1. YAZARLAR

  2. Enes Günaslan

  3. Darbe Sosyolojisi Bağlamında Tevhidi Duruş Krizi
Enes Günaslan

Enes Günaslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Darbe Sosyolojisi Bağlamında Tevhidi Duruş Krizi

27 Ağustos 2016 Cumartesi 08:37A+A-

"Bir sürüye salınan iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin (mal/iktidar) hırsıyla dinine verdiği zarardan fazla değildir."

Ka'b ibn Malik'den; Tirmizi, Zühd, 43,(2377)

15 Temmuzla birlikte gelişen sürecin henüz resminin tamamlanmaması yorumlarımızı kısıtlayabilir. Sistemi eleştiriyor olmak, darbecileri cesaretlendiren, darbecilere zımmi prim veren bir algıyı beraberinde getirmemeli. Biz Müslümanlar olarak her şartta ve zeminde adil şahitlikler yapmak zorundayız. Bakış açımızın eksikliği bir zaaf olarak gündeme gelebilir lakin malum olduğu üzere genel kanaat darbenin üst planlayıcısının ABD olduğudur. Darbenin eylem planının projelendirildiği ve koordine edildiği üssün de İncirlik olduğu büyük oranda teyit edildiği halde ulusal basında hususiyetle dillendirilemiyor.

Her şeyden önce dürüst olmamız gerekiyor. F. Gülen ve algısı üç yıl öncesine kadar kendisini toplumsal dönüşümde öncü kabul eden birçok İslami camia için rol modeldi. F. Gülen'e ve algısına karşı olmak ise, İslami bir gerekçeyle olmasından ziyade mevcut iktidarla ters düşmüş olunmasından kaynaklanan bir süreçti. Mevcut statüko içerisinde bir güç savaşı olduğu malumdur. Oluşan tablo tevhidi duruşu olan Müslümanlar için bir kazanım mıdır? Yoksa durum Müslümanlar için bir kan kaybı mıdır? Yaşananlar neticesinde üretilen demokratik argümanlar/söylemler sistem açısından taze kan toplama olarak algılanmalı mıdır? Hazindir ki işin bu boyutunu ve bu soruların cevabını herkesle konuşamıyoruz.

Meydanların Dili Üzerine:

Süreç itibari ile Türkiye sosyolojisi açısından da çok önemli hususlar ortaya çıkmış oldu. Türkiye'deki vatanperver Kemalist ulusalcılar tarafından "makarnacı, makarnayla, kömürle oy verenler" olarak tanımlanan insanlar, paletlerin önlerine siper olduklarında, vatanperver Kemalist ulusalcılar marketlerin önünde ve bankamatiklerde uzun kuyruklar oluşturdular. 'Bekle bizi İstanbul' diye devrimci şarkılar düzen sol, sokaklara çıkmaya cesaret edemedi. Gece vakti İstanbul Büyük Şehir  Belediyesi önündeki süs havuzlarında abdestlerini alan vatandaşların tarihin bu kırılma anına canlarıyla şahitlik ettiklerini mobeselerden izledik. Lakin sonrasında meydanlarda patavatsızca tüketilen bir propaganda dili mevcudiyet kazandı.

Hayatlarını mukaddes bir karşı koyuşla kaybetmiş ve millet adına büyük bir  ödemiş insanımızın 'Demokrasi Şehidi/Havarisi' olarak tanımlanması, meclisin 'Demokrasinin Kıblegahı' olarak ifade edilmesi, kendi İslami muktesebatımız açısından tam bir garabet halinde olduğumuzun göstergesiydi. Tekbirlerle başlayan darbe direnişi, sonrasında demokrasi kutsaması/savunması olarak tanımlandı.Üstelik demokrasi bu coğrafyanın özüyle yaşanmış bir tecrübe değilken. Eğer darbe başarılı olsaydı, F.Gülen'in Türkiye'ye geliş senaryolarını Humeyni'nin İran'a dönüşüne benzetecek kadar yakın tarihten bihaber bakanların, politikacıların varlığı ve başbakanın bu yaklaşımı, 1979 İran İslam Devrimi sonrası İslam'a karşı geliştirilen bir devlet refleksinin oluşturduğu ayrı bir patolojidir.

Bu sürecin yaşanmasına sebep olan saikler neler, bundan sonra bu saikler tetikleyici olacak mı? Bu sorulara cevap bulmak ve  milletin doğru enforme edilmesi ve bilinçlendirilmesi hususunda üstümüze vazife edinmek durumundayız. Bunu siyasilerle olan ilişkimiz adına değil, toplumla olan organik bağımız adına yapabilmeliyiz.

Ben halkın göstermiş olduğu duyarlılığa demokrasi nöbeti değil, daha içerden ve derinden bir tanımlamayla 'mevcudiyet nöbeti' demeyi tercih ediyorum. Darbenin daha ilk saatlerinde herhangi bir çağrıya da ihtiyaç duymadan paletlerin altına yatan gençler, neyin mevcudiyeti için bunu yaptılarsa, bu Müslümanları sonuna kadar sorumlu addediyor. Siyasilerin, demokratların ya da hamasetçilerin çağrıları için değil. Meydanların ruhu ile meydanların dili arasındaki uçurumu görmemiz gerekiyordu. Meydanlarda bulunup bulunmama halini Müslümanların tevhidi duruşunu test etme argümanı olarak değerlendirmek çok sorunlu bir yaklaşım olsa gerektir. İlkesel yaklaşımların farkında olan Müslümanlar nerede olurlarsa olsunlar, herhangi bir komplekse kapılmadan duyarlılık sahibi insanlarla/ortamlarla temaslarını sürdürmek durumundaydılar. Meseleyi bu şekilde anlamak beraberinde bir sorumluluk da getiriyor. İtiraf etmemiz gereken husus bu sorumluluğu üstlenmekten uzak duruşumuzdur.

Meydanları ve sokakları teyakkuza geçiren sadece insanların siyasi tercihleri değildi. Ya da Ak Partinin sağlamış olduğu istikrardan memnun olan kitlelerin mevcut hali muhafaza eylemi de değildi. Biz Müslümanlar, coğrafyadan, vatandan, toplumsal aidiyetten, zulmün bariz saldırılarından her daim sorumluyuz ve izole değiliz. Bunun tevhidi duruşla sorunlu bir ilişkisi yoktur. Darbe sürecinin Müslüman kamuoyuna doğru bir şekilde anlatılması, küresel aktörlerin ve melanet şer odaklarının lobi çalışmalarına karşılık etkin temas noktalarının oluşturulması ve Türkiye'de farklı İslami kesimlerin darbeye karşı duruşunun nasıllığına yönelik, fikir üretmek zorundayız.

Ateş hattına ölüme kendiliğinden koşan insanların hissiyatını salt demokrasi savunuculuğu ile açıklayamazsınız. Bir anda açığa çıkan direnme bilinci, bu topraklara aidiyet hissinden başka bir şey değildi. Darbenin önlenmesinden sonra meydanları eğlence ve şov yerlerine çevirenler, sahnelerde boy göstermek için iki günde şarkı türkü besteleyenler, alanlarda verdiği pozlarla en kahramanın en vatanseverin kendisi olduğunu kanıtlamaya çalışanların vs. elbette ki farkındayız.

Vatan ve toprak bağını yalnızca ulus devlet argümanı olarak algılamamızın yanlış olduğunu fark etmemiz gerekiyor. İslamcılık bahsinde ümmet olma algısında, topraktan kopma tezleri belki de bu algılara sebep oluyor diyebiliriz.

Manevi Baronların Darbelere Karşı Direnci:

Yaşanan hadiselerle ilgili Türkiye'de şeyhler, dervişler, ermişler, mübarekler vs. üzerinden kitleselleşen grupları ve bunların hangi İslami saiklere dayandığını yorumlamak durumundayız. Bu akıl almaz kalkışmayı ve sonrasındaki eylemleri yapabilen alçaklara dini motivasyon sağlayan Pensilvanya'daki kardinalin hangi saiklerle bunu yapabildiğine bakılması gerekiyor. Türkiye'de cari olan şeyh, gavs, kutup, mübarek, muhterem gibi zatların (istisnai zatların olduğunu unutmadan) tabanlarına hangi argümanlarla hitap ettiklerine bir bakalım. Temel saik, "Her mürid gassal elinde meyyid gibidir." düsturudur. Onlarca benzer temel argüman sayılabilir. Bu patolojik gelenek, kullanımı ve manipülasyonu kolay nice zümrelerin oluşumuna katkı sağlamaya devam edecektir. Allah'ın dinini Allah'ın kullarının tasallutundan uzak, Kur'an'ın ve Hz. Peygamberin örnekliği üzerinden okuyamazsak bu "Son Devrin Din Manyakları" zümresiyle ve  yepyeni musibetlerle yolumuza devam edeceğiz.

İslam'ın kurucu ve merkezi rolünün bu mübarek isimler ve kadrolara devredilemeyeceğinin kamuoyuna hatırlatılması gerekiyor.

Şu an FETÖ olarak isimlendirilen yapının yıllardır üç hususta avantaj sağlayan bir organizasyon olduğunu unutmayalım. Bunlar; bir örgütlenme yapısına sahip olmak, bir kadroya sahip olmak ve en önemli avantaj olarak üçüncüsü bir felsefeye sahip olmak. Tüm bunların yanı sıra bu organizasyonun Türkiye merkezli büyümesinde esas olan üç faktör daha mevcuttur. Birincisi, 1980 sonrası İran İslam Devrimiyle birlikte siyasal İslamlaşma yönelimine karşı geliştirilen devlet refleksi. İkincisi mevcut merkez sağ siyasilerinin -buna Ak Parti kadroları da dahil- konjonktürel oy hesapları. Üçüncüsü ise, ordunun kurmay sisteminin yerli olmayan NATO konsepti ile dizayn edilmesi.

Merdiven Altı Direniş Aktörleri:

Gezide hortumla sıkılan sudan direniş destanları çıkaran sol kesimlerin de, ideolojik okumalar yapan toplumsal kuramcıların da Türkiye toplumu adına geliştirdikleri tezlerini gözden geçirmeleri gerekiyor. 27 gün süren yaklaşık 59 milyon insanın katılımıyla gerçekleşen nöbetlerde bir tek insanın burnunun dahi kanamaması, bir kaldırım taşının dahi sökülmemesi, bir kepengin dahi taşlanmaması Türkiye'de yepyeni bir direniş ahlakının oluştuğuna işaret ediyor olabilir. Akif Emre'nin Yeni Şafakta 'Meydanların Dili' başlığıyla yayınladığı yazısında ifade ettiği gibi, bunca yaşanmış destansı hikayeye rağmen yeni bir slogan, yeni bir görsellik, bir şarkı sözünün bile üretilememesi ("Darbe Yapacakmış Bak İte Hele" şarkısı hariç tabi) estetik kaygılarımız açısından da gerçekten çok düşündürücü.

Meydanların Sosyolojik Dökümü:

'Meydanlarda kimler yoktu?' sorusu üzerinden özellikle de ilk haftaları baz alarak gözlemlerimiz neticesinde bazı argümanları paylaşmakta fayda olacağı kanaatindeyim. Meydanlarda sekiz farklı toplumsal kesimin belirgin bir yer almadığını ya da hiç bulunmadıklarını  vurgulayarak kabaca bir tasnif yapmamız gerekirse :

1. Malumunuz "Parelelciler" diye tanımlanan badem bıyıklı abiler ve muhterem ablalar.

2. Gezici/Ulusalcı Cumhuriyetçiler (Tercihen yeşilin dostu, çevreci ve hayvan haklarına duyarlı olan kesimler.)

3. İş adamları (Özellikle son 10-15 yıllık süreçte ciddi sermaye ve ihale hacmi kazanan muhafazakar para baronları.)

4. Hdp/Pkk/Etnik Ulusalcılar (TC şeklindeki jargonlarıyla 80 yıldır devlet bizim anamızı ağlattı diyerek 30 küsür yıldır milletin ve bölgenin anasını ağlatanlar)

5. Sanatçılar (Sahil turizminden hoşlanan darbe sürecini ve sonrasını bronzlaşmakla meşgul halde geçirenler-Cumhurbaşkanlığı resepsiyonlarında ve iftarlarında onur konuğu olanlar)

6. Neo-Menkıbeciler (Ramazanların vazgeçilmez Tv hocaları / Sultan Ahmet ve Eyup meydanlarında hatırı sayılır meblağlarla dokunaklı hikayeler anlatan çok kıymetli üstadlar ve medya profesyonelleri.)

7. Süleymancılar diye bilinen daha ziyade Kur'an kursu ve ortaöğretim yurtları çalışmalarıyla toplumsal bir meşruiyet kazanmış batini/ezoterik eğilimleriyle sessiz bir kitle hareketi olan yapı.

8. Temel İslami ilkeler/algılar bağlamındaki yaklaşımlarla, demokrasinin ifsad edici yönünü vurgulayarak meydanlarda yer almanın doğru bir duruş olmadığı tercihinde bulunan kısmi bir çevre.

Netice itibari ile meydanlara hakim olan söylemin tek bir siyasal ses ve devletçi bir tona bürünse de, millet sağduyusu ile memlekete dair sözünü canı pahasına söylemiştir.

Yukarıda sekizinci madde bağlamında yorumlayacak olursak, biz Müslümanlar laik-demokratik sistemlerden beri olsak bile, darbe gibi zorbalıklarla halk iradesinin ipotek altına alınmasına karşı çıkmak durumundayız. Çünkü Allah, toplumların kendi özlerini değiştirmek noktasında kendi kaderleri üzerinde söz sahibi kılıyor. Sisteme karşı mücadelesini ve tevhidi duruşunu adil bir muhaliflik yerine, neredeyse Ak Parti düşmanlığına indirgeyen bir yaklaşımla, davetin muhatabı olan halk kitlelerini doğru anlamaktan ve adil bir örneklik sergilemekten uzak bir tutum sergileniyor. Darbeye karşı gösterilmesi gereken ciddi tepkinin gösterilmemesi, bu bizim davamız değil, biz bu kavganın tarafı değiliz, bırak yesinler birbirlerini şeklindeki bir yaklaşım, darbe karşısında gösterilen direnci itibarsızlaştırmak anlamına geliyor. 

Demokrasi nöbetleri tutan kitleler arasında ilkesizce eriyenlerden olmayı savunmuyorum elbette. Vasatta durmaya ve meseleyi tevhid, adalet ölçüleriyle değerlendirerek davetçi sorumluluğu taşımamız gerektiğini ifade ediyorum. Kendisini İslam'a nispet eden, fıtri bir hürriyet arayışı ile tankların önüne yürüyen mazlum halkı anlamak, darbeciler karşısında konumlanmak ve bu mazlum halkın hukukunu savunmak zorundayız. Halkın seçtiği hükümeti darbeyle devirmeye kalkışan ve halkı katletmeye yönelen darbecilere karşı koymak, bu hissiyata sahip insanlarla bir arada olmak Ak Partilileşmek anlamına gelmiyor. 'Bütün aşklar böyle başlar' diyerek meseleye mizahi bir hava da katılabilir lakin ortada bariz bir zulüm varken mesele bu şekilde okunmamalıdır.

Filistin meselesinde Müslüman camialar olarak yıllarca İsrail'in karşısında durduk ve durmaya devam ediyoruz. Filistin'in yanında durduğumuzda Filistin'in başında laik -demokrat lider Yaser Arafat iktidarı vardı. Biz İsrail'in karşısında dururken bu şekliyle Arafat'ı mı desteklemiş olduk. Bu şekilde düşünmek ne kadar doğru? Aynı şekilde Bosna direnişine katılarak şehit olan ağabeylerimiz var. Bosna halkının dindarlığının Türkiye ile mukayese edilemeyecek derecede geride olduğunu hepimiz biliyoruz. Aliya İzzet Begoviç üstadın demokrasi hususundaki maslahatını yakinen tanıyoruz. Ama tüm bunlara rağmen kendisini İslam'a nispet eden mazlum bir halkın yanında olduk. Olmalıydık da.

Hatırlayın! Risalet öncesi hakkı gasp edilen bir müşrik Kabe'nin duvarına yaslanarak: 'Benim hakkımı alacak kimse yok mu aranızda?' dediğinde Hz. Peygamberin adresini işaret ettiler. Sonrasında Allah'ın kendisine elçi olarak görevlendireceği Hz. Muhammed Aleyhisselam, sen önce müşrik misin, Müslüman mısın demiyor. Bir müşriğin hakkını alabilmek için bir başka müşriğin kapısına dayanıyor. İnsanlar bizim adil ve emin kimliğimizi nasıl tanıyacaklar? Zulme karşı olduğumuzu söylemek teorik olarak yeterli olmuyor. Bunu zulme uğrayanların yanında yer alarak ete kemiğe büründürmemiz lazım. Bu büyük bir sorumluluktur üzerimizde.

Bölge Potansiyelleri ve Güç Çatışması:

Montesguieu'nun  'Az gelişmiş ülkeler kendi ordularının işgali altındadır' diye Türkiye gerçeğini de ifade eden güzel bir sözü var. Türkiye'de Ak Parti'nin demokratik seçim sistemiyle küresel bir sistem çatışması yaşamadan iktidar olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu kazanılan tüm seçimlerle de sürekli tahkim edilmiştir. Ak Partinin Demokratlık vurgusunu sürekli yapması ve küresel ekonomik sisteme eklemlenmeyi kabullenmiş olmalarına rağmen niçin darbeye kalkıştılar? Tüm bunlara rağmen neden rahatsız oluyorlar? Bölgenin enerji kaynaklarını ve nakil yollarını kontrol altında tutabilmeleri, İsrail'i güvenlik altında tutabilmeleri ve bölgede yeniden İslami bir dirilişin oluşmasını engellemeyi ancak bu şekilde mümkün görüyorlar. Sadece Türkiye için değil mesela 1992'de Cezayir'de FIS'in (İslami Selamet Cephesi) %54 gibi ezici bir çoğunlukla kazanması üzerine 80.000 kişinin hayatını kaybettiği iç savaş başlatıldı. İhvan-Müslimin hareketi, Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan gibi siyasilerin ve Karadavi gibi alimlerin teşviki ile seçimlere girerek %65 oyla iktidara gelmesi neticesinde Mursi ve kabinesi askeri darbe neticesinde Tahrir olaylarıyla birlikte alaşağı edildi.

Ak Partinin bölgede bağımsız inisiyatifler alması, bölgede İhvan'dan yana, Suriye'de Muhaliflerden yana, Filistin'de Hamas'tan yana gibi inisiyatifler alması küresel egemenleri rahatsız etti. Yerli politikalara ve yerli inisiyatiflere kısmi de olsa tahammül göstermiyorlar. Türkiye'nin laik ve demokratik bir ülke olması onlar için yeterli olmuyor. Her şeye rağmen emperyalist demokrasilerin kırmızı çizgilerine riayet edilmesi gerekiyor. Bölge halkı tevhidi bir bilince ulaşmasa bile, kök değerleri itibari ile İslami bir diriliş potansiyelini bünyesinde bulundurduğu için bu potansiyel küresel egemenler için muhtemel bir tehdit olarak algılanıyor.

Türkiye'de darbecilerin sadece Gülenciler olmadığı malum. Nitekim yeniden bir darbe riski ortadan kalkmış da değil. Ergenekoncular, ordunun alt kademelerinde kriptolaşmış Gülenciler vs. var. Sadece Gülencilerin değil neredeyse tüm ordunun darbeci bir zihniyetle yetiştirildiği herkesin malumudur. Ulusalcı sol kesimlerin amansız sessizliği de  kanaatimizi pekiştirir niteliktedir. Eski itirafçılardan Nurettin Veren'in ifadesiyle tüm bu süreçteki budamalara rağmen TSK içerisindeki varlık oranlarının % 70'lerde olduğu beyanı ise yaşadığımız onca hayrete bakıldığında hiçte yabana atılacak bir beyanat gibi durmuyor. Çeşitli basın kaynaklarına göre ortalama 1400 küsürü emniyet müdürü olmak üzere yaklaşık 42.000 polisin bu yapıya hizmet ettiği ifade ediliyor. Lakin süreçle birlikte halkın %80'lerin üzerinde güven duyduğu TSK, İslamlaşmanın ve Müslümanlaşmanın önündeki önemli bir engel olarak halkın gözünde nitelikli bir düşüşle belli bir noktaya gelmiş oldu.

Aldatıldık Söylemi ve Samimiyet Testi:

Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan gördüğümüz kadarıyla samimi bir itirafla 'Aldatıldık' şeklinde bir nedamet getirdi. Her ne kadar 'Aldatıldık' söyleminin devlet aklı açısından bir şey ifade etmeyeceği bilinen bir gerçek iken bu söyleme akademisyenler ve bürokratlar da sonradan dahil oldular. Peki Gülen'in Erbakan'a yaptıkları ortadayken R.Tayyip Erdoğan Erbakan'ın yanında değil miydi? 28 Şubatta darbeci generallere mektup yazıp bütün okulların anahtarlarını teslim etmeye hazırım dediğinde bu kripto bir bilgi değildi. Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan'ın bir öz eleştiri yaparak 'ne istedilerse verdik' dediğini hatırlıyoruz. Ne istedilerse verdiklerinin hesabının verilmesinde millete karşı daha şeffaf olunması gerektiğini ifade etmemiz lazım.

Akademisyenlerin, aydınların özellikle de ilahiyatçıların hemen hemen hepsi şimdi esaslı birer Gülen karşıtı. F.Gülen'in İslam hakkında yaptığı onca eklektik ve sapkın yoruma rağmen zamanında, "Bir Fetullah Gülen kolay mı yetişiyor. Sizler hocanın pabucunu bile yetiştiremezsiniz." diyebilen M.İslamoğlu gibi düşünürler nedamet getirirken zorlanacaklardır diye düşünüyorum. Yani nasıl bir hadisedir ki Gülen ve Ak Parti çatışması sonucunda Müslüman camialar pozisyonlarını sorgulamak durumunda kaldılar. Peki ya Kıymetli ağabey M.Ali Durmuş hocanın kitabına da isim olan 'Abant Konsilleri'ne katılanlar! Yani Abant Toplantıları'na katılarak beraber imza atan fetva sahibi alimler. Referans verdiğimiz kitapla birlikte, O toplantılarda İslam'ın demokrasiyle, laiklikle, küresel kapitalizmle sentezlenmesinin altına kimlerin nasıl imza attığını okuyabilirsiniz.

Bu hocaların ve entelektüellerin bu milletle yüzleşmeleri gerekiyor. Özellikle de kanaat önderleri ve ilahiyatçıların F.Gülen ve Algısı hususundaki pozisyonlarını İslamcı yazar Mehmet Pamak ağabeyin bir benzetmesiyle ifadelendirerek bitirmeye çalışalım. Mehmet Pamak bahsi geçen bu kesimlerin bu algısal pozisyonlarını 'Abdulmuttalib Mantığı' olarak tanımlıyor. Peki nedir Abdulmuttalib mantığı?

Kabe önlerine gelerek Kabe'yi yerle bir etmeyi planlayan Ebrehe'nin çadırına cesurca ve büyük bir cüretle giren Abdulmuttalib karşısında şaşıran Ebrehe Abdulmuttalib'e 'ne istiyorsun?' diyor. O da: 'Ben develerim için buradayım.' diyor. Ebrehe şaşkınlıkla: 'Yahu ben atalarının ve dininin tapınağını yıkmaya geldim diyorum, sen develerim diyorsun' diyor. Abdulmuttalib de cevaben: 'Ben develerin sahibiyim onları korurum. Kabe'nin sahibi ise Allah'tır. O kendi evini korur.' diyor. Bu mesel siyerlerde öylesine olumlu bir üslupla anlatılmıştır ki maalesef Müslüman çoğunluğun zihniyeti Abdulmuttalib mantığı ile çalışıyor. Yani adamın dinine, imanına saldır, öncelikli bir tepki göstermiyor. Yani bu zamanlara kadar İslami mülahazalar bağlamında Türkiye sosyolojisinin de F.Gülen ve Din Algısı hususunda  samimi ve öncelikli bir tepki gösterdiğine kısmi isimler ve çıkışlar hariç şahit olamadık.

Hakikati aramak yerine hakikati kullanmak temel amaç olduğu sürece toplumun geleceğine dair adilce bilgi ve argüman üretmek kesinlikle bu günkünden daha da zor olacaktır.

 

YAZIYA YORUM KAT