1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. ByLock’un Bumerang Etkisi ve Hükümetin Tutumu
ByLock’un Bumerang Etkisi ve Hükümetin Tutumu

ByLock’un Bumerang Etkisi ve Hükümetin Tutumu

FETÖ ile mücadelede temel ölçüye dönüşen ByLock’un içerdiği zaaflara dikkat çeken Alper Görmüş,  siyaset, medya ve yargının bu zaaflara gözünü kapattığını belirterek “Fakat onlar böyle yaptıkça, ByLock’un bumerang etkisi daha da büyüyor.” diyor.

14 Ağustos 2017 Pazartesi 16:43A+A-

Alper Görmüş’ün konuyla ilgili kaleme aldığı yazı dizinin yayınlanmış ilk iki bölümünü Serbestiyet’ten iktibas ediyoruz:

BYLOCK’UN BİR BUMERANG OLARAK PORTRESİ

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Gülen Cemaati için “Tabanı ibadet, ortası ticaret, tavanı ihanet” formülasyonunu ilk olarak 22 Ekim 2015’te, Hukuki Araştırmalar Derneği heyetini kabulünde kullanmıştı. O sözlerin devamında yer alan “Bakıyorsun tabanda ibadet var, ortada ticareti görüyorsun ama tepede, tavanda ihaneti doğrusu tespit edememenin zaafı içinde olduk" cümlesini ise birçokları gibi ben de Gülen Cemaati’ne karşı mücadele ederken “teşkilat” ile sempatizan ağına karşı farklı tavırlar geliştirileceği biçiminde yorumlamıştım.

Buna göre, devlet, Cemaat örgütlenmesinin tavandaki  “ihanet” boyutu ile tabanda yer alan ve o boyuttan haberdar olmayan geniş kesimler arasında fark gözetecek; ince ayarlı yaklaşımlarla, “tavan”ın propaganda ağına malzeme sağlayacak uygulamalara girişilmeyecekti.

Erdoğan bu değerlendirmeyi yaptığında henüz 15 Temmuz darbe girişimi olmamıştı. Dolayısıyla, 15 Temmuz’da, Cemaat’in “kriminal” tavanının Cemaat tabanının şaşkın bakışları arasında sahne aldığı koşullarda Hükümet’in bu ayrımı titizlikle yapıp, tabanla tavanın ayrışmasını teşvik eden bir mücadele çizgisi izlemesini ummak makul bir beklentiydi; ilk haftalar ben de öyle bir beklenti içerisindeydim.

Tuhaf şeyler...

Fakat sonrasında tuhaf şeyler olmaya başladı. Savcılar, iktidardan gelen telkinler ve yol göstermelerin ışığında 17-25 Aralık’ı bir kırmızı çizgi olarak belirlediler ve o tarihten sonra Cemaat’in bankasıyla, okullarıyla, yayın kuruluşlarıyla vb. ilişkisini devam ettirmeyi suç kategorisi içine alan bir iddia retoriği geliştirdiler.

Böyle bir suçlama karşısında hemen akla gelen şu savunma çizgisi tabii ki geçersiz sayıldı: “Mademki bunlar terörist bir organizasyonun parçasıydılar, neden devlet 17-25 Aralık’tan sonra bunları yasaklamadı? Vatandaşların, devletin ‘yasal’ saydığı kurumlarla ilişki kurması nasıl ‘suç’ oluyordu?”

İktidara yakın bazı gazeteciler dahi 17-25 Aralık’ın milat ilan edilip, o tarihten önce “suç” sayılmayan şeylerin o tarihten sonra “suç” sayılmasındaki tuhaflığa işaret ettiler. Mesela Ersoy Dede, “Cemaat’in gerçek yüzünü 17-25 Aralık’tan sonra görme hakkı”nın neden bu “gerçek yüz”ü 15 Temmuz’dan sonra görenlerden esirgendiğini sorguladı.

15 Temmuz’dan iki ay sonrası

Darbe girişiminin üzerinden iki ay kadar geçtikten sonra, artık “FETÖ” olarak adlandırılan Cemaat örgütlenmesine karşı mücadelenin yukarıda tarif ettiğim “ince ayarlar”dan yoksun bir biçimde, “koy çuvala” tarzıyla yürütüleceğine dair ciddi emareler ortaya çıkmaya başladı. Bu “tarz”ın yalnız “adalet” açısından değil, Cemaat’in devlet içindeki örgütlenmesine karşı yürütülen mücadele açısından da yanlış olduğuna dair ilk yazım Serbestiyet’te 5 Eylül 2016’da yayımlandı. Şu satırlar, Teşkilatı mı cezalandıracaksınız, zihniyeti mi? başlıklı o yazıdan:

 “FETÖ soruşturması sürecinde ortaya çıkan kimi uygulamalar ve hatalar, Ergenekon ve Balyoz davalarını murdar eden eski uygulamalara ve hatalara fena halde benzemiyor mu? Aynı hataları yapıp her seferinde farklı sonuçlar beklemek, Türkiye’de neredeyse milli bir spor... Fakat bir önceki örnek bu kadar tazeyken, ondan ders çıkarmayıp bir kez daha aynı tuzağa düşülmesini anlamak çok zor.”

Sonrası, Ahmet Taşgetiren’in o günlerde kaleme aldığı bir yazıda dile getirip temenni etmediği bir doğrultuda gelişti: “’Güven sorunu’ doğru, FETÖ yapılanması söz konusu olduğunda, en hayati problem niteliğinde. ‘Kime güveneceksiniz?’den herkese her türlü suçlama yöneltilebilir noktasına gelmek ve buradan da güvensizliğin daha da derinleşeceği bir alana savrulmak mümkün. Buradan varılacak olan şey ise, çok geniş bir gayrı memnunlar zümresinin oluşmasıdır.” (Star, 24 Ağustos 2016).

Bylock ve gayrı memnunlar sayısında patlama

15 Temmuz darbesinin hemen sonrasında kaleme alınan sınırlı sayıdaki uyarı yazılarının işaret ettiği “gayrı memnunlar zümresi”, cep telefonunda Cemaat’in şifreli haberleşme programı Bylock bulunanların “terör örgütüne üye” sayılmaya başlamasıyla birlikte hızla büyüdü.

Geçtiğimiz günlerde yaşanan, medyanın da sosyal medyanın da büyük ilgi gösterdiği bir olay, Bylock’un yol açtığı söylenen çok sayıda mağduriyet hikâyesinin haklı ve gerçek temellere dayanıyor olabileceğini gösterdi.

Medyada “pazarcı teyze” diye adlandırılan yaşlı bir kadın, yürütülen bir Bylock soruşturmasında telefonuna bu programı indirdiği gerekçesiyle gözaltına alınmış, o programı gelininin indirip kullandığının anlaşılmasından sonraysa serbest bırakılmıştı.

Bu olaydan önce sayıları binleri bulan benzer mağduriyet hikâyeleri “surda gedik açmamak” gerekçesiyle görmezlikten gelinmişti. Ne var ki son zamanlarda, cep telefonundaki Bylock programının “terör örgütüne üyelik formu” olarak kabul edilmesini savunan bazı yazarlar bile “ancak” diye rezerv düşüp bazı kimselerin haksız yere Bylock kullanıcısı olmakla suçlanmış olabileceğini yazmaya başladılar. Bu yazılardan birini de geçtiğimiz haftalarda Serbestiyet’te Atilla Yayla kaleme aldı.

Çoğu, bilgisi ve rızası dışında cep telefonuna Bylock indirilmesiyle bağlantılı olan Bylock mağduriyetlerini bazı somut örneklerle birlikte Pazartesi günkü (14 Ağustos) yazımda ele alacağım.

Fakat üzerinde pek fazla durulmayan bir nokta daha var: Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) saptayıp ilgili makamlara bildirdiği 215 bin 92 kişilik Bylock kullanıcıları listesinden “mağdurlar”ı düştükten sonra kalanların tamamını aynı çuvala koyup hepsine aynı suçu isnat etmek ne kadar doğru? Bu, doğru bir ölçü mü? Tam bu noktada akla gelen “Bir gizli örgüt, en mahrem sırlarının 215 bin kişi tarafından paylaşıldığı bir platform kurar mı?” sorusu yanlış bir soru mu? Şayet bu soruya karşılık, “Örgütün sırları bu platformda fâş edilmiyordu; burası, ‘taban’ın sosyalleştiği, aidiyet duygularını pekiştirdiği bir yerdi” gibi bir cevap veriliyorsa, o takdirde bu kişilerin tamamı nasıl örgüt üyesi olmakla suçlanıyor?

İşte yine başta konuştuğumuz, Gülen Cemaati’ne karşı mücadele ederken ‘teşkilat’ ile sempatizan ağına karşı farklı tavırlar geliştirmek gerektiği noktasına gelmiş bulunuyoruz. Baştan böyle bir çizgi benimsemeyince, Bylock da bir “çuval” olarak görülüyor ve içindeki herkes eşit derecede “suçlu” ilan ediliyor.

***

BYLOCK’U BUMERANGA DÖNÜŞTÜRECEK TERCİHLER VE HATALAR

ByLock adlı örgüt içi haberleşme programı, “FETÖ”ye karşı yürütülen hukuk savaşının en önemli silahlarından biri... Serbestiyet’te 10 Ağustos’ta yayımlanan yazım, bu silahın hedeften çok (ya da hedefle birlikte) onu ateşleyeni vurma, yani bir bumerang gibi etkide bulunma ihtimaline dairdi. Bugünkü yazımda konuyu ayrıntılandıracağımı söylemiştim...

Bumerang etkisinin başlıca iki kaynağı

ByLock’un bumerang gibi etkide bulunma ihtimalinin başlıca iki yönü var. Bunlardan birincisi, teknik hatalardan ya da bizzat Cemaat’in devlet içindeki örgütlü gücünü kullanarak zamanında yaptığı operasyonlardan kaynaklandığı düşünülen  mağduriyetlerle ilgili... Bu grupta yer alanlar -şayet savunmaları gerçeği yansıtıyorsa- Gülen Cemaati’yle geçmişte hiçbir ilişkisi olmamış fakat cep telefonlarına bir şekilde ByLock indirilmiş kişileri kapsıyor. Yani bütünüyle haksızlığa uğramış, mutlak suçsuz binlerce, belki on binlerce insandan söz ediyoruz. Çoğu devlet memuru olan bu insanlar derhal işlerinden atıldı ve şimdi yeni bir iş bulmaları neredeyse imkânsız; zaten bir bölümü de tutuklu olarak cezaevlerinde haklarında açılmış ya da açılacak olan davaları bekliyorlar...

Şayet tablo buysa, yani haksız bir suç isnadıyla hayatları kararmış binlerce insandan söz ediyorsak, bu tablonun bir bumerang tablosu oluşturduğu apaçıktır.

Biraz sonra, bu tablonun altındaki “teknik hata” ya da “kumpas” iddialarını özetlemeye çalışacağım.

İkinci kaynak

ByLock’un bumerang gibi etkide bulunma ihtimalinin ikinci yönüne gelince... Cep telefonlarında ByLock olduğu için suçlanan fakat Cemaat’le hiçbir ilişkilerinin bulunmadığını, “hata” ya da “kumpas” kurbanı olduklarını, ByLock’u hiçbir zaman kullanmadıklarını savunan birinci gruptakilerin tersine, bu gruptakiler Cemaat’e sempatilerini gizlemeyen, ByLock’u da telefonlarına gönüllü ve bilinçli olarak indirip kullananlardan oluşuyor.

ByLock’un muhtemel bumerang etkisinin birinci kaynağıyla,  yani potansiyel “hata” ya da “kumpas” kurbanlarıyla ilgili olarak çok dikkatli davranılmasını telkin eden yazarlar, iş ByLock’u gönüllü ve bilinçli olarak kullananlara geldiğinde son derece katı bir tutum içine giriyorlar. Bu yaklaşıma göre, böyleleri için ByLock örgütün üye kayıt defteri gibidir ve burada tartışma götürür, “ince ayar” gerektirir bir durum yoktur. Acaba öyle mi?

ByLock’u Cemaat’in hangi kesimi kullanıyordu?

Geçen yazımda da dile getirdiğim gibi, birinin öbürünü tanımadığı hücreler halinde örgütlenmiş gizli ve kapalı bir örgütün, içinde örgütsel sırların da yüzdüğü bir enformasyon ağını 200 bin, 300 bin kişinin “kullanımına” açması aklın alabileceği bir şey değil. Yine de bir ağ varsa, ki var, bu durumda bu ağın ancak en gevşek dış halkalara açık olması ve dolayısıyla ağda yüzen bilgilerin, ona sahip olanları “örgüt üyesi” yapmayacak ölçüde sıradan olması gerekir.

Akit yazarı Abdurrahman Dilipak’ın 29 Mart 2017 tarihli  FETÖ’nün iletişim ağı başlıklı yazısı bu açıdan hayli ilginçti. Dilipak, yazısında önce bir iddianameden aldığı şu satırları aktarıyordu:

 “(...) 2014 yılından itibaren örgütsel faaliyetlerde akıllı telefonlar ve tabletlerin kullanıldığı, son zamanlarda müdürlerin iletişimi tamamen tabletler üzerinden yaptıkları, ayrıca sadece müdürlerin kullandığı tablet ve telefonlara ‘panik buton’ adında bir uygulama yüklendiği aktarıldı. Bu butona basınca cihazın tüm hafızasının silindiği ve bir daha bilgilerin geri getirilemediği, müdürlerin bir dönem ayrıca ‘Shu’ adlı programı kullandıkları, bu program üzerinden hiçbir şifreleme yapmadan çok rahatça konuştukları, her şeyi alenen birbirlerine anlatıp bilgi paylaşımında bulundukları belirtilen iddianamede, tabletlerde özel mesajlaşma programlarının kullanıldığı, daha alt kadrodaki örgüt elemanlarının ise ByLock, Tango, Kakao Talk, Eagle, Tik Tok, Skype, Ovo gibi sosyal medya mesajlaşma programlarını kullandıkları kaydedildi.”

Dilipak, yazısında daha sonra şöyle diyordu:

 “Bakın, bu hainlerin hacker takımı ‘Raspberyy Pi’ kullanır, ‘deepweb’ üzerinden haberleşirler. ‘ByLock’ filan, bu işten anlamayan 3. derecede cemaat mensuplarının kullandıkları yöntem. Tepe imamlar, ülke imamları zaten ‘uydu telefonu’ kullanıyor...”

Bu tablo bize ne söylüyor?

Şayet ByLock kullananlar “müdürler”, “tepe imamlar”, “ülke imamları” değil de “üçüncü derece Cemaat mensupları” ise, bu tablo bize ne söyler? Ya da: Bir örgütün “teşkilat”ıyla sempatizan ağı arasında ayrım yapmayı gözeten bir mücadele çizgisi böyle bir tablo karşısında bize neyi önerir?

Soruları cevaplamada yardımcı olması için, iç enformasyon ağı geleneksel iletişim araçlarından oluşmuş bir örgüt üzerinden düşünelim... Bu örgütün, “teşkilat” dışında  kalan sempatizan halkasına yönelik olarak geliştirdiği, çok geniş sayıda insana yönelik olduğu için de örgütsel bilgilerin ve sırların telaffuz edilmediği, salt sosyalleşme ve dayanışma amacıyla geleneksel tipte platformlar oluşturduğunu düşünelim... Şimdi bu örgüt devlet tarafından soruşturulmaya ve kovuşturulmaya başladığında, bu platforma katılanlarla örgütün iç ve dış çekirdeklerini oluşturan teşkilat üyelerinin aynı suç çuvalının içine atılması doğru olur mu?

ByLock kullanmadığı halde hata ya da kumpas sonucu suçlananlarla ilgili olarak uyarılarda ve itirazlarda bulunmak elbette yerinde. Buradaki muhtemel bumerang etkisini hissetmemek mümkün değil, nitekim bu mesele giderek büyüyen uyarıların konusu olmaya devam ediyor. Fakat aynı etkinin yukarıdan beri anlatmaya çalıştığım kesimle bağlantılı olarak da ortaya çıkacağını unutmamak lazım.

 “Dikkat” diyen yazılar

Son olarak, iradeleri dışında, bir hata ya da kumpas sonucu cep telefonlarına ByLock yüklendiği için soruşturulan, işinden olan ya da tutuklananlarla ilgili olarak giderek yükselen itirazlara bir göz atalım...

Benim yukarıda ifade ettiğim yaklaşımın tersine, ByLock’u bilerek ve isteyerek indirmiş ve kullanmış kişilerin, hangi halkada olurlarsa olsunlar “terör örgütü üyeliği”yle suçlanmasına itirazı olmayan bazı yazarlar, son zamanlarda, tanıdıkları ve “Cemaatçi olmadıklarına emin oldukları” bazı kişilerin ByLock suçlamasıyla karşılaşmasının yarattığı şaşkınlıkla, ByLock’la ilgili “dikkat” diyen yazılar kaleme almaya başladılar.

Operatör kaynaklı hata ya da kumpas

Bunlardan biri Atilla Yayla... Yayla, FETÖ ile mücadelede bylock başlıklı yazısında (Serbestiyet, 25 Temmuz) bir yandan “Bazıları gerçekten ya çok saf ya da kötü niyetli. FETÖ’cüler için FETÖ’den üye kayıt bilgisi alınması gerektiğinı sanıyor. O zaman şunu söyleyeyim: Bylock kayıtları FETÖ’nün bir nevi üye kayıt defterini oluşturuyor” derken, öbür yandan “ancak” deyip uyarılarda da bulunuyordu:

“(...) Ancak, son zamanlarda sosyal medyada endişe verici bazı haberler dolaşmaya başladı. Buna göre, Avea adlı operatör bazı IP numaralarını aynı anda iki kişiye vermiş. Bu iki kişiden biri bylock kullanıcısı ise öbür kişi de otomatikman kullanıcı gözüküyor. İddialara göre bu yüzden epeyce kişi FETÖ ile hiçbir irtibatları olmadığı hâlde tutuklanmış.

“Bir görüş şirketin bunu kasıtsız olarak yaptığını söylüyor. Bir diğer görüş ‘adı geçen şirkette ciddî bir FETÖ varlığı vardı, FETÖ’cüler daha çok bu operatöre ait hatları kullanmaktaydı’ diyor. Olayın teknik izahını yapabilecek bilgi ve donanıma sahip değilim. Danıştığım kimseler de sorularıma kafamı karıştırıcı cevaplar verdiler. Bu yüzden ihtiyatlı konuşmak istiyorum. Bu iddialar doğruysa birçok masum insan okkanın altına gidebilir. Haksız mağduriyetler yaşanabilir. Bu, toplumun adalet duygusunu sarsar. FETÖ’cülerin palazlandırmaya çalıştığı ‘sayısız mağduriyet yaşanıyor’ kampanyasının mesafe almasını kolaylaştırır. Bir şeyler yapılması lâzım.”

Star yazarının isyanı...

Star gazetesi yazarı Selahaddin E. Çakırgil de Bir mücadelenin çarpıtılması, bünyeyi zehirliyor başlığıyla yayımlanan yazısında (31 Temmuz), işlettiği kitap-kahve salonunun internetinden ByLock’a girildiği için sabaha karşı gözaltına alınan bir arkadaşının öyküsünü anlatıyordu. Çakırgil’in “15 Temmuz Darbe Hıyaneti sırasında ve sonrasında kendi bölgesini nasıl örgütleyip tankların yolunu kesen isimsiz kahramanlardan olduğuna bizzat şahidim” dediği arkadaşı, bir ByLock operasyonunda 170 civarında kişiyle birlikte içeri alınmış. Sonrası da şöyle gelişmiş:

 “170 kadar kişi dolduruluyor hücrelere.. Aralarında Siirt’li, 60 yaşında bir hamal da var, ne olduğunu anlayamıyor bile.. İşsiz iken FETÖ’ye aid bir kurumda temizlikçi olarak istihdam edilmeye başlayan Bitlisli bir genç de aynı durumda.. Meğer, bu çocuğun adına iki tlf. hattı almışlar. Bu usûl onların bilinen yöntemlerinden.. Arkadaş, bir hafta sonra serbest bırakılmış, diğerlerinden 150 kadarı tutuklanmış..”

ByLock’u bir daha düşünmek...

İlk yazıdan sonra bana da böyle çok sayıda ByLock mağduru kendi durumlarını anlatan e-postalar gönderdiler. Bunlardan binlercesini internet platformlarında okumak da mümkün.

Bir şeye ne kadar fazla bel bağlanır ya da ona ne kadar fazla yatırım yapılırsa, o şeyle ilgili olarak zaman içinde ortaya çıkan sorunlu tarafları, zaafları görebilmek ve kabullenebilmek o kadar zorlaşır. Hatta, sorunlar ve zaaflar üst üste geldikçe, onları “görmemek” konusundaki ısrarımız o kadar büyür.

ByLock konusunda siyaset, medya ve yargıda böyle bir direncin olduğunu düşünüyorum... Fakat onlar böyle yaptıkça, ByLock’un bumerang etkisi daha da büyüyor.

HABERE YORUM KAT

2 Yorum