen bireylerin kalıcı bir bilinci oluşturmaları için evvel emirde Kur’anî/tevhidî değerlerin, değişmez ilkelerin etrafında ortak bir kimliği oluşturmaları zaruridir. Bu kimlik oluşmazsa, bir inanç etrafında düşünce, duygu ve eylemleriyle, şuurlu bireyleri aynı istikamete ve hedefe yöneltmeleri imkân dışıdır. Hepimizin bildiği gibi kimlik, inanç ve tavırlardan meydana gelmektedir. Dolayısıyla İslâmî bir kimlik demek, yaşadığımız hayatla ilgili tüm meselelerde ilkeli, tavizsiz, mü’minlere merhametli, kâfirlere izzetli, tâğutları tüm kuram, kurum ve kurallarıyla reddeden bir tavra sahip olmak demektir. Müslümanlar olarak karşılaştığımız tüm meselelerde bizlere sağlam bir inanç ve ortak bir tavır verebilecek yegâne Kitap, hiç kuşkusuz ki Kur’ân-ı Kerim’dir. Yüce Kur’an’ın âyetlerinin tekrarlı, akışkan ve temel bir eksen etrafında oldukça farklı temalara projektörünü tutan ve aydınlatan yapısına dikkat etmek gerekir. Her sûresi kendi içinde bir bütün, ama diğer sûreler içinde zenginleşerek daha üst bir ilkesel bütünlüğe ulaşan harmoni (düzen, uyum) oluşturmaktadır. Esasen nüzul sırasına göre inen sûreler ardışık okunduğunda birbirini gittikçe tamamlayan anlam örgüleri içinde bireyden tüm insanlığa doğru giden bir sürecin yapılanmasını bağrında taşıdığını görmek mümkündür. Kur’an, sadece arzın bir parçasında değil, tüm yeryüzünde var olmayı kendi bağlılarına bir hedef olarak sunmaktadır. “Andolsun Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zebur’da da: ‘Yeryüzüne sâlih kullarım vâris olacaktır’ diye yazmıştık.” (21/Enbiyâ, 105); “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve Din yalnız Allah’ın dini oluncaya kadar savaşın” (8/Enfâl, 39).

İslâmî kimlik iddiasında olan insanların düşünce, inanç ve eylemlerini İslâmî ilkeler belirlemelidir. İslâmî ilke denince, kaynağı (veya referansı) vahy olan değişmez değerleri kastediyoruz. İslâmî bir dâvet ve mücadele için, İslâmî bir kimlik içinde Kur’anî ilkeler öncelenmelidir. Ancak bu ilkesel temelde yükselen bir var olma çabası, “İslâmî mücadele” olma hakkını kazanır.

İlkeli Olmak, Hayattan ve Toplumdan Kopmayı Değil; Hayatı ve Toplumu Dönüştürmeyi ve Yeniden İnşâ Etmeyi Gerektirir

İslâm davetini yüklenenler, temel konularda ölçü beraberliğine sahip olmalı, bu ölçü beraberliği istikametinde her açıdan gelişerek ümmet bütünlüğüne doğru yol almalıdırlar. Kur’an ve Yüce Peygamber’in pratiği (sünneti); inanç, düşünce ve eylem alanında ilke ve yol göstermek üzere önümüzde durmaktadır. İslâm’ın çağrısı, sırf insanın düşüncesine hitap etmez. O aynı zamanda pratik hareketi de yönlendirir. İslâm’ın sosyal, siyasal ve ekonomik programlarının pratize edilmesi bu açıdan bir zorunluluktur. İslâm’ın her önermeye ilişkin bir düşüncesi, her probleme ilişkin bir çözümü ve her mücadelede kesin bir tavrı vardır. İslâm’ın hayata hâkim olmasına dönük gayretlerin çok yönlü olarak sürdürülmesi ve pratik hayata ilişkin çözümler üretilmesi mutlaka gereklidir. Bu gereklilik ve sorumluluk, sadece sistem içi mücadeleyi tasvip etmeyen tevhide vurgu yapan kesime ait değildir.

Yüce Allah’ın toplumsal dönüşümü başlatmak için elçiler göndermesinin hikmeti iyi anlaşılmalıdır. Elçiler, sâlih önderler ve öncüler hakkı somut bir şekilde, net olarak ortaya koyarlar. Bununla bâtılın rengi de netleşir, hak ile bâtıl ayrışır. Toplumun bütün katmanlarında hakkın ve bâtılın birbirine karışmadan net olarak ortaya konulması, Allah’ın kitabında defaatle söz konusu ettiği muradına uygun bir durumdur. Elçiler toplumun tercihlerini net olarak yapabilmeleri için hakkı bâtıla karşı en güzel bir şekilde temsil etmişlerdir. Bu temsiliyet gereklidir; zira toplum tercihini bilinçli olarak, haktan ya da bâtıldan yana yapabilsin. “Fakat Allah mukadder bir emri yerine getirmek için o yapılmıştı ki, helâk olan apaçık bir delil ile helâk olsun, yaşayan da açık bir delil ile yaşasın. Şüphesiz Allah her şeyi işitendir, bilendir.” (8/Enfâl, 42; ayrıca bk. 36/Yâsin, 70; 25/Furkan, 1; 6/En’âm, 55).

Bütün bu ve benzeri âyetler, vahyin, toplumun gündemine girerek toplumun bütün katmanlarında ayrıştırıcı bir çizgi haline gelmesini öngörüyor. Böylelikle safları hak ve bâtıl diye bölen iki taraf oluşsun. Bu iki tarafın birini hak ve hak ehli, diğerini ise bâtıl ve bâtıl ehli oluştursun. Bu iki taraf birbiriyle mücadele etsin, herkes bilerek tercihini yapsın. Bilerek cenneti ve cehennemi seçsin. “And olsun ki Allah’a ibâdet edin diye Semud’a da kardeşleri Sâlih’i göndermiştik; derken bunlar iki fırka (hak ve bâtıl ehli) oldular, çekişiyorlardı.” (27/Neml, 45)

“Şu ikisi (iki taraf), Rableri hakkında tartışmaya tutuşmuş iki düşmandır. Şimdi inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir. Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir.” (22/Hac, 19)

Bütün bu âyetler, vahyin, toplumun gündemine bütün ağırlığıyla girmesini ve o toplumda ses getiren ve kesin hatlarla ayrılmış iki taraf, iki cephe oluşturan bir ayrıştırıcı çizgi olmasını gerekli kılmaktadır. Peki, vahyin, toplumun gündemine oturması için nasıl bir süreç, nasıl bir yöntem işleyecektir? Kimler, nasıl bu işi yapacaktır? Evvel emirde bu İlâhî dâveti, topluma nebevî usûlle taşıyacak, eyleme kendi nefsinden başlayan, fedâkâr, tavizsiz ve ihlâslı dâvâ adamlarının varlığı zaruridir. Bunlar, hakkın şahitliğini yapacak, her türlü zorluğa karşı direnecek, sabredecek ve yine vahyin ölçüleri ışığında kararlı adımlarla yoluna devam edecektir. Risâlet tarihine baktığımızda, tüm risâlet önderlerinin insanlara ulaştırmaya çalıştıkları tevhidî gerçeklere önce kendilerinin tam anlamıyla teslim olduklarını ve daha sonra da bu gerçekleri toplumlarına duyurmaya çalıştıklarını görürüz. “O’nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben Müslümanların ilkiyim.” (6/En’âm, 163); “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilâhınız yoktur.” (7/A’râf, 59, 65, 73, 85; 11/Hûd, 50, 61, 84…) 

Peygamberler, her türlü zulme rağmen, can feda mücadeleyle tevhidi daveti yaymakta ısrar etmişler, hiçbir “maslahatla” uzlaşmaya yanaşmamışlardır

Bu tevhidî gerçekler uğrunda risâlet önderleri, maddî ve mânevî her türlü fedâkârlıkları yapmışlar ve bu gerçekleri, kendilerinden sonra gelecek tevhid erlerine miras bırakmışlardır. “Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.” (Ebû Dâvud, İlim 1; Tirmizî, İlim 19; Buhârî, İlim 10; İbn Mâce, Mukaddime 17). Peygamberin vârisi olmak, her şeyden önce; tevhidî gerçekleri, onun topluma ulaştırdığı yol ve yöntemlerle topluma ulaştırmaktır. Burada “gerçek” âlim veya dâvâ adamı; peygamber gibi, tevhidî gerçekleri topluma ulaştırmak için harekete geçen, gece-gündüz demeden çalışan, insanlara daveti duyurmak için onların ayağına defalarca giden, toplum içinde değersiz kabul edilen insanlarla görüşmekten çekinmeyen, dâvâ yolunda malını, canını, her şeyini ortaya koyan kimsedir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), yaşadığı dönemin tâğutlarının baskı, şiddet ve zulmüne rağmen zerre kadar dâvâsının ilkelerinden taviz vermediği gibi, aynı zorba sistemin kendisine yaptığı ödül vaadlerinin hiçbirine de itibar etmemiştir. İşte böyle bir peygambere bir âlim ya da bir davetçi, bir dava adamı vâris olmak istiyorsa, sadece Onun bıraktığı ilme değil, hiçbir şeyden çekinmeden, o ilmin topluma götürülmesi misyonuna da vâris olmalıdır. Kişilerin toplumsal statülerine bakmadan hemen herkese daveti ulaştırmaya çalışan, bunun için çarşı-pazar gezip herkesin kapısını çalan, gerektiğinde şehir şehir dolaşarak tanıdık-tanımadık herkese hakkı tebliğ eden ve hemen her insanın kendi seviyesine göre davet yapan risâlet önderleri… Onlar nerede; topluma tepeden bakan, bırakın insanların ayağına gitmeyi, kendi ayaklarına gelen kimselere dahi doğru dürüst tevhidî gerçekleri anlatamayan, bunun sorumluluğunu bildiği halde kimi endişelerinden dolayı hakikatleri gizleyen, ümmetin paramparça olduğu bir dönemde yeniden ümmet oluşturma bilinciyle kılını kıpırdatmayan “âlim” veya dâvâ adamı, dâvetçi, kanaat önderi görünümlü kimseler nerede? O halde, peygambere vâris olan gerçek âlim, dâvetçi ve önder, onun misyonuna bütünüyle sahip çıkıp o görevi kuşanan ve hayatını da bu uğurda ortaya koyan kimsedir. “Onlar ki, Allah’ın gönderdiği emirleri tebliğ ederler, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter.” (33/Ahzâb, 39)

“Tevhidi, içinde yaşadığımız topluma nasıl götürebiliriz? İnsanlara, en büyük zulüm olan şirkin zararlarını nasıl anlatabiliriz?” Bugün için en önemli cevap arayacağımız husus bu olmalıdır. Bırakın felsefî tartışmaları, insanlar koşar adım cehenneme doğru gidiyor. Hepimizin gözü önünde vahşi cinayetler işleniyor. Bizse İslâm düşmanlarına göstermediğimiz sertliği, bize Allah için uyarılarda bulunan, bizi tevhidî ilkelere ve nebevî çizgiye davet eden ağabeylerimize göstermeye kalkıyoruz. Zaten ilkeli olmaya çağıran bir-iki ağabey kaldı, onları da küstürün de tâğutlar rahat etsin…

Tevhidî Dâvet Henüz Toplumun Gündemine Girmeden, Tevhidî İlkelerin Toplumsal Sorunlarla İlgilenme Önünde Engel Olduğu İddia Ediliyor

Tevhidin gündeme girmesi demek, toplumun bütün katmanlarında tevhidî gerçeklerin yankı bulması demektir. Bu öyle bir yankıya yol açmalıdır ki, sadece belli bir kesim üzerinde değil, halk yığınlarının hemen her kesiminin dikkat kesildiği, çarşıda, pazarda, evde, işyerinde, her yerde tevhidî gerçeklerin konuşulduğu, gündem yapıldığı bir çerçevede kendini göstermelidir. Yaşadığımız toplumda, böylesine bir tevhidî davetin toplumun gündeminde olduğunu sananlar, ciddi bir yanılgı ve aldanış içerisindedirler. Zira, bugüne kadar tevhidî gerçekleri nebevî usulle topluma taşıyan ümmet içinde ümmet çıkmamış, bu toplum tevhidî gerçeklerle yüzleşmemiştir. Toplumun karşısında gördüğü İslâm mesajı, daha çok resmî çerçevede sunulan “resmî İslâm”(!)dır. Diğer İslâm adına konuşanlar ve seslerini duyuranlar da, tâğutî rejimi ürkütmeden, yer yer onlarla uzlaşarak orta bir yol bulmaya çalışan, hakla-bâtılı birbirine karıştıran, İslâmî gerçekleri yer yer saptırarak halkın gündemini teferruat cinsinden meselelerle meşgul etmeyi hizmet kabul edenlerdir. Tevhide vurgu yapan bazı kesimler de (tâğutları ve İslâm düşmanlarını bırakıp) birbirlerini yemektedir.

Kısacası, yaşadığımız toplum, Hz. Peygamber’in temsiliyeti ile ortaya koyduğu tevhidî duruş bilinci ile yüzleşmiş değildir. Onlara bu tevhidî gerçekleri taşımakla sorumlu Müslümanların kendi halleri de içler acısıdır. Zaman içinde tevhidî duyarlılık taşıyan bir kısım Müslümanların, bir oraya bir buraya savrulmaları, bırakın topluma daveti götürecek bir misyon başlatmayı; kendilerinin davete muhtaç bir hale gelmeleri, olayın diğer bir trajik yönüdür. Bundan da öte, hareket halinde olan, tevhidî duruş bilincine sahip pek çok Müslüman’ın, muvahhidlerin vahdetini sağlayıp onları harekete geçirecek zihinsel olarak bir “ümmet” oluşturmadan ziyade, içinde bulundukları konumu, kliği, ya da grubu güçlendirmeye çalışmaları, daha da trajik bir durum göstermektedir. Bunlar, şu anda ümmetin içinde bulunduğu durumu doğru teşhis edememekte, kuşatıcı bir varoluş mücadelesi başlatmak yerine, resmî otoritenin öngördüğü sınırlar içinde kalıp lokal, mevziî karakterde, sadece kültürel ya da eğitimle sınırlı alanlarda var olmak istemektedirler. Her biri kendi anlayışı içinde, kendine göre İslâm’a tâlip olma projesini oluşturan fert veya grupların, bu özel fildişi kulelerinden çıkıp Kur’an ve Sünnetin öngördüğü ölçülerde, kuşatıcı bir var olma ya da ümmet olma projesini öncelemeleri, hayatî bir öneme sahiptir. “Ve topluca Allah’ın ipine sarılın; tefrikaya düşmeyin.” (3/Âl-i İmrân, 103); “Onlar ki Kur’an’ı bölük bölük ettiler. Senin Rabbin hakkı için Biz onların hepsine mutlaka soracağız.” (15/Hicr, 91, 92; yine bk. 6/En’âm, 159; 23/Mü’minûn, 52, 53)

Bütün bu ve benzeri âyetler, Yüce Rabbimiz’in nasıl bir ümmet istediğini çok net olarak ortaya koymaktadır. Bu ümmet, güçleri oraya buraya dağılmış ve parçalanmışlık içinde, egemen kâfir güçlere yem olmamalı; izzetli bir kimlik ile yeryüzünde tüm insanlığa şahitlik eden, mazlum mustaz’aflara yardıma koşan, adâletin temsilciliğini yapan vasat bir ümmet olmalıdır. Birbiriyle çekişme içinde, dağınık gruplar halinde, var olan potansiyel gücünü parçalara ayıran bir topluluk haline gelmemiz, Rabbimiz tarafından asla istenmemektedir. “Allah’a ve Peygamberine itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Yoksa, korkuya kapılıp gücünüzü (rüzgârınızı, devletinizi) kaybedersiniz.” (8/Enfâl, 46); “Kâfirler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer (Allah’ın emirlerini yerine getirmezseniz, sırt sırta) vermezseniz, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur.” (8/Enfâl, 73) “Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki, siz insanlara karşı hakikatin şahitleri olasınız.” (2/Bakara, 143)

Temel İlkelerde İttifak Edip Ümmeti Oluşturması Gerekenler, Toplumsal Sorunlara Çözüm İçin “Öteki”yle İttifak Edip Kardeşlerinden Kopamazlar!

İttifak edilen kat’î delillerde odaklanarak küfre karşı güçlü bir ümmet oluşturmak yerine, ihtilaf edilen zannî hususlar etrafında yoğunlaşmak, Kur’an’ın öngördüğü “tek bir ümmet” hedefini en çok sekteye uğratan bir neden olarak karşımızda durmaktadır. Bugün İslâm dünyasında İslâm davetçileri ile laik davetçiler arasındaki çatışma; kat’i naslar etrafında, akîdenin kat’iliği, şartların kat’iliği, düşüncenin kat’iliği etrafında geçmektedir. Füruatlarla örülü mezhep, kanaat, yol ya da yöntemlerle oluşturulan ayrılıkçı grup ya da klikler, tek bir ümmet’e doğru gidişin önünde en önemli engel olarak durmaktadır. Yani, ümmetin var olan potansiyel gücü, ayrıntı konularda oluşturulan yol ve mezheplerle boğulup gitmekte ve harcanmaktadır. Esasen, temel vahyî esas ve ilkeler etrafında kurulacak bir birliktelik, şu anda var olan çöküntü ve yıkıntıyı ortadan kaldıracak güçtedir. Ayrıntı konularda var olan farklılıklar, ümmetin üniter yapısını bozmadığı sürece teşvik edilir ve hatta bunlar, var olan potansiyelimizi zenginleştirici bir nitelik bile kazanır. Ümmetin akîde, düşünce, şuur ve pratik olarak birliğini somutlaştıran naslar, ön plana çıkartılmalıdır. Bu nasların projektörlüğünde, yoruma açık diğer nasların yol açabileceği görüş farklılıklarının giderilebileceği bir usûl üzerinde de hemfikir olunmalıdır. Bu şarttır; zira, ancak tefrikaya giden yolu tıkayacak bir ana usûl üzerinde hemfikir olanlar, aralarındaki ihtilafı giderebilirler. Bu da yetmez; birliktelik ve ihtilaf hukuku sağlandıktan sonra, samimiyet ve şuurla İslâmî mücadelemizin hedefi tayin edilmeli, planı ortaya konmalı ve merhaleleri belirlenmelidir. Böylece her merhale bir sonrakine planlı, programlı, düzenli ve tasarımlı bir şekilde geçiş yapacak; böylece süreç, mutluluk verici son aşama olan İslâm’ın her yönüyle ikame edilmesine varacaktır.

Cahiliye hayatını İslâmî hayata dönüştürmek için, Peygamber’in (s.a.s.) uyguladığı metodun aynısı uygulanmalıdır. Bugün yaşadığımız manzara, Yüce Peygamber’in (s.a.s.) uyguladığı bu metoda zaman geçirmeden sımsıkı sarılmamızı telkin etmektedir. Yüreğinde iman taşıyan hiçbir kimse, bu manzara karşısında, tek bir ümmete doğru giden yolda bir takoz olamaz; o yüke sırtını veren bir destek olmaktan kendini alıkoyamaz. Mevziî çalışmalardan, bir “ümmet” inşâsına gidilemeyeceği âşikârdır. Hiçbir lokal çalışma da, kendi başına bir İslâmî temsiliyet sağlayamaz. Birbirine yakın düşünen, temel hususlarda aynı değerlere inanan birçok lokal çalışma, aslında birbirinden kopuk, hatta, birbirlerine kapılarını kapatan durumdadırlar. Bu tip çalışmalar, zaman içinde birbirine düşman hale bile gelebilmektedir. Aynı damara, aynı tevhidî duruşa sahip olmalarına rağmen, birtakım yorumların etrafında gruplar oluşturmak, tefrikanın temel sebebidir. İslâmî anlayışını dar kalıplara ya da dar alanlara sıkıştırıp kendilerini kendilerinden çok da farklı olmayan diğer Müslümanlara kapatan kimseler, aslında, bütünleşerek bir ümmet inşâsına giden yolu tıkamaktadırlar.

Yüce Kur’an’ın kuşatıcı ve kurucu ilkeleri etrafında bir bütünlük oluşturmak mümkünken, yorumsal farklılıklara dayalı hizip ve/veya gruplar oluşturmak ve bunda taassup göstermek, ümmetin aslında var olan potansiyelini yiyip bitirmektedir. Elbette, ümmet içinde farklı algılamalar, farklı kanaatler olacaktır, olmalıdır da. Ancak, sorun; bu farklılıkları ümmetin bütünlüğüne giden yolda bir engel haline getirmekte yatıyor. Bir diğer nokta; var olan mevziî (lokal) çalışmaları yapanların, bu çalışmaları yeterli görmeleri ya da bununla iktifâ etmeleridir. Bilinmelidir ki, bu çalışmaların hiçbirisi, kuşatıcı olamamakta, tevhid eksenli düşünen Müslümanların tümüne kendini açamamaktadır.

Kur’anî İlkeleri Kim ve Nasıl Belirleyecek? Hepimizi Bağlayacak, Yoruma Kapalı Muhkem İlkelerimiz Yok mudur?

Peki, Yüce Kur’an’ın kuşatıcı ve kurucu ilkelerini kim belirleyecek? Burada da yorumlar gündeme gelmeyecek mi? Bunun cevabı hiç de zor değildir. Bir İlâhî yürüyüşün ana hatları Kur’an’da ve Peygamber’in (s.a.s.) şahsında o kadar açık ve nettir ki, açıklığının parlamasından insanlar onları göremiyor. Hiçbir yoruma tâbi tutmadan Yüce Kur’an’ın apaçık âyetlerini ve onu yaşayan Peygamber’i (s.a.s.) okuyan herhangi bir kimse, yüzyıllar içinde oluşmuş bilgi, yorum veya kanaatleri bir kenara koysa, kurucu ilkeleri zorlanmadan ayırt edebilir. Bilginin çokluğu, bazen yalın bilgiye ulaşmada engel olabilmektedir. Önümüzde o kadar çok bilgi var ki, bu bilgiler vahyin parıldamasını ve onun hikmetini âdeta gölgeliyor. Hatta mezhepler, gruplar, cemaatler bu yorumsal alanı oluşturan bilgilerden neş’et etmiştir. Apaçık delilleri (âyât-ı beyinât) bırakıp, beşerî tandanslı bilgi, yorum ya da kanaatleri ön plana çıkarmanın bir sonucudur aslında bu parçalanmışlık. "İnsanlar bir tek ümmetti. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak, kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilâfa düştükleri hakkı, izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir." (2/Bakara, 213)

Gerçek anlamda dünyanın gördüğü en köklü değişim ve dönüşümü gerçekleştirerek çağ kapatıp çağ açan, sadece Kur’an’dır. Kur'an çağ kapatıp çağ açmıştır. Kur'an'la, câhiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır. Kur'an'la birlikte, Kur'an'ın oluşturduğu yeniçağın adı asr-ı saâdet; inkılabçı insanın adı da müslüman'dır artık. Ama şimdilerde, örnek alınacak “asr-ı saâdet” kabulü bile tartışmaya açılmakta ve “entegrizmle” yaftalanarak, Müslümanlar bugünü inşâda model olarak alacakları bu büyük imkândan mahrum bırakılmaya ve böylece her kafadan farklı çıkarımlar kolayca yapılabilmesine uygun vasat hazırlanmaya ve vahdetin önünü kesecek yaklaşımlar üretilmeye çalışılmaktadır. Eğer hepimizi ve her devir ve şartta bağlayan ortak, muhkem, değişmez ilkelerimiz ve bu ilkelerin ışığında, güzel örneğimiz, ilk şahid ve modelimiz olan asr-ı saâdetimiz yoksa, ortak bir dinimiz ve dolayısıyla iman kardeşliğimiz de yok demektir. İslâm’ın bizi kardeş kılan imanî esaslarını ve sâbitelerini “post modernizm”in ve “pragmatizm”in çözücü, bireyselleştirici, ayrıştırıcı, çürütücü etkisinden korumalıyız. Ortak akîde ve ilkelerde kardeşleşmekte, Allah’ın ipine topluca sarılmakta ve câhiliye toplumunu bu ortak değer ve ilkeler istikametinde dönüştürme mücadelesinde, her şeye rağmen ısrar etmeliyiz.

Peki, Kur'an, aynı Kur'an olduğuna göre, bugünkü câhiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur'an okudukları halde, niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur'an, niye artık inkılab yapamıyor? Kur'an değişmemiştir, ama Kur'an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur'an anlayışı, Kur'an'a bakış, Kur'an'a yaklaşım değişmiştir. Kur'an, aynı Kur'an'dır, ama Kur'an'a yönelmesi gereken insan, Kur'an'a sahabe gibi yönelmiyor. Çeşme, bin dört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları fark eden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur'an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.    

"Elif, Lâm, Râ. Bu Kur'an, öyle bir Kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle zulumattan nura, herşeye galip ve hamde layık olan Allah'ın yoluna çıkarmak için onu sana indirdik." (14/İbrahim, 1); "O (Kur'an) sizi zulumattan nura çıkarmak için apaçık âyetler olarak kuluna (Peygamber'e) indirilmiştir." (39/Zümer, 39); "O bir peygamber gönderdi; Allah'ın açıklayıcı âyetlerini sizlere okuyor ki iman edip sâlih amel işleyerek zulumâttan nura çıkasınız." (65/Talâk, 11)

İslam’ın hedefi, câhiliyyeyi ortadan kaldırarak insanları her çeşit tutsaklıktan, câhilce düşünceden ve çirkin yaşayıştan kurtarmaktır. Bunun için de yeni ve faal/aktif bir kadronun oluşturulması lâzımdır. Bu kadro, düşünce yapısıyla, yaşama tarzıyla, sosyal düzeniyle (cemaat yapısıyla), değer yargısı ve kaynağıyla, kısaca her şeyiyle İslâm metoduna uygun hareket eden bir cemaattir. İşte, ancak böyle bir kadro, yeniden İslâm ümmetini oluşturur.

Kur’an gölgesinde hayatını sürdüren canlı Kur’an adayı Müslümanlar, câhiliyyenin önce kendi içlerindeki etkilerinden arınarak görevlerine başlamalıdır. Tüm câhiliyyeye karşı Kur’an’ın aldığı tavrı alan hamele-i Kur’an olan mü’minler, câhiliyye ile tüm bağlarını koparmalı, onun her çeşidi ve görüntüsüyle ölünceye kadar mücâdelelerini sürdürmelidirler. Kendi nefislerini devamlı hayra doğru değiştirmeye çalışan Kur’an talebeleri, ailesinden ve çevresinden başlayarak bütün dünyayı mutlak doğrunun (vahyin) ışığında değiştirmek için tüm imkânlarını seferber etmeye koşacaklardır. Evet, âhirette ihtimal olan azâbı ebedî ödüle dönüştürmek için tüm dünyayı değiştirmeye tâlip olmak; daha doğruya, daha iyiye ve daha güzele doğru. O zaman Kur’an’ın gerçekleştirdiği o en büyük inkılâbı, câhiliyyeyi yerle bir edip saâdeti asra taşımayı çevrelerinde değilse bile, mutlaka kendi içlerinde gerçekleştirmiş olacaklar, âhiretteki bitmeyen saâdete ulaşacaklardır. 

Ve Rabbimiz nasıl dua etmemizi de gösteriyor: “Ey Rabbimiz! Bizi Sana teslim olanlardan/müslümanlardan kıl, neslimizden de Sana teslim olan müslüman bir ümmet çıkar, bize ibâdet yerlerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin.” (2/Bakara, 128)

Yolların ayrılış noktasındayız. Muvahhid bir insan, tâğutları reddedip hayatının tüm alanlarını İslâm'ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat sürmek zorundadır. "Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır." (39/Zümer, 17-18) 

YAZIYA YORUM KAT

21 Yorum