1. YAZARLAR

  2. AHMET MARUF DEMİR

  3. Çağımızın Hastalığı: Bilinçsizlik
AHMET MARUF DEMİR

AHMET MARUF DEMİR

Yazarın Tüm Yazıları >

Çağımızın Hastalığı: Bilinçsizlik

05 Ekim 2018 Cuma 12:12A+A-

Her güne yeni bir kendini bilmezlikle başlamak çağımızın trendlerinden olmuş durumda. Trrrend diyorum. R'leri vura vura. Bize ait bir kavram olmadığını da bile bile.  Sözcüğün bizcesi ise eğilim, meyletme, temayûl... Kendince iyi olana yönelme durumu da denebilir.

Ama ah şu sosyal medya sözlüğü yok mu? Oradaki karşılığı tam bir fiyasko. Şerre nispet sadedinde. Öne çıkma, görünür kılınma, alkışlanma, beğenilme durumu vesaire. "Heyy... Ben de buradayım, beni de görün, beni de sevin, beğenin, lütfen yalvarıyorum. RT edin işte, takip edin, bir şeyler yapın, paylaşın, yetmez çok daha fazlasını yapın!" avazılosyon hali de denebilir. Avazılosyon ne yaw? diye soruyorsanız eğer, onu da ben buldum. Bağırmanın kokulu hali!

Olayın bizi ilgilendiren kısmına gelirsek, daha bir fecaat olan tarafına yani. O da bütün bunları bir başkasına benzemeye çalışarak yaptığının farkında olamamak... Bilinçsizlik hali. Hastalık kanaatimce. Teşhis konmalı. Tedaviye başlanmalı ivedilikle.

Bilinçsizliğin sözlükteki ilk anlamı "insanın kendini tanıyamaması..." Geçen hafta izlemiş olduğu dizinin baş roldeki karakterin elbisesini alıp, giyinip (secdeden ırak sözüm ona tesettürlüsü de dahil) ve onun gibi pozlara da bürünüp Instagram'da beğenilmeyi beklemek mesela. En azından "müzik evrenseldir, ben de şu eserden ilham aldım" deyip sahibiyle beraber adını belirt be kardeşim! desen de; oradan buradan aşırdığı müzik ve sözlerle Youtube'da klipini yükletip, "eh ben de artık müzisyenim" kimliğiyle illa ki dinlenilmeyi sanmak ya da. Ve yahut da başkasına ait sözleri (ç)alıntılayıp, Twitter'da, imza pabucumun yazarı yüzsüzlüğüyle paylaşıp, trendinin topici olmayı düşünmek de olabiliyor kimi zaman. Hatta daha da had bilmezliği, bildiğin (ç)alıntı sözlerle merdiven altı yayın evlerinden kitap dahi bastırma cüretine giderek "yazarım lan ben" tafrasını atmaya da dönüşebiliyor bu hal.

Son bir şey daha var ki; şeytanırracim. Okudum, ödüm patladı. Yok yok, öyle zombiye dönüşme hikayesi değil bu. Bildiğin parayı bastırıp alıyormuşsun ödülü. -"Vallaha de" -Vallaha... Hem de Oxford imzalı. "Ne diyorsun?!" Sadece Oxford olsa iyi. Dahası da var. Bir de yanında Sokrates'i de veriyorlarmış. Yani ödülün asıl adı "Oxford Sokrates" ödülü. Balolar filan tertipliyorlarmış. Gazeteler, kameralar, flaşlar... Lökkös bir yerde, şato mu ne. Sonra da bu ödülü alanlar... Alanlar derken parasıyla alanlar tabi; ülkelerine döndüklerinde bir hava bir hava sorma gitsin. Ödülün altında Oxford, yanında en Sokrates'inden imza da olunca kimin haddine sormak, sorgulamak. Adamın gözüne sokarlar o ödülü sonra alimallah.

En son bizim Antalya Film Festivalinde böyle birini çıkarmışlar sahneye sorma gitsin! diyeceğim ama, bir önceki cümlemle çelişeceğim bu kez. Şaka gibi değil mi?! Ama değil. Zaten başkalarının sözlerini (ç)alıntılayıp kitap basanda şaka değildi. Klip yapan da şaka değildi. Elbiseyi alan da şaka değildi.

Mesele "yeğen", bilinçsizlik asıl mesele. Yeğen ifadesi Ramiz Karaeski'ye aittir! diyeyim de hemen, ben de (ç)almayayım bir başkasının sözünü. Ezel'den de başka bir "yeğen" yokmuşçasına, sanki! Diziyi baştan sona izlemedim. Hemen öyle gülümsemeyin. Vallahi izlemedim ya hu. Elhamdulillah...  Dizi kolik filan da değilim. Bir tane takip ettiğim var, doğru. Onu da zaten siz de izliyorsunuz. Yoksa her hafta o diziyi izleyen 50 milyon insan kimler ola ki! Neyse... Uzatmayalım bu mevzuyu. "Yeğen" konusuna dönelim biz yine. Malumatım Youtube'da önüme çıktığı kadarıyla işte. Umuma mal olsa da her ne kadar bu "yeğen" ibaresi, tırnak içine almasını bilerek hatta kime ait olduğunu da ifade ederek hastalara bir ders vermekti asıl niyetim.

Bilinçsizlik hastalığına yakalanmış olanları tedavi etmeli kuzum. Ben bir bunu bilir, bunu söylerim. Yoksa bu böyle gider, diyeyim. Şimdi ne eleştiri, ne hakaret, ne de başka bir şey kendilerini düzeltmeye sebebiyet vermez. Savunma mekanizmaları kuvvetlidir bunların. Bunlara hak ve sabır tavsiyesiyle yaklaşmalı. Bakmayın siz yukarıda hafif ironik yollu cümlelerime, bu hastalar hakkında söylediklerime. "Hafif mi?" Dur, karıştırma. Yangına körükle gidilmez. Elbette bunları ifade etmeli. Söylemeli ve yazmalı. Ardından da eklemeli ama... "Kuzum sen hastasın. Bu ne böyle? Kendin dışında her şey olmuşsun be annem. Ne gerek var böyle şeylere. Sen zaten bir değersin. Özelsin. Şu dağın, şu taşın, şu gökteki güneşin ve ayın nasıl bir yaratılış amacı varsa, seninde bir yaratılış amacın var" demeli. Denmeli. Belirtmeli. "Kendin olarak muhakkak sana ait bir yeteneğin, bir bilgin, bir özelliğin olmalı. Bir yerlerde. Keşfet hadi onu!" diye haykırmalı. Sarmalı, sarılmalı, kucaklamalı... Sürekli hakaret, eleştiri, sosyal bir linçe de kapı aralayacağının farkına varmalı. Varılmalı.

Sosyal linç demişken aklıma yine bir dizi geldi, iyi mi? Bak! Yine güldünüz değil mi? Vallahi netten yaw. Dizi kolik değilim. Gerçi bu yazacağımın dizi ile alakası yok. Bildiğin şaheser, baba. Sinema tadında. İzleme nedenim de ondandır gari. Black Mirror'dan bahsediyorum elbette. Şu İngilizler bu alanda işi biliyorlar aga. Adamlar yine yapmışlar yapacaklarını. Her bölümü iyi mi? Tartışılır. Lakin bahse konu sosyal linç ya da tam çevirisiyle milletten nefret (hated in the nation) bölümü, cuk diye oturuyor, deminden beri bahsettiğimiz mevzunun ortasına. Bölümü şimdi burada anlatmayayım; ama TT olanlar, katil arılar, kaçanlar, kovalayanlar vızır vızır... Ardından da baş gösteren "biz ne ettik" diye dize vurmalar. Stockholm Sendromu yaşamalar...

O yüzden iş işten geçmeden... "Gam zedeyim" deyip de derdimize deva bulmadan; Yusuf bilincine sahip kılmalı kendimizi ve kendilerini.

"Ben nefsimi temize çıkarmam" derken Hz. Yusuf, nasıl bir bilince sahip olunması gerektiğini de öğretiyordu hepimize. Peygamber dahi olsa hata yapmanın insana mahsus bir şey olduğunu salık veriyordu âleme. Ama her ne olursa olsun her zaman kendisi olmayı, kendisi kalmayı başarıyordu da.. Kendisi kalmanın, kendisi olmanın hem kuyuda, hem zindanda, hem de sarayda onu nasıl sevdirdiğini, beğendirttiğini, alkışlattığını, yücelttiğini, paylaşılamadığını ve yücelttiğini de miras bırakıyordu geleceğe.

YAZIYA YORUM KAT