1. YAZARLAR

  2. Turgay Uzun

  3. Celladına aşık olmak mı, Stockholm sendromu mu?!
Turgay Uzun

Turgay Uzun

Yazarın Tüm Yazıları >

Celladına aşık olmak mı, Stockholm sendromu mu?!

02 Ağustos 2010 Pazartesi 15:07A+A-

1973 yılında İsveç'te bir banka soygununda, soyguncular tarafından rehin alınanlar kendilerini, sanki soyguncularla aynı taraftaymış gibi hissederek onların tarafında yer almışlar ve polisin operasyonuna soyguncularla birlikte direnmişlerdi.

Psikoloji literatürüne 'Stockholm sendromu' olarak geçen bu davranışın altında, özellikle güçlü baskı ve şiddete maruz kalan kurbanların, bu şiddet ve baskıyı uygulayan kişi karşısında acziyetin en üst noktasında bulunduklarını göstererek kendilerini kurtarabileceklerine yönelik inanç yatmaktadır. Diğer yandan, bu durumdaki kişinin kendisine karşı olan en küçük bir olumlu davranışı büyüterek eylemcinin aslında "iyi insan" olduğuna kendisini inandırması da bu sendromun oluşmasını sağlamaktadır. Bazen de dış dünyadan izole edilen kurbanların, eylemcilerin amaçlarını anlamaları hatta onlara haklılık vermesi de bu duygunun oluşumunda etken olabilir.

Yüz binlerce kişinin ağır mağduriyetine, fiziksel ve ruhsal olarak yara almasına neden olan, demokrasiyi ortadan kaldırarak ülkeyi bir işkencehâneye çeviren 12 Eylül askerî darbesinin ürünü olan bir anayasanın değişmesine, demokratikleşmesine karşı çıkılmasını anlamak için herhalde bu tip psikolojik değerlendirmelere başvurmak gerekmektedir. Belki de bu tip bir davranış biçimini aslında, 12 Eylül darbesinin insan zihinlerinde bıraktığı travmatik bir sonuç olarak da algılamak mümkündür. Bu travmatik durum, siyasal sistemin demokratikleşmesi ve normalleşmesi karşısında en büyük engeli de oluşturmaktadır. Dünyanın hiçbir yerinde, kendisini "demokrat" olarak tanımlayan bir kişinin, hele hele bir askerî darbenin mağduru olan birisinin, darbecilerin milletin kafasına "vura vura" kabul ettirdiği faşizan bir anayasayı, böylesine "cansiperane" biçimde savunması açıklanabilir bir durum değildir.

12 EYLÜL MAĞDURU DEĞİL MİYDİNİZ?

12 Eylül rejiminin 17 yaşında olmasına bakmadan yaşını büyüterek idam sehpasına çıkarttığı Erdal Eren'in çevresinden bazıları, böylesi bir travmatik durum sonucu olsa gerek, anayasayı beğenmeseler de "hayır" oyu vereceklerini açıklamışlar. Bu açıklamanın en "dehşetengiz" yanı, iktidarın kendi mağduriyetlerini kullandığı ve itibarlarının iade edilmesine de gerek olmadığı yönündeki cümleleri. Benzer bir psikolojik tavır da yakın zamanda Alevi cemaatinin önde gelenlerinden bir zât tarafından yapılmıştı. Kendisine gösterilen, şahsına yönelik suikast tertibi kanıtları karşısında donakalmış ancak kısa bir süre sonra, malum sendromun etkisiyle olacak, kendini öldürmeyi planlayanların "ekmeğine yağ sürecek" açıklamalarda bulunmuştu. Bu toplumda "cellâdına âşık olma" durumlarını birbirinden farklı kesimlerde de gözlemlemek ve örnekleri çoğaltmak mümkündür.

12 Eylül'de yapılacak olan referandum bir yönüyle siyasal kesimler açısından çok önemli bir samimiyet sınavına dönüşmüştür. Bu oylamada, "hayır" oyu vermenin kendisine demokrat, yurtsever, milliyetçi veya solcu diyen bir kişi açısından açıklanabilir hiçbir nedeni yoktur. Bu tavrı halka anlatmak da kolay değildir. Zaten "hayır" cephesinde yer alanlar, bu zorluğu yenebilmek için dolaylı anlatımlara ve niyet okuma yöntemine başvurmakta, adeta Anayasa Mahkemesi'nin, iptal ettiği maddelere gerekçe bulabilmesinin zorluğu ile aynı düzeydeki zorluklarla cebelleşmektedir. Bir siyasal hareketin böylesi bir duruma düşmesi çok rastlanır bir durum olmamasının yanında oldukça da ibret vericidir.

Bu süreçte, CHP, MHP ve BDP'nin oldukça zorlu bir sınavdan geçmekte olduğu ve kendi siyasal geleceklerini riske ettiklerini söylemek de mümkün. Bu üç partinin de, referandumdan "evet" oyunun çıkmasının Başbakan Erdoğan ve partisinin desteğini artıracak ve iktidarını sağlamlaştıracak olması olasılığına karşı, tamamen "siyaseten" "hayır" kampanyasına sarıldıkları görülmektedir. Yoksa her üç parti de 12 Eylül darbesinin mağduru olmuş, bu partinin yöneticileri yargılanarak, kimisi Mamak, kimisi Metris kimisi de Diyarbakır cezaevlerinde işkencelerden geçmiş kişilerdir. Bu partilerin, bir darbe anayasasının değişmesine normal şartlarda destek olması beklenirken, agresif bir biçimde "hayır" kampanyası yürütmelerinin, belki de sadece Stockholm sendromuyla açıklanabilecek kadar zor bir konu olduğu ortadadır.

12 Eylül sabahı evlerinden alınıp Mamak zindanlarında, C-5 hücrelerinde işkenceye alınan MHP'li ve ülkücülerin herhalde bu acı hatıraları unutmaları çok kolay olmasa gerektir. Uğrunda yaşamlarını feda etmekten çekinmedikleri İstiklal Marşı'nı, başlarına coplarla vurarak zorla söyletenler, aynı zamanda bu anayasanın da mimarlarıdır. Zaten bunun bilincinde olan bir grup ülkücü de referandumda "evet" oyu vererek o anlarda çektikleri acılara karşı, geç de olsa 12 Eylül anlayışına karşı duracaklarını açıklayarak, MHP yönetiminden farklı düşündüklerini açıkladılar. MHP yönetiminin olası bir "evet" sonucu karşısında, sürdürdükleri bu kampanya açısından, siyasal sorumluluğun gereğini yerine getirip getirmeyeceklerini de diğer "hayırcı" partilerle birlikte açıklaması da gerekiyor. Yoksa referandum sonunda "milletimiz böyle karar vermiştir. Saygılı olmak gerekir" gibi cümlelerin kurulması bu tarihsel sorumluluğun yükünü ortadan kaldırmayacaktır.

Nasıl ki, MHP ve ülkücü hareket içinde farklılıklar varsa sol kesimde, Ergenekon süreciyle başlayan belki de çok daha derin bir kırılma gözlemleniyor. Gerçekten demokrat ve özgürlükçü sol gruplar bu davayı önemseyerek, Türkiye'nin hukuk devletine dönüşebilmesi için bir fırsat olarak görürken, askerî vesayet rejiminde kendilerine bir yer bulma veya var olanı kaptırma endişesi içindekiler ile Kemalizm ile Marksizm'in farkını algılayamayanlar, Ergenekon felsefesine bir ucundan destek verenler de "yiyin birbirinizi" diyerek, bu davayı anlaşılması güç nedenlerle önemsemediler. Şimdi ise, referandum süreci sol hareket için çok önemli bir hesaplaşma şansını beraberinde getiriyor. Yıllardır 12 Eylül karşıtlığını bir "mit", siyasal tavırlarının en önemli sembolü haline getirenler, 12 Eylül'de idam edilen gençlerin hatırasına saygı gösterenler için 12 Eylül 2010 çok önemli tarihî bir fırsat anlamını taşımaktadır. Bu sorumluluktan kaçanlar da, ileride torunlarına "12 Eylül anayasasına nasıl destek verdiklerinin" gerekçesini hazırlamaya şimdiden başlamalıdırlar.

Tarihsel sorumluluk için güçlü bir "evet"

Referandumda değişik kesimler "hayır" oyu vereceklerini açıklayarak aslında tarihsel bir dönüşüme, demokratik Türkiye projesine ortak olmaktan da vazgeçmiş olmaktadırlar. Gerçek demokratlar ve aydınların, bir hukuk devletinde ayırımsız biçimde yaşamak isteyen herkesin, Türklerin, Kürtlerin, Alevilerin, laiklerin ve dindarların 12 Eylül rejiminin mağduru olmuş sağdaki ve soldaki tüm kitlelerin tekrar düşünerek ilkesel karar vermesi ve bu anayasayı elbirliği ile tarihin çöplüğüne göndermeleri gerekmektedir. Evet, bu değişiklikler yeterli görülmeyebilir; ancak açlıktan ölmek üzere olanların da artık yemek seçmesi düşünülemez. Mevcut duruma göre her iyileştirmenin koşulsuz biçimde desteklenmesinin hem sağ hem de soldaki demokratlar için tarihsel bir sorumluluk olduğu açıktır. 12 Eylül'ün yıldönümünde, 12 Eylül anayasasına, darbelere, idamlara, işkencelere, baskılara, vesayet rejimine güçlü bir "dur" diyerek, yeni ve güzel günlere giden kapıyı aralamak için sadece bir "evet" oyunun yeteceği unutulmamalıdır.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT