1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. ’Güven bunalım’larından, emperyalist güçler niye istifade etmesin?
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

’Güven bunalım’larından, emperyalist güçler niye istifade etmesin?

29 Aralık 2011 Perşembe 18:27A+A-

[email protected]

Amerikan askerî işgalinin resmen sona erdiğinin ve Amerikan askerlerinin çekildiğinin açıklanmasının birkaç gün sonrasında, Irak’da meydana gelen ve giderek daha bir çetrefilleşen ve çözümsüzlüğe doğru ilerleyen buhranın nasıl bir istikamet takib edeceğini kestirmek zor.. Zâhiren Başbakan Mâlikî ve Cumhurbaşkanı Yard. Tarık el’Hâşimî arasında cereyan ettiği varsayılan ve daha derinde ise, yazık ki, şiî-sunnî ayrışmasının etkileri gözlenen iktidar kavgasını halletmek için İİC’nin arabuluculuk teklifinde bulunduğu haberi İran medyasında yer alıyordu, 27 Aralık günü.. (Gerçi, daha sonra bu haberin doğru olmadığı da, -İİC makamları tarafından değil de- Barzanî’ye yakın çevreler tarafından açıklanacaktı..)

El’Hâşimînin Erbil’deki sığıntı durumu devam ediyor.. Irak Kürdistanındaki otonom- özerk  hükûmetin, Mâlikînin tehdid dolu taleblerine rağmen El’Hâşimîyi Bağdada iade etmiyeceğine kesin gözüyle bakılabilir... Bu durum, ileride, büyük çapta sünnî mezhebinden olan kürdlerin de, sünnî arablarla birlikte hareket etmesi gibi bir tablo ortaya çıkarabilir ki, o zaman ortaya çıkacak tablo daha da tehlikeli olabilir.. Bağdad’da son günlerde meydana gelen ve 70 kadar insanın ölümüyle sonuçlanan bombalı saldırıların bu kadar kurbanla yetinmeyeceği de, önceki gelişmelerden anlaşılabilir..

Sünnî arabların temsilcisi olarak Başbakan Yardımcılığı makamında bulunan Salih el’Mutlak da, Mâlikî tarafından azledilmiş bulunuyor. Bu gelişmeler üzerine sünnî bakanlar da Hükûmet toplantılarına katılmıyor, Hâşimî’nin, ’El’Irakıye’ grubu da Meclis çalışmalarına boykot uyguluyor..

Irak Meclisi’nde önemli bir siyasî güç olan ve Muqtedâ es’Sadr’a bağlı olan Ahrar Grubu’ ise, kendilerinin İran’la hiçbir ilgilerinin olmadığını vurgulamaya özel bir dikkat gösteriyor ve buhrandan çıkmak için, erken seçim istiyor..

Daha önce, ’Bu bizim iç mes’elemiz, dışardan kimse karışmasın..’ diyen Başbakan Mâlikî herhangi bir bölge ülkesinden gelecek arabuluculuk önerisini, hele de, İİC veya TC tarafından yapılacak önerileri nasıl karşılayacaktır?

Meselâ, İİC’yi iç mi kabul edecektir, dış mı?

Yani, iki ucu da çamurlu değnek gibi bir durum..

Dünya medyasında dile getirilen bir görüş ise, önümüzdeki günlerde, Amerikan Başkan Yard. Joe Biden (Baydın)’ın, iki hafta kadar önce ayrıldığı Irak’a tekrar giderek duruma müdahale edeceği ve tarafları yeniden bir araya getireceği iddiası.. Hatırlanacağı üzere, seçimler sonrasında yeni Mâlikî hükûmetinin  kurulması sırasında yaşanan zorluklar da Joe Biden’ın müdahale ve diktesiyle aşılmıştı.. Ancak, o zaman aradaki mesafe bugünkü kadar keskin değildi..

Şimdi, Amerika bastırsa ve Mâlikî ve Hâşimî bir araya gelseler bile, birbirleri hakkında dile getirdikleri görüşler ve açıkladıkları düşmanlıklar dolayısiyle, nasıl yüzyüze bakacaklar ve aralarındaki güven bunalımı nasıl bertaraf olacaktır?

Sunnî arabların temsilcisi durumunda gözüken ve Mâlikî Hükûmeti tarafından, -bazı terör eylemlerinin ardındaki isim olduğu ithamıyla tutuklanması için, hakkında mahkemeden karar çıkartılan ve bunun üzerine Irak Kürdistanı’ndaki otonom hükûmete sığınan- Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el’Hâşimî, Mâlikî’nin yönetim anlayışını Saddam’ın diktatörlüğüne benzetmiş ve dahası, safdışı edilme sırasının kürd liderlerine de geleceği gibi bir tahrik edici iddiada bulunmuştu. Ki, Mâlikî ile Irak Kürdistanı’ndaki otonom yönetimin başı olan Mes’ûd Barzanî arasında bir parmak ısırma yarışması olduğu, yeni bir durum değil..

Bütün bu olup bitenlerden ve suçlamalardan sonra, bir barışma olursa, taraflar birbirinin yüzüne nasıl bakacaklar.. Birbirleri hakkındaki güven bunalımı sahiden de aşılabilecek midir? Ve diyelim ki, onlar herşeyi yok sayarak, yeniden birlikte çalışmayı kabullenseler bile, önceleri olmayan bir şekilde zihinlere kazınmaya başlanan mezhebî ayrılıkları içlerinde hissetmeye başlayan kitleler, o duygularından nasıl kurtulabileceklerdir?

Böyle bir hassas durumda, Qatar Emiri’nin Diyanet Musteşarı durumunda olan ve Arab dünyasındaki siyasî gelişmelerle ilgili olarak verdiği fetvâlarla son zamanlarda dikkatleri daha bir üzerinde toplayan ünlü Şeyh Yûsuf el’Qardavî’nin, ’asıl suçlanması gereken Hâşimî değil, Mâlikî..’ diye devreye girmesi de, bu gibi buhranlı anlarda uzlaşmaya hizmet etmek yerine, yangına körükle , benzinle gitmek gibi bir etki yapacaktır.. Çünkü, onun karşıtı olan başkaları da, Mâlikî’yi farklı mezhebî kaygularla sahiblenmeye ve Hâşimî’yi suçlamaya çalışacaktır, tabiatiyle..

Mâlikî, Saddam’ın Baas rejimine karşı 30 yıl mücadele vermiş bir müslüman olarak sivrilmiş iken, bugün, kendisinin de, karşısındakilerin de, veya her iki tarafın destekçilerinin de bir mezheb sarmalına düşmeleri, gerçekten de hayıflanılması gereken bir durum..

Mâlikî’nin İİC’yle girdiği ve ümmetin faydasına olacağı umudu veren bir ittifak durumunu gerekçe göstererek, Suriye Baas rejimine de destek verirken geldiği nokta da ayrıca düşündürücüdür..

Şöyle ki, Suriye ve güneyindeki ülkelerle Türkiye arasında sefer yapan TIR’ların -Suriye ağır şartlar uygulayınca-, Ürdün-Irak yolunu tercih etmek istemelerine, Mâlikî Hükûmeti, ’bu durumun Suriye ekonomisine zarar vereceği’ gerekçesiyle karşı çıkmakta..

İlginç değil mi?

Böylece, ’İran, Irak ve Suriye’yi de kendi şemsiyesi altına alarak, Türkiye’nin arab dünyasıyla daha sıkı münasebetler kurmasına engel olmaya çalışıyor..’ diyenlere hak verdirtecek gelişmelerle karşı karşıya bulunuluyor..

Bu gelişmelerin, Türkiye içinde de, AK Parti iktidarı döneminde etkisini iyice arttırdığı ileri sürülen bir cemaatin, Tayyîb Erdoğan’ın izlediği dışsiyasetten rahatsız olduğu görüşlerinin medyada açıkça dillendirildiği bir zaman dilimine rastlaması da daha bir ilginç..

Bu yöndeki yorumlarda, sözkonusu cemaatin, ’Türkiye’nin bir müslüman ülke olarak, Batı sistemi içinde kalması gerektiğini düşündüğü, ama, Tayyîb Erdoğan’ın dışsiyasetinin bu arzuya aykırı bir çizgide ilerlediği ve ülkeyi bir Ortadoğu ülkesi haline getirmeye ve Osmanlı’nın kültürel etkisinin sürdüğü coğrafyalarla daha sıkı ilişkiler içinde olmak gibi bir hedefi gözettiği’ iddiasını ve ’İran’a uluslararası zeminlerde açık destek verilmesi; keza, Mavi Marmara gemisine yapılana saldırı dolayısiyle, İsrail ile ilişkilerin en düşük seviyeye indirilmesinin yersizliği’  gibi konulardaki eleştirileri kendi etkisindeki medyada dillendirdiği de bu arada gözönünde bulundurulmalıdır..

Ortadoğu’da kurulan bu büyük satranç oyununun sonucunun nasıl olacağını, kimin ’şah-mat’ noktasına geleceğini kestirmek, gerçekten de kolay değil..

Ama, şimdiden söyleyebiliriz ki, bunca çetin mücadelelerden sonra, asıl ’şah-mat’ noktasına gelenler, biz müslümanlarız.. Çünkü, kendimizi Allah’u Tealâ’nın bize Kur’an’da verdiği ’muslim/ müslüman’ isminin dışında, ek isimlerle, bir takım mezhebî bağlılıklarımızla tanıtmaktan bir türlü kurtaramadık ve herbirimiz, kendi mezhebimizi, İslam’ın tek ve gerçek yorumu olarak görürken, aynı inancın temel ölçülerine bağlı ve amma tefsir ve yorumda bizim gibi düyünmeyen başka mezheblerden olan kardeşlerimizin de kendilerini en doğruda bilmek hakklarının olabileceğini kabullenmek istemedik. Tabiatiyle, mezhebî tanımlamalarla ortaya koymanın bize getireceği ve başkalarını dışlayıcı davranışlardan da kendimizi maalesef  uzak tutamadık.. Bugün gelinen noktanın, hiç bir müslüman tarafın hayrına olmadığını, olamıyacağını bu merhalede olsun;  muminlerin sahib olması gereken ferasetle anlarız, inşaallah..

Hillary Clinton’un, ’El’Qaide’ ile ilginç iddia ve yorumu..

Amerikan Dışbakanı Hillary Clinton’un Amerikan Kongresi’nin gizli bir oturumunda yaptığı bir konuşma internetlere düştü.. 28 Aralık tarihli İran medyasında (Tabnak vs. sitelerde) yer alan haberlere göre, Clinton bu konuşmasında özetlu şunları söylüyor: ’Bizim El’Qaide ile, ortak bir geçmişimiz vardır.. Bugün Afganistan ve Pakistan’da kendileriyle savaşmakta olduğumuz bu grubu, 20 yıl öncelerde biz oluşturmuştuk.. Çünkü, o zaman Sovyetler’le savaşta onlardan istifade etmeye ihtiyacımız vardı.. Sovyetler’in Orta Asya’ya yerleşmelerini istemiyorduk.. Bunun için de, (Demokratlar’ın yönetimindeki) Kongre, dönemin Amerikan Başkanı (Cumhuriyetçi) R. Reagan’ın, Sovyetler’e karşı  mücadele geliştirilirken, ’El’Qaide’nin oluşturulması konusundaki projesine de destek vermişti..

Demokratların bu fikri desteklemeleri de, ’Biz Pakistan istihbaratı ve diğer unsurlarının yardımıyla devreye girelim ki, Arabistan ve diğer ülkelerden mücahidleri istihdam edebilelim... Biz bu kişi ve gruplar sâyesinde Sovyetler’e karşı zafer kazanabiliriz.. ’ düşüncesine dayanıyordu. (...) Amma, Sovyetler Afganistan’dan çekildikten sonra ’El’Qaide’ kontrolümüzden çıktı.. Vehhabîlerin de İslam adına devreye girmesi tam bu sırada oldu.. Onların inançlarıyla mücadeleyi de Pakistan’a bıraktık.. (...)’

Hillary Clinton’a nisbet edilen bu görüşler bizzat onun tarafından dillendirilmiş olabilir de, olmayabilir de.. Ama, bu satırların sahibi de esasen, taa başından beri özellikle, Afganistan’daki mücahid teşkilatlarının birbirleriyle boğuşmaktan başka bir şey yapamaz hale düşmelerinden sonra, Talibân’ın Amerikan gözetlemesi, ’okey’i altında ve teknolojik silahları ve Pakistan askerî istihbaratı ve Pakistan ordusunun himayesi ve Suûdî rejiminin büyük maddî desteğiyle birkaç ay gibi çok kısa bir zamanda ortaya çıkarıldığına ve ’El’Qaide’nin bu yeni düzenleme içinde yeni bir rol üstlendiğine dair haberleri genel çizgileriyle doğru kabul ediyor ve yorumlarını da bu çerçevede yapıyordu..

Talîbân ve El’Qaide’nin hangi odaklarca nasıl ortaya çıkarıldığı ve sonra da o silahın, hesablarında olmayan bir şekilde kendilerine nasıl döndüğü ve 11 Eylûl 2001 Saldırıları’Talibân ve El’Qaide’ye yükleyen Amerikan emperyalizminin gerçekte, bu saldırıların sorumlusu gibi göstermeye çalıştığı Afganistan’ı işgal etmekle, kendi kurgulaması sonucu ortaya çıkan o yapılanmalarca oyuna getirilmesinin hıncını almaya kalkıştığı daha iyi görülüyor..

Şimdi ise, Amerikan emperyalizmi, Afganistan’ın başına kondurduğu kuklası Hâmid Karzaî hükûmetinin şahsında, Tâlibân’la müzakere merhalesine gelmiş bulunuyor..

Bu müzakerelerin başlaması için de, bazı adımlar atılması gerekiyordu ki, FBI tarafından yayınlanan ’en çok aranan teröristler’  listesinde yer alan Tâlibân’ın lideri Molla Ömer’in bu listeden 26 Aralık günü çıkarıldığı açıklandı.. Halbuki, Usâme bin Laden ismi, -aylarca önce öldürüldüğü resmen açıklanmış olmasına rağmen-, hâlâ da o listeden çıkarılmamış..

Pakistan’da Zerdarî, Butto’nun kredisini tüketti mi?

Bu arada, Pakistan’da da çok karmaşık bir şeyler oluyor..

Amerikan emperyalizminin, insansız savaş uçaklarının muhtemel ’terör odakları’ olduğu gerekçesiyle bombardımanları sonucunda bu zamana kadar yüzlerce insan can verirken, fazla bir tepki oluşmuyordu; ama, 25 kadar Pakistan askerinin de böyle bir bombardımanda can vermesi, tabloyu alt-üst etti..

Amerika’nın‚ ’Bir yanlışlık oldu..Özür dilerim..’  demesi de durumu kurtarmaya yetmedi..

C. Başkanı Zerdarî ve Başbakan Yûsuf Gilanî’nin, Amerika’ya sert tavırlar takınması ise, halk arasında, iç-tüketime yönelik, tribünlere selam olarak algılanmakta ve ciddîye alınmamakta..

Bu gelişmeler olurken, iki hafta önce, ’muteber’  ingiliz gazetelerinin internet sitelerinde Âsıf Ali Zerdarî’nin ülke dışına kaçtığı bildiriliyordu..

Sonra ise, Zerdarî’nin bir kalb ameliyatı için Qatar’daki bir hastanede olduğu anlaşıldı ve tedavisinin sonunda da ülkesine döndüğü açıklandı..

Ancak, Zerdarî etrafındaki bu gibi spekülasyonların yapılması, onun içerde oldukça zayıf bir durumda olmasından kaynaklanıyor.. Esasen, gücünü, bir bombalı saldırıda hayatını kaybeden hanımı eski başbakanlardan Bînezir Butto’nun trajik âqıbetinden almıştı.. Şimdi Zerdarî, artık o krediyi de bitirmişe benziyor.. 

Pakistan kamuoyunda, Usâme Bin Laden’in yerini Amerikalılara Zerdarî’nin bildirdiği iddiası ise, her ne kadar yalanlansa da, kamuoyunda genelde kabul görüyordu..

Nitekim, bu konuda kurulan bir komisyon da aynı neticeye vardı..

Ayrıca, Zerdarî’nin, Pakistan Ordusu’nun bir darbe yapması ihtimalinin bulunduğunu bildirerek, Amerika’dan Pakistan ordusuna darbe yapmaması için uyarıda bulunmasını istediğine dair iddialar kamuoyunu daha bir hışımlandırdı.. Bu iddia da Zerdarî tarafından yalanlandı, ama, bu iddianın belgeleri de Amerikan medyasınca ortalığa saçıldı..

Ordu’nun darbe yapacağı iddiası ise, Genelkurmay Başkanı’nca reddediliyor..

Ama, aksini açıklaması mümkün olmayan böyle bir iddia ne kadar güven vericidir?

Şimdi, durum kritik...

Amerikan emperyalizmi de, bu ülkedeki etkinliğini sürdürmek için, yeni iktidar oluşumlarına yeşil ışıklar yakmaya hazırlanmış ve daha başka emperyal planlarını devreye sokmuş olabilir.

Hatırlayalım ki, Zerdarî, eşinin başbakan olduğu 90’lı yıllarda uluslararası mafiatik yolsuzluklara karıştığı iddiasıyla yargılanıp mahkûm olmuş ve 11 sene zindanda kalmış ve de tabiatiyle, eşi Bînezir Butto’yu da oldukça zor bir duruma düşürmüştü..

1971-77 arasında Başbakan olan Zulfiqar Ali Butto’nun Gen. Ziya’ul Haqq tarafından idâm ettirilmesi ve kızı Bînezir Butto’nun da, 4 sene önce bir seçim mitinginde trajik bir suikasdde korkunç bir bombalı saldırıda can vermesi gibi bir duygu temeli üzerinde siyaset oluşturan Pakistan Halk Partisi (PPP)’nin, hele de Zerdarî döneminde bütün siyasî itibar ve kredilerini tükettiği ve Amerika’ya verdiği imtiyazlarla ayakta durduğu ve amma, o desteğin kendisini ayakta tutmaya yetmiyeceği, yolun sonuna geldiği söylenebilir..

Zerdarî, son açıklamalarında asla istifa etmiyeceğini söylese de, dileyelim ki en mâkul ve sağlıklı çarenin, istifa etmek olduğunu idrak eder.. Aksi halde, Pakistan’ın yeni askerî darbeler de dahil, nice siyasî maceralar içinde savrulacağını, çok daha fazla kan kaybedeceğini söylemek, acı olsa bile, öngörülmelidir..

Van Depremi’nden yükselen bir sessiz çığlık..

Son olarak, Van Depremi’nden geride kalan ve yükselen bir çığlığı buraya aktarayım..

Bu çığlık, Haksöz sitesinin devamlı takibçilerince tahmin edilebilecek ve 30 yıl öncelerden beri İslamî hareketler içinde bulunmuş bir kardeşimizden..

Deprem sonrasında kendisine ulaşamamıştım..

Elektronik adresine, kendisine ulaşamadığıma ve durumu hakkkında sağlıklı bir bilgi edinemediğime dair, bir e-mail mesajı göndermiştim, bir hafta kadar önce.. Ona da bir karşılık gelmiyecek derken, nihayet bu kardeşten özel ve genel durumu aktaran bir mesaj aldım..

Özel kısımlarını atlayarak, genel çerçevesiyle bu mesajı aktarmak, acıyı paylaşmak istiyorum.. Çünkü, Van ve Erciş’te yaşanan deprem, hele de kış şartlarıyla birlikte geldiği için, gücümüzün yettiğince herbirimizin daha bir âcilen el uzatması gelen bir konu..

Belki, ’acılar paylaşarak azalır..’ sözünün bir başka tesiri daha görülür..

’Ağabey,

Sizden mesaj geldiğini gördüğüm zaman maalesef hastahanede yatıyordum. Birinci depremden sonra birkaç gün bir akrabanın tek katlı evinde kaldıktan sonra, biraz da evin sağlamlığına güvenerek evimize geri döndük.

İkinci depremde evdeydik ve kıyamet koptu sandık. Aşağıya inebileceğimize ihtimal vermiyordum. Çocukları zor sakinleştirdim. Binanın tamamen çökmüş olduğunu sanıyordum. (...)

Yeniden akrabamıza sığındık.

Bir hafta boyunca torpillerle çadır aradık, bulamadık. En sonunda İstanbul’dan arkadaşlar, çadır gönderdiler. Çadırımızı kurduk. Ama, yine de (...) Van’ı terketmek zorunda kaldık.

Bu arada, beden de ağır hasar aldı. Henüz de düzelmiş değilim.

İstanbul’a geldikten birkaç gün sonra da ağır bir kriz geçirdim. Ayaklarım birbirine dolanmış, çocuklara başım dönüyor tutun beni demişim ve yere çakılırken yakalamışlar beni..

Bayılmışım. Ellerim, dizlerim, dişlerim kitlenmiş,,

Hastaneye götürülmüşüm.. O günden beri dışarı çıkamıyorum. Doktorlar gizli sıkıntı travması teşhisi koydular.

Depremden 3 ay öncesinden beri zâten işsizdim, depremle birlikte Van’dan çıktık. İstanbul’da bir ev tutmaya çalışıyoruz, ama, gerisini nasıl getireceğiz, bilmiyorum.

Devletin deprem ile ilgili tavrını anlatmak zor, durumu anlaamak için ancak yaşamak gerekir diye düşünüyorum.

Şu anda Üsküdar’da depremden dolayı göç etmiş 10 yakın akrabamız var.. Her birimiz bir akrabamızın dar evlerinde kalmak zorundayız. Van’da valilik tarafından gönderilip sosyal konutlara yerleştirilenlerin yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını karşılıyorlar.

Akrabalarımız burada valiliğe müracaat ettiler, her birine bir defaya mahsus olmak üzere 250 TL verildi.

Van’da belediye de, devlet de hazırlıksız yakalandı.

Daha sonraki süreçte de o eski partizanlık günleri yeniden geri geldi.

Herkes kendi yandaşına yakın durdu. Elbette bütün imkanlar devletin elindeydi, ancak belediyeye gelen sivil yardımlarda da aynı anlayış hâkim oldu. Enkaz kaldırılmasında, yardımların dağıtılmasında veya daha sonraki sahiplenmede insanlık değerleri ayaklar altında kaldı.

Var olduklarını zannedenlerin nerdeyse tamamı bu manevi göçüğün altında kaldı. Elbette gördüklerim, yaşadıklarım, hissettiklerim bundan ibaret değil. Bu özeti..

Şimdi bile gören göz sadece haberlerden neler olduğunu rahatlıkla anlayabilir. İnsanlar yazlık çadırlara mahkum edilirken, konteynerler ya köylere, ya memurlara veya üniversiteye tahsis ediliyor. Yanan çadırların haberleri bile çok şey anlatıyor.

Ağabey, özet olarak ahvalimiz böyle.. Bütün bunlara rağmen Rabbime yüz binlerce kez hamdediyorum. (...) Doğrudur, depremin travmasını üzerimizden kolay atamayacağız, ama başkalarının durumunu görünce.. Mevcud duruma da hamdediyorum.. Ama, her şey sıfırlandı, ama en azından çoluk çocuk kaybından doğacak acılarla tanışmadık.

(...)Allah’a emanet olunuz.. (...)’

*

Evet, bu satırlar kor parçası gibi..

Ey, sıcak yuvalarında, kahvelerini höpürdeterek içerken, sadece ’vah-vah..’ demekle veya yaptıkları küçücük yardımlarla, kardeşlik ve insanlık borcunu yerine getirdikleri düşünenler..

Var mı bu durumlardan haberimiz? Hele, İstanbul Valiliği’nin ailelere ve bir defaya mahsus olmak üzere, sadece 250 lira verdiği haberi yüreğimizi parçalamıyor mu?

Sorumluluklarımız ve mükellefiyetlerimiz, sadece  ’vah-vah’larımızla geçiştirilebilecek midir?  

YAZIYA YORUM KAT

5 Yorum