1. YAZARLAR

  2. Uğur Kömeçoğlu

  3. Çatışma sonrası toplum (1)
Uğur Kömeçoğlu

Uğur Kömeçoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Çatışma sonrası toplum (1)

21 Haziran 2011 Salı 16:31A+A-

Kürt hareketi Parlamento'da son 30 yılda elde edemediği daha etkin temsil kabiliyetini artık kazanmıştır.

Leyla Zana gibi 10 yıl hapis yatmış sembolik isimlerin yeniden Meclis'e girmesi ve BDP'nin bağımsız adaylar yoluyla 36 milletvekili çıkarması Kürt hareketinde bir dönüm noktasıdır. Şiddeti benimsemiş bütün toplumsal hareketlerin yaşadığı açmazlar siyasi temsil gücünün elde edilmemiş olmasından kaynaklanır. 2011 seçimlerinden sonra ise Kürt hareketinin elinde ölmeyi ve öldürmeyi meşrulaştıracak manidar bir gerekçe kalmamıştır. Bütün anlamlı talepler için siyasi mücadele yolları açılmıştır. Bugün Kürt hareketinin elde ettiği meclis gücünün ardında iktidar partisinin hazırladığı siyasi ve toplumsal süreçlerin önemi yadsınamaz bir düzeydedir. İktidar partisi Kürt hareketi üzerindeki tek parti döneminden kalma ulusalcı baskının ortadan kalkmasına yardımcı olmuştur. Kürt sorununu sadece kan dökerek çözmek isteyen vesayetçi siyasi ortam sürseydi ve farz-ı muhal Türkiye son 8,5 yıldır ulusalcı koalisyonlarla yönetilseydi, Ergenekoncu süreç engellenmeseydi, Kürt hareketi bırakınız 36 milletvekili ile Meclis'e girmeyi, vücut ve varlığını ortadan kaldırmaya çalışan bir stratejiyle karşı karşıya kalmaya devam edecekti. Ya gerçekten vahşi yöntemlerle varlıkları ortadan kaldırılacak ya da karşılıklı olarak kan gövdeyi götürecek, sürecin ekonomik ve politik rantını sömürmeye devam edenler olacaktı. Bugün ise seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra Selahattin Demirtaş "... başarılı olabilirsek bir çatı partisi olarak iktidara yürüyeceğiz" demiş ve hareketin siyasi çıtasını retorik düzeyinde yükseltmiştir. Ölmeyi ve öldürmeyi mümkün kılan toplumsal koşullar ortadan kalktıysa, şiddeti sürdürmenin gerekçesi olamaz.

PKK'NIN BDP'LEŞMESİ

Demirtaş seçim sonrası açıklamalarıyla BDP ile PKK arasındaki inorganik bağı birinci elden ortaya koydu. BDP 36 milletvekili olan siyasi bir parti olmasına rağmen, "Hükümet PKK ile doğrudan müzakere süreci başlatmalıdır." dedi. Bu itiraf edildiğine göre artık kesin bir dille ilan etmek gerekiyor: BDP, PKK'nın siyasetteki temsilidir. Ancak şiddet koşulları ortadan kalkıyorsa, hükümet elinde silah bulunduran kişilerle nasıl masaya oturacaktır? BDP ile konuşurken PKK ile konuşuyor gibi mi olacaktır, PKK ile konuşurken BDP ile konuşuyor gibi mi olacaktır? Kim kimin rolüne bürünecektir? BDP, PKK'nın siyasi temsilcisi midir, yoksa hükümetle PKK arasındaki aracılık rolünü mü üstlenmiştir? Siyaset varken aba altındaki silahın anlamı nedir? Hiçbir iktidar, ne kadar ılımlı olacaksa olsun son derece kaygan ve belirsiz bir şekilde, böylesine taktik ve stratejilere boğulmuş bir zeminde hareket etmek istemez. Bu dünya üzerindeki bütün siyasi teamüllere ve geleneklere aykırıdır. PKK "silahsız mücadeleyi BDP aracılığıyla yürüteceğim, silahlı mücadele de benim tarafımdan sürdürülecek" diyorsa, inşa edilmekte olan barış sürecini baltalamaktan başka hiçbir amaca hizmet etmeyecektir. Böyle bir şey olursa PKK Kürtlerin aleyhine çalışan silahlı bir organizasyona dönüşme riskini taşıyacaktır. Çünkü Kürtlerin de büyük bir çoğunluğu artık şiddetin sona ermesi gerektiğinin bilincindedir. Kürtlerin kalesi gibi görülen Diyarbakır'da bile AKP'nin aldığı destek ortadadır. PKK silah bırakmayı denerse, BDP Kürt hareketinin siyasi temsilcisi olarak Kürtlerin mücadelesini sürdürecektir. PKK onurlu bir duruşla bunu gerçekleştirirse, tasfiye edilme yönündeki paranoyasından kurtulacaktır ve "mücadele artık siyasi alanda sürecek" diyen bir bildirgeyle ölmeyi ve öldürmeyi göze almış bir harekete ihtiyaç kalmadığını bizzat kendi iradesiyle ilan etmiş olacaktır. BDP, Demirtaş'ın ima ettiği gibi Türkiye partisi olacaksa PKK bunu yapmalıdır. PKK Kürtlerin selametinin artık silahlı mücadeleden değil siyasi mücadeleden geçtiğini ilan etmezse BDP yüzde 6-7 bandında patinaj yapan ve Türkiye'deki radikal solculardan başka kimseyi yanına çekemeyen bir parti olarak kalacaktır. Bu ise onu hep ülkenin genel siyasetinin marjinlerinde kalan politik bir oluşuma mahkûm edecektir. Bu anlamda Kürtlerin çıkarları PKK'nın silah bırakmasına bağlıdır. Kimse eski ulusalcı yöntemlerle PKK'yı silah bırakmaya zorlamıyor, kimse PKK'yı zor yoluyla tasfiye etmeye çalışmıyor, siyasetin bizzat kendi doğal gidişatı Kürtlerin menfaatlerinin şiddet dışı yöntemlerde saklı olduğunu gösteriyor. PKK bu düşünceyi içselleştirirse silah bırakmayı bir yenilgi gibi algılama patolojisinden kurtulacaktır; bunun Kürt hareketi için son derece gururlu bir duruş olacağını fark edecek ve tasfiye komplosunu körükleyen endişeli, hatta aşırı kaygılı, paranoya dolu bir zihniyetten kurtulacaktır. Endişeli modernliğin CHP'ye bile büyük oy sıçraması yaptırmadığı ortadadır. Senelerce Leyla Zana ve arkadaşlarının Meclis'ten çıkarılmaları örnek verilerek silahtan başka çıkış yolu kalmadığı iddia edilmiştir. Şimdi bu aktörler çok daha büyük bir sayıyla beraber Meclis içindeler. Öyleyse gün bugündür. PKK, "Kimsenin baskısı ve zorlamasıyla değil Kürtlerin çıkarlarını siyasette gördüğüm için silah bırakıyorum." diyerek ve izzet-i nefsini muhafaza ederek yıllarca sürdürdüğü mücadelenin boşa gitmediği düşüncesini benimseyebilir ve böylece kaybetme anksiyetesine dayalı patolojiden kurtulabilir. Bu yüzden çatışma sonrası toplum üzerine düşünmek gerekiyor. PKK, Kürtlerin ikbali konusunda samimi niyetlere sahipse eski adını bırakarak sivil siyasete girmelidir. PKK adının meydana getirdiği negatif çağrışımlar Türklerin zihninden silinip gitmediği için BDP'nin siyasi geleceği kısıtlanmaktadır. Bu durumda her iki kesimin aydınları ve siyasetçileri "çatışma sonrası toplum" kavramını gündemine almalıdır.

Silahlı Kürt hareketinin önündeki en büyük engel zihinsel alandadır. Silah bırakmaya engel olan kaybetme endişesi ve yerinden edilme korkusu sosyo-psikolojik bir zeminde varlık kazanmaktadır. Çünkü geçmişte ezilmiş olanlar, ezenlerin yarattığı somut durumun çelişkileriyle şartlandırılma riski içindedirler. Silahtan kopmamak konusundaki devasa kaygıların ardında bu şartlanmanın etkisi vardır. Adeta, Türkler bağımsızlıklarını silah ve otoriter yöntemler kullanarak kurdularsa biz niye kendi hedeflerimiz için aynı yolu takip etmeyelim diye düşünenler hâlâ PKK içinde mevcuttur.

EZİLENLERİN DİYALOĞU

Maalesef özerk yönetim için baskı ve sindirme içeren bir adaptasyona ihtiyaç olduğu fikrini benimseyenler vardır. PKK'nın içinde, gelecekteki süreci bu metotla yönetmek isteyenler bulunmaktadır. Bu konudaki fikir babalığı da -kendisinin de iddia ettiği gibi- geçmişte Yalçın Küçük'ten gelmiştir. Paulo Freire'ye göre: "Bu olgu, ezilenlerin var olma tecrübelerinin belirli bir anında, ezenlere 'meyletme' tavrını benimsemelerinden doğar... Ezilenler olarak algılayışları, içinde ezildikleri gerçekliğe gömülmüşlükleriyle örselenmiştir... Eski düzenin mitleriyle koşullanmışlardır... Eski ezenlerin gölgesi hâlâ üzerlerindedir." Bu durumda "ezilenler, ta içlerinde oluşmuş olan ikiliğin acısını çekerler... aynı anda hem kendileridir, hem de bilinçlerini içselleştirmiş oldukları ezenlerdir... bu, ezilenler için trajik bir ikilemdir..." İşte Freire buna "özgürlük korkusu" demektedir. PKK içinde özgürlük çarpıntısının verdiği bu korku bir tür yetersizlik hissinden kaynaklanır: "Yerimden edileceğim korkusu içindeyken, bu ihtimalin varlığı bile benim için işkence demekken nasıl diyalog kurabilirim?" "Kendimi öteki insanlardan -içlerinde başka 'ben'leri göremediğim safi şeylerden- apayrı bir yerde görüyorsam nasıl diyalog kurabilirim? Kendimi 'pür' insanların üyesi; doğrunun ve bilginin sahibi olan çekirdek bir grubun üyesi olarak görürsem... nasıl diyalog kurabilirim? Ötekilerin katkısına kendimi kapatır -ve hatta bu katkıyı hakaret olarak algılarsam- nasıl diyalog kurabilirim?" Hâlbuki bugün özgürlük mücadelesi riskleri göze alabilmeyi gerektiren bir yeterlilik ve olgunluk demektir: "... ezilenler, kendilerini, bu mücadelenin gerektirdiği riskleri göze alma konusunda yetersiz hissettikleri sürece, özgürlük mücadelesini yürütmekten alıkonurlar. Dahası, onların özgürlük mücadelesi sadece ezenleri değil, ayrıca baskının daha da artmasından korkan kendi ezilen yoldaşlarını da tehdit eder." Paulo Freire, bu yıkıcı çelişkiden kurtulabilmek için iletişimci ve "diyalogcu eylemi" bir çözüm yöntemi olarak öne sürer. Diyalog ise "derin bir dünya ve insan sevgisi yoksa var olamaz".

Bu yüzden asıl sosyal maharet, doğu ve güneydoğudaki tarihsel ve geleneksel kültürlerin, sivil oluşumların, farklı örüntülerin modern dönemdeki çeşitliliğini, çokluğunu ve çoğulluğunu "diyalogcu biçimde" kavrama becerisidir. Beraberce yaşama fikrinin önünü açan "topluluklar arası kamusallık" fikrini benimsemek gerekecektir. Uzun dönemli çatışmanın sebep ve sonuçlarına ilişkin anlaşmazlıklar, çelişkiler, uyuşmazlıklar ve karmaşalarla baş edebilmek her iki taraf için çok kolay olmayacaktır. Toplulukçu düzeye etki eden birçok süreç enformel, silahlı veya molotofkokteylli bir alanın sınırları içinde kalabilir ve karşı-kamusallığın kapsülleştirici etkilerine maruz kalmaktan, pek meşru sayılmayan dışlayıcı ağlara takılmaktan kurtulamayabilir. Siyasi alanla köprüler kurabilmek için aracılık işlevini üstlenebilecek unsurlara odaklanma ihtiyacı söz konusudur. Bu yüzden "çatışma sonrası toplum" (post-conflict society) terimleriyle sürdürülecek analiz ve yorumlara başka yazılarla devam etmek gerekecektir.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT