1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Bu düşmanlık, bugün ve yarının bütün müslümanları için musîbet olur..
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Bu düşmanlık, bugün ve yarının bütün müslümanları için musîbet olur..

09 Eylül 2012 Pazar 01:27A+A-

 [email protected]

Çeşitli internet sitelerinde yapılan yayınların bazılarından haberdar ediliyorum.. Bazı arkadaşlar, ’Hakkınızdaki bu yazıyı görmemiş olabilirsiniz..’ diye, bana da bazı yazıları geçiyorlar.. Bazıları da, takma isimlerle ulaştır(t)ıyorlar..

Oralarda, geçmişte, hakkımda iyiniyet ve hüsn-i zan beslediğinden dolayı şimdi elem duyduklarını söyleyen tipleri görüyorum.. Hattâ, nice eski dostları..

Onların deyimiyle‚ ’İran düşmanı’ yazılar yazıyormuşum..

Bu tür bir iddiayı temelden reddederim..

Çünkü, bu satırların sahibi, hiç bir coğrafyanın dostu veya düşmanı değildir.. Sadece doğruluğuna inandığı değerlerin yanında ve yanlışlığına inandıklarının da karşısında olmayı şiar edinmiştir.. Ve bütün âlemler Rabbimiz’indir ve her yer, Allah’ın dininin hâkimiyetine lâyıktır.. Nihaî hedef de zâten böyle gösterilmiyor mu bizlere, Baqara Sûresi, 193’de.. ’Fitne tamamen yok edilinceye ve yalnızca Allah’ın dini hâkim kılınıncaya, yalnızca Allah’a kulluk edilinceye kadar, savaş- mücadele…’

Böyle solunca da filanca toprağın, falanca coğrafyanın dostu veya düşmanı olmak, bir müslüman için sözkonusu edilecek bir şey olmasa gerek.. ’El’garb’u lenâ, ve-ş-şarq’u lenâ..’ (Batı da bizimdir, Doğu da bizimdir..)

Bu cümleden olarak belirteyim ki, ’Şah İran’ına da düşman değildim.. Şahlık sisteminin temsil ettiği mânâya karşıt idim..

Bana geçmişte dost olan veya beni dost bilenler kendilerinin istedikleri gibi düşündüğüm, istedikleri gibi konuştuğum-yazdığım için değil de, doğru olduğuna inandığıma söylediğim için dostluk besliyor idiyseler..

Merak buyurmasınlar,  ben, -Allah’ın izniyle-, yine o’yum.. Yok, eğer beni doğruluğuna inandığım gibi değil de, başkalarının beğenisine göre düşünen, konuşan-yazan birisi olarak seviyor idiyseler, yanılmışlardır ve bunu şimdi olsun anlamalarını isterim..

Batı Avrupa ülkelerinde, ülkelerinden kaçan dünün en hızlı inkılabçı isimlerinden, hattâ‚ -kendi deyimleriyle- ’eski rûhânî’lerle, mollalarla bile karşılaştığımda, onların İran’da bugün gördükleri İslam adına yaptıkları uygulamalara yönelttikleri sert eleştirilerine karşı çıkıp, ’Sizin yanlışınız şu ki, dünlerde çok ütopik, çok hayalperestçe düşünmüşsünüz, dünyaya at gözlüğüyle, tek yönlü bakmışsınız.. Ben ise, dünlerdeki ideallerimin birkaç on veya yüzyıl içinde gerçekleşmiyeceğini elbette biliyordum ve o inançlarımı ve ümidlerimi hâlâ da koruyorum ve yarınlar hakkında da  hiç karamsar değilim.. Bu gibi dalgalanışlar asırlar boyunca hep vardı, bugün de var, yarınlarda da olacak; ama, ideallerimiz de hep yaşıyacak..’ dediğim zaman, ’Birader Salâhaddin, sen hâlâ 1357’de kalmışsın..’ diyorlar.. (1357 rakamı, İran’da milyonlarca müslümanın, ’Allah’u Ekber!’ nidâlarıyla dünyayı sallıyarak miladî takvimle 1979 yılı başında gerçekleştirdikleri o büyük inqılabın İran takvimindeki hicrî-şemsî karşılığıdır..)  Ve ben, onların müstehziyâne ve ironik olarak dile getirdikleri o tesbitten rahatsız değilim, ve evet, hâlâ, o’yum!

Elhamdulillah..

*

Benim, uygulama üzerinde, İran’da iken de yaptığım, yazdığım, açıkça dile getirdiğim eleştiriler vardı.. Doğruluğuna inanmadıklarımı, üstelik orada iken daha rahat söyledim.. Hatttâ o zamanlar, 15 sene öncelerde de Türkiye’de aleyhimde bazı yayın organlarında yazı yazanlar vardı, ’çorba içtiği çanağı kirletmek’ gibi müstekreh benzetmeler yaparak..

Bugün de, aynı şekilde yazanları, hattâ e-mail adresime mesaj olarak geçecek kadar yürekli bazı eski âşinâ kimseleri görüyorum.. Ve onlara diyorum ki, ’Eğer, ben gittiğim yere göre konuşan, rızkımı veren kapıya göre ses çıkaran birisi idiysem.. 35 yaşıma kadar Türkiye’de idim, o zaman resmî ideolojiye, kemalist -laik prensiplere göre yazıyor- çiziyormuşumdur. (Ki, o dönemde neler yazdıkları hatırlayanlardan hayatta olanlar da vardır, herhalde..) 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi’ni takiben, yurt dışına çıktığımda, İran’da, İslam İnqılabçıları’nın beğenisine göre yazıp çizen ve hattâ bazılarına göre mezheb değiştiren birisi olmuşumdur.. (Ki, orada yıllarca, türkçe ve farsça makalelerim, yazıp çizdiklerim de de ortadadır.. Merak eden, bakabilir.. Ve şimdi, yazılarıyla ikide bir, şiî müslümanları ve onların aqîdesini suçlayan bir eski dost isim var ki, İran coğrafyasından bazı seçkin dostlara, hakkımda iltifatta bulunuyor gibi davranarak,  ’Yahu, biz bu ağabeyi kafası çalışan birisi olarak biliriz.. Bunca yıl burada olduğu halde, şiî olmadıysa, bu, şia’nın kafası çalışanlara vereceği bir şey yoktur,  mânâsına gelir bu!..’ şeklinde fitne-engiz laflar ettiğini de bu vesileyle aktarayım..) Şimdi ise, 10 yılı aşkın bir zamandır, Almanya’dayım.. o mantıkla, bulunduğum ülkenin hâkim atmosferine göre, evangelist-protestan- hristiyan ya da ateist, maretyalist birisi mi sayılacağım?’

Bu gün de, beni bulunduğum yere göre, bukalemun gibi renk değiştiren, bulunduğu yere göre konuşan birisi gibi göstermek isteyenler, yoksa, kendi durumlarına göre mi böyle bir değerlendirme yapıyorlar?

Yahu sizin, Allah’u Tealâ’nın ’Rezzâq-ul’âlemîyn (âlemlerin rızklandırıcısı)’ olduğuna dair bir inancınız yok mudur? Ve siz, ’Rezzâq’ olarak kimi kabul ediyorsunuz?

Ben, (ben demek benim için çok ağır olduğu halde, burada mecburum) doğru olduğuna inandıklarımı her ahval ve şerait altında münasib gördüğüm bir dille daima ifade etmeye çalıştım.. Bu, ’Herşeyin en doğrusunu ben bilirim!.’ mânâsında bir mâlûmatfurûşluk/ bilgiçlik taslamak değildir..

*

Sadece, Allah’ın verdiği akılla yaşadığım dünyayı anlamaya çalışırım.. Başkası nasıl anlamaya çalışırsa, ben de öyle.. Benim hata yapmam mümkün olduğu gibi, başkalarının da hata yapması mümkündür.. Hangi makamda, hangi sıfatta ve kim olursa olsun..

Hele de, inandığım değerler sisteminin içinde, aklıma yatmıyan, doğru olduğuna inanmadığım hususlar olursa; bunları, eleştirilmek, iftira edilmek, dışlanmak veya aşağılanmak pahasına da olsa, ifade etmeye çalışırım ve yine de inandığım temel değerlerin özüne bir zarar gelmemesi için aklımın erdiğinde bütün tedbirleri almaya çalışarak..

Böyleyken,  bugün beni belli çevrelerin ’İran düşmanı’ diye suçlamasına gelince..

Hiçbir coğrafyanın, hele de müslümanlara aid olan hir bir ülkenin düşmanı olmaksızın, ve yönetici kadroların da, o ülkeler demek mânâsına gelmediğini gözönünde bulundurarak hareket etmeye çalıştım.. O büyük inkılabın, bütün müslümanlar için, -kendi özel şartları dışında-  bir laboratuar mesabesinde olacağını, bu niyetle dikkatlice gözlenmesi- gözlemlenmesi gerektiğini düşündüm ve söyledim, yazdım, hep..

Bugün, İran dışında olduğum için, daha mülayim konuşmaya çalışıyorum.. İran içinde olsaydım, çok daha sert eleştirilerimi, hem de en etkili yerlere kadar ulaşacak şekilde yapardım, Allah’ın izniyle; geçmişte de yaptığım gibi..

Ama, bugün bana çamur atmaya çalışanlar gibi, İran içinde kendilerinin tarafdar olmadıkları inkılabçı kadrolar için dile getirdikleri cinsten ağır eleştiri ve hattâ iftiralara asla tevessül etmedim.. Sadece, ’filan konuda yapılanların yanlış olduğunu düşünüyorum, katılmıyorum.. Yazık oluyor, bu usûl ve uslûb,  bence İslamî ahlâka da sığmıyor..’ demişimdir..

Bunu dememeli miydim?

Bugün benim adımı zikrederek, akıllarınca karalamaya çalışanlardan niceleri ise, yazılarında, İran içindeki ve inkılabçı saflar arasındaki bölünmelerde, ayrışmalarda, öylesine bir yöntem takib ettiler ki, insan şaşırmaktan kendini alamıyordu.. Sözgelimi, İslam İnqılabı’ndan sonraki ilk 25 yıl boyunca, ülkenin en önde gelen icracı yöneticilerinden ve hemen daima, (merhûm) İmam’ın tedbirini beğendiği ve itimadını kazandığı bir kimse olarak bilinen Hâşimî Refsencanî’yi, Ahmedînejad karşısındaki adayları desteklediği için, 30 yıl boyunca ’hırsızlık yaptı, ülkeyi soydu..’ diye delilsizce, frensizce suçlayan ’müslüman’larımız bile oldu.. Ve İnqılab Rehberi, tersini söylediği halde, ona ve benzerlerine en ağır hakaretleri yazı diliyle ifade edenler de.. İmam hayattayken, onun da ısrarlı himayesinde, 8-9 yıl başbakanlık yapan Mîr Huseyn Mûsevî ve İmam’ın çevresindeki inkılabçı kadronun en ileri isimlerinden - Meclis (eski) Başkanı- Mehdî Kerrubî’yi, Yezid’in, Ömer bin Saad’ın ordugâhının mensubları olarak niteleyenler, onları son üç yıldır, ihanetle suçlayanlar bile oldu da, onlar o kadar ağır suçlu idiyseler; bağlısı olduklarını ifade ettikleri  İnqılab Rehberi’nin onlar hakkında niçin hiçbir hukukî-cezaî işlem yaptırmadığını düşün(e)mediler.. Haa, onlar sonradan suçlu duruma da düşmüş veya, herkes gibi yanlış da yapmış olabilirler; o ayrı. Ama, suçsuz ceza ve cezasız suç olmaz gibi temel prensiplerden az-biraz haberi olanlar için, bu hususlarda, biraz düşünülmesi gereken noktalar yok mudur?

Bu hususta yazılıp çizilenler o kadar sınır tanımaz ve fren tutmaz boyutlara ulaştı ki, hattâ, merhûm Muntezirî için, makalelerinde daha geçenlerde ’munafık tavırlı’  nitelemesi yapanlar bile oldu.. Ki, onlar, daha önceleri ve yıllar boyu, Muntezerî’nin adını, salâvatsız anmayan kimselerdi..

Ben bütün bunlar karşısında, en fazla, bu gibi tutumlar için, ’yanlıştır, İslamî ahlâk açısından yanlış olduğunu düşünüyorum..’  demişimdir..  Ama, kimseyi, delilsiz ve aşağılık yöntemlerle suçlamadım.. Ne yapmalıydım yani, inanmadığım halde, yüze gülerek, ’Çok iyi yapıyorsunuz.. Maşaallah.. Barekallah..’ mı demeliydim?

*

Ve Suriye Buhranı ortaya çıktığında da, aynı tavrı sergiledim..

Arab beldelerindeki ’halk patlamaları’nın herbirinisi birlikte selamlamışken, sıra Suriye’ye gelince.. Suriye halkını, emperyalistlerin oyununa gelmiş, kandırılmış kimseler olarak nitelemek!!!

-Elbette, bana göre-, öyle bir yanlış yapıldı ki, İslam İnkılabı’nın en temel değerlerinin unutulduğunu düşünüyorum.. Bu, benim kanaatim.. Başkaları da başta türlü düşünebilir..

50 yıllık Baas rejiminin ve darbeyle yönetimi ele geçirip küçük bir inanç grubuna dayanarak 43 yıldır hükûmet eden (Baba-Oğul) Esed Khanedanı’nın pençesi altında ezilen Suriye halkına karşı, bir Direniş Cebhesi’ni zayıflatmamak adına yapılanların ve bu konuda dile getirilen görüşlerin, İslam İnqılabı’nın o zamanki lideri ağzından dünyaya verilen mesajlarla asla bağdaşmadığını, hep mazlum ve mustez’zaf halkların yanında yer almak şiarı yerine, diktatörlüklerin yanında yer alındığını görünce, inanmadığım halde, ’Doğru yapıyorsunuz..’ diye alkışlamalı mıydım?

*

Son olarak Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî’nin Tehran’daki resmî söylemlere aykırı bir söz söylemesi, görüş belirtmesi üzerine, -Husnî Mübarek’i devamlı ’firavun’ olarak niteleyenlerin- Mursî’yi de ’Mubarek’ten farkı yok..’ karalamaları karşısında alkış mı tutmalıyım?

*

Ve Suriye Buhranı’nın İran ve Türkiye arasında temel bir görüş ayrılığını ortaya koyacağının ilk işaretleri henüz belirmeden önce bile, böyle bir tehlikenin karşımıza çıkabileceğini hissedip, bunu yazılarında işaret etmeye çalışmış birisi olarak, bugün gelinen noktada, hem de İran’da, devletin elindeki gazetelerden, yüksek resmî sıfatları olanlarca dile getirilen görüşler bir yana, Tayyîb Erdoğan ve Abdulah Gül hakkında en ağır ifadelerin yazıldığını burada belirtmekle yetiniyorum; söylenenleri olduğu tekrardan kaçınarak..  

Bununla, Türkiye’nin veya İran’ın menfaatlerini değil, inancımın değerlerini ve İslam Milleti’nin geleceğini düşünüyorum..

Yarı-resmî stratejik değerlendirmeler yapan, etkili ve ünlü bir ismin kontrolündeki bir sitede stratejik yorumlar olarak kaleme alınan yazıların son bir haftasına bile bakıldığında..

İskenderun (Hatay) vilayetinin ayrılmamasının sözkonusu olduğu’na dair, haritaları da verilen  yorumların yazılması, Türkiye alevîlerinin de Türkiye rejimine karşı silahlı mücadele vermek üzere örgütlendiği’ne dair  haberlerin manşetlerden verilmesi gibi durumlar, 30 yıl boyunca görülmüş-yazılmış şeyler değildi.

Daha dün, -Türkiye’de İslamî hassasiyet sahibi çevrelerin şiddetle eleştirdikleri- ’Muhteşem Yüzyıl’ isimli tv. dizisinin farsça versiyonunun yayını konusunda yazılan bir yorumda dile getirilenler, İran’la Osmanlı arasındaki boğuşmalara, Sultan Suleyman taa zamanından beri, nasıl bakıldığını göstermesi bakımından dehşet verici idi..

Osmanlıcılığa karşı, o  Safevîci tarih seviciliğini koyacak bir yer bulamıyorum..

Şu kadarını belirteyim ki, bunlar İslam İnkılabı’nın mesajı değildi..  

Bu satırların sahibi, ne Osmanlıcı’dır, ne Türkiyeci’dir, ne İrancı’dır, ne de falanca coğrafyacı veya kavimci veya mezhebci.. Ne de, tarihte kalmış ve kalması gereken hesabların, defterlerin yeniden açılmasından yanadır..

Bu konuda, İran’ın en yetkili isimlerine de, Türkiye’nin en yetkili isimlerine de, bu iki ülkeyi savaştırmanın, sadece iki ülkeye zarar vermiyeceğini, bugünün ve yarının bütün müslümanlarına da onulmaz darbeler vuracağını, derin yaralar açacağını bir sessiz çığlık  halinde hatırlatmak istiyorum..

Ama, Türkiye’yi yönetenlerin de yığınla yanlışları vardır, elbette.. Üstelik, temelinden yanlış olan bir sistemde, bu daha bir kaçınılmazdır da..  Ama, unutulmasın ki, bugünkü Türkiye şartlarında, müslümanların çıkarabileceği daha iyi ve etkili bir başka kadro fiilen gözükmemektedir. Ve Türkiye, Osmanlı’nın son 150 yılından beri, Batı dünyasına kapılanmış ve son 60 küsur yıldır da NATO’nun emrindedir.. Bunlar İran tarafından da bilinmez ve yeni bir durum değildir.. Ve buna rağmen, bugünkü iktidar kadrosu, geçmişe göre, Batı’yla olan bu bağları, -her ne kadar son derece zor ise de- bir şeyleri döküp yıkmadan ıslah etmeye çalışmaktadır.. Geçmişte, bu günkü kadar bir şahsiyetli tavır da sergilenemiyordu..

Nitekim, Tayyîb Erdoğan’ı, Davos’daki veya Gazze’deki tavrından dolayı, Tehran Cum’a namazlarında bile alkışlayan da, İran’ın müslüman halkı idi..

Böyleyken, Erdoğan için, bugün, ’siyonist uşağı, alçak.. Amerikan kuklası’ gibi yüzlerce hakaret, son bir yıla gelinceye kadar görülmüş şey değildi.. Ve ben bu ağır ifadelerin yazılmasından da gocunmam, üstelik kimsenin avukatı da değilim.. Ama, bu yaklaşımı ahlâkî bulmadığımı, İslamî bulmadığımı, bunun, iki ülkenin müslüman halkını birbirine düşman etmek isteyenlerin ekmeğine yağ süreceğini belirtmeliyim..

Bu konuda, biliyorum, birileri yine karalamalara tevessül edecekler, hakaretler yağdıracaklar, ama, tekrar edeyim ki, ben şu veya bu devletin maslahat ve menfaatini değil, müslümanların tarih içindeki yolculuklarının gelecekte alacağı şekil üzerinde düşünerek, hattâ savaşla bile noktalanabilecek böyle bir zıdlaşmanın,  İslam Milleti’ni ağır şekilde sekteye uğratacağını, hepimiz için kahredici olacağını hatırlatmak istiyorum..

Şunu da belirteyim ki, bugün beni -bana göre- kendi yanlış yollarında, yanlarında beni görememiş olmalarından dolayı kızgınlık içinde olanların yaptığı gibi, ben de onları silip atmam.. Çünkü, idraklerinin farklı çalışmasına şaşırsam bile, samimiyetlerinden şübhe etmiyorum.. Birgün, ellerimiz, beyinlerimiz ve kalblerimiz yeniden aynı noktada buluşacaktır, inşaallah..

*

Son günlerde içerde olanlara kısa bir bakış..

Şırnak- Şemdinli-Beytüşşebab civarında son aylarda daha bir artan çatışmalarda güvenlik güçleri ve PKK’nın silahlı mensublarından onlarcası, belki yüzlercesi can verdi..

Güvenlik güçlerinin kayıpları 20-30 civarında iken, karşı tarafın, 350 civarında olduğu söyleniyor..

Bazılarının yüreğini ferahlatacak bir haber olabilir, bu..

Ancak, iki tarafı da genelde, aynı ülkenin vatandaşı.. (Gerçi, son zamanlarda Suriye vatandaşı olanların PKK içinde etkili olduğu da söyleniyor.. Bu arada İran’ın da, 10 ay öncelerde, PKK’nın dağ lideri Murat Karayılan’ın yakalandığı- yakalanmadığı konusunda kesinlik kazanmayan çelişkili ve şübheli bir takım gelişmelerden sonra, PKK’nın İran kolu olarak nitelenen  PJAK’ın mücadele sahasından çekildiği ve silahlı adamlarını İran dışına çıkardığı açıklamasından sonra, rahatlayan İran’ın şimdi Türkiye’yi rahatsız etmek için, PKK’yı tahrik ettiği, ona bir takım kolaylıklar sağladığı iddiası var ise de, bunlar İran tarafından reddediliyor.

Kabul edilecek değildi ya, elbette..)

Her ne olursa olsun, onlarca, yüzlerce insanın ölmesinden sonra, birileri, ‘Vatan sözkonusu olunca, gerisi teferruattır..’ derse, herkes kendi vatan anlayışına göre, her türlü cinayeti işlemek hakkını kendinde bulur..

Ve daha felaketli olanı, askerlerin cenazeleri tabiatiyle aileleri tarafından ve şehrinin kitleleri tarafından kutsanarak defnedilirken; PKK elemanlarının cenazeleri de, mahallî halk tarafından, aynı şekilde sahibleniliyor.. Ve medya, aynı halkın iki ana gruba ayrıldığını görmeksizin, görmek istemeksizin, sadece bir tarafın acılarını yansıtıyor; öte tarafın acıları ise, bir ayrı sosyal grup tarafından kutsanarak defnediliyor ve tabiatiyle, bu, ülke insanlarının iki ana grubu arasında duygu açısından dehşet verici bir psikolojik kopuşun haberini veriyor.

Bir toplumda, vatandaşların, cenazeler üzerinde bile, ‘bizim ve onların cenazeleri’ diyecek kadar ayrışmaları, herhalde en büyük felâket habercisidir..

*

Afyon Karahisar’da bir cepanelikte meydana gelen korkunç bir patlama ile 25 asker parça-parça oldu..

Daha da büyük bir facia meydana gelebilirdi.. Çünkü, şehrin kenar mahalleleri bu cepaneliklere kadar yaklaşmış durumda..

Hatırlayalım, 1986’larda, Pakistan’da, gün ortasında, bir füze deposu patladığında, saatlerce, Revalpindi ve başkent İslamâbad şehirlerinin üzerine, füzeler yağmış ve binden fazla insan can vermişti.. Türkiye’de de, Kırıkkale ve Pamukova’da benzeri kazalar meydana gelmişti, ama, en azından, can kaybı çok az idi.. 

Bu gibi kazaların herbirisinde olduğu gibi, bu kazada da hayatını kaybeden askerler için acı duymamak elbette mümkün değil.. Çünkü, onlar büyük çapta, gariban halkın, gariban çocukları.. Başlarında iki astsubay.. Gecenin karanlığında, cepanelik düzenliyorlar..

Üst subaylar, generaller yok ortada.. Onlar önemli memleket mes’elelerini tartışıyorlardı herhalde o saatlerde, orduevlerinde, bilardo masaları başında veya golf sahalarında.. Ya da kadehleri yudumlayıp fırladıkları dans pistlerinde..

Medyada veryansın..

Bu işin tabiatında var..

Anormal olan ise, ilk anda henüz hiçbir şey kesinleşmiş değilken, bazı sorumluların kesin bilgiler veriyor edâsında konuşmaları..

Bunlardan birisi, Orman ve Çevre Bakanı Veysel Eroğlu..

Eroğlu çalışkan, halka hizmeti Hakk’a hizmet bilen birisi.. Buna diyecek yok.. 

O sırada, kendi memleketinde imiş.. Ve Bakan/ Hükûmet üyesi olması hasebiyle, o anda, Vali’den de daha yetkili olarak açıklama yapmak durumunda..  

Halbuki, o yetkisini Vali’ye bırakabilirdi, bırakmalıydı..

Öyle yapmıyor ve konuşmaya başlıyor..

Ve, sözünün daha ilk cümlesinde, ’takdir-i ilahî’ diyor..

Yahu arkadaş, biraz temkinli konuşamaz mısınız? Hadisenin sıcağı sıcağına konuşmak zorunda mısınız? Ayrıca, siz sorumlu kişi olarak, ilk anda, ’takdir-i ilahî’yi sözkonusu etmek durumunda değilsiniz.. Hadisenin gerçek boyutları gece karanlığında henüz bilinmezken, ’Sabahı beklemek zorundayız..’ diyemez misiniz?

Siz, ağır sorumluluklar altında olmanızın, aklınıza geldiği gibi konuşmamanızı gerektirdiğinden habersiz misiniz?

Sorumluluk makamında olan birisinin önce sorumluluğunu üstlenmesi ve sorumluluk durumunun sözkonusu olmadığı zamanlarda, ancak o zaman, bir teselli ve sığınak cümlesi olarak onun da dile getirilmesi olabilir..

*

Bir diğer konu..

Bir-iki askerin yaralı olarak kurtulmasından sonra, hastahanede yaptıkları açıklamada, ’Biz namaz kılıyorduk, 30 metre kadar uzaktaydık,  ne olduğunu anlayamadık, o anda patlama oldu..’ demelerinde bir fevkalâde durum yok.. Bir durum tesbiti sözkonusu..  Ama, bunun üzerine, hem de İslamî hassasiyetle yayın yaptığı düşünülen bazı yayın organlarında, ‘Namaz sâyesinde kurtuldular..’ diye başlık atılmasında bir sunum çarpıklığı yok mu? O anda, öyle bir felaket karşısında, asıl o anda‚ ’takdir-i ilahî’yi düşünmeyip, ’Keşke bizim oğlumuz da, namaz kılsaydı da kurtulsaydı..’ gibi bir duyguya kapılacak olanlar niçin düşünülmemiştir? Bazı hassasiyetlerinizi yitirdiyseniz bile, o çiğ manşetlerin, laik-materyalist kesimlerce en acımasız şekilde saldırı konusu haline getireleceğini düşünemediniz mi?

*

Bir diğer konu..

O cephanelik düzenlenmesi, niçin gece karanlığında?

Elbette gece de olabilir.. Bir harekât, bir alârm zamanında, bir tatbikat, bir savaş ânında..  

Ama, bunların hiçbirisi yokken, bir -iki astsubayın, 30-40 askerle gelip, gecenin o karanlığında, yatsı vakti, böyle bir işe girişmesinin izahı?

Ortada bir takım tutarsız iddialar da sözkonusu.. Erlerin, birkaç günlük oldukları söyleniyor.. Halbuki, iki-üç-tanesi er, diğerleri, onbaşı ve çavuş..

Birkaç günlük askerin onbaşı veya çavuş olması nasıl olur? En azından birkaç aya ihtiyac vardır..

Ya, haber kanallarının ‘acul’luğu?

Bir hadise olunca.. Daha hiçbir şey anlaşılamamışken, habercilerin, illâ da bir ‘haber çıkarması’ ve diğer kanalları atlatmaya çalışması, bir meslek şehvetiyle hareket etmesi karşısında insan, söyleyecek söz bulamıyor..

Henüz itfaiye araçlarının bile  yaklaşamadığı bir hadise mahalli hakkında, ‘koyun can derdinde, kasab et derdinde..’  misalini hatırlatacak şekilde merak uyandıracak, reiting patlatacak haberler yapmakta bir çarpıklık yok mu?

Ya, tv. kanallarının hemen bir takım emekli generalleri konuşturmaya kalkışmaları!..

Onlar da, âdetâ, ‘bir değerlendirme de biz patlatalım..’ dercesine başlıyorlar konuşmaya..

Yakın geçmişdeki Gen. Kur. Başkanları’ndan birisi, ’emekli de olsalar, generaller, TSK’nın emrindedirler, gelişi-güzel hareket edemezler.’  kabilinden bir açıklama yapmıştı..

Bir em. general, ‘o elbombası sandıklarına roket bile isabet etse, patlamaz, onlar savaş şartlarına uygun olarak hazırlanmıştır.. Patlaması için, fünyelerinin takılı olması gerekir.. Onun için fünyeler ayrı sandıklarda tutulur.. Fünyelerin bombayı patlatması için de maşalarının çekilmesi gerekir..’ diyor.. Biz bilmiyorsak, bize düşen, ‘Haaa, demek ki böyleymiş..’ demekten ibaret..

Koskosaca general dediğine göre, herhalde öyledir..

Ama, bir diğer general konuşuyor: ’Efendim, savunma el bombaları ile saldırı el bombaları farklıdır.. Saldırı için olanlar, ateşlenmeye daha hazır vaziyettetir..’  

Bir başka general emeklisi ise, alman yapımı elbombalarının son derece hassas olduğunu, parça patlamalı etki yaptığını filan söylüyor..

Herbirisi, Osman Pamukoğlu isimli, esip tozan em. generalin yaptığı gibi, kamuoyu önüne çıkmaya can atarcasına,  fırsat bu fırsat diye konuşma heyecanı içinde.. Hattâ, bazılarının, bazı tv. kanallarını arayıp, ’Kardeşim, biz bu işin uzmanıyız, niye uzmanına sormazsınız?’ dedikleri bile oluyormuş..

*

Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel, hadise-facia mahalline, o gecenin ertesi sabahında, yani hadiseden 8-10 saat sonra geliyor..

Muhabirler kuşatıyor kendisini.. Gergin, üzgün bir şekilde, ‘Konuşmayacağım, her şey ortada..’ diyor.

Bu söz, ‘Henüz bir açıklama yapmak durumunda değiliz, Her ihtimal sözkonusu, henüz kesin bir şey yok.. ‘ mânâsında da anlaşılabilir..

Ama, medya kurnazlıkları devreye giriyor.. Medyanın belli kesiminin istediği gibi, sınır tanımaz, kemalistçe meydan okuyan bir Genelkurmay Başkanı havası veremiyor ya; gazetelere, ekranlara, onun sözü, ‘Herşey ortada..’ diye yansıtılıyor..  

Yani, iltibasa müsaid, bir kaç mânâya gelecek şekilde söylenmiş gibi gözüken bir söz..  Politikacılar biraz daha farklı konuşabilirler; ama, asker kişiler hele de böyle durumlarda bu şekilde konuşamaz, konuşmamalıdır..

*

Ya, Afyon Valisi’nin, Özel’in Afyon’a gelmesini fırsat bilip, o atmosferde, ona hediyeler vermesi ve bunun kamuoyuna yansıtılmasındaki nobranlık?

Necdet Özel, ‘ bir anda öyle bir durumla karşılaşınca, tepki veremedim’ diyor.. Bir nev’î, ma’zeretini beyan ediyor.. Ama, Vali’nin bunu akledememesi, tuhaf..

8 ay kadar öncelerde, 34 sivil vatandaşın parçalandığı Uludere Faciası’ndan sonra yapılan bir anma toplantısı sırasında BDP’li m.vekili Aysel Tuğluk ve arkadaşlarının kameralar önünde kahkahalarla gülmesini Erdoğan, haklı olarak eleştirmişti..

Vali, o durumu olsun, hatırlamalı değil miydi?

*

Bugünlerde, ülkemiz açısından en önemli hadiseler bunlar der ve oldukça da büyütürüz.. Halbuki, 75 milyonluk bir ülkede, bu gibi hadiseler o kadar küçük ki..

Sadece her gün 10-15 kişinin, bazan 25-30 kişinin trafik kazalarında can verdiğini düşünelim.. Aynı hassasiyeti, duyarlılığı  ve tedbirleri sözkonusu ediyor muyuz?

Ama, toplum, haberlerin manşetlerden veya ekranlardan içgıcıklayıcı şekilde ve korkunç felaket haberleri olarak sunulması karşısında, bir sosyal depresyona uğratılabiliyor..

Halbuki, çevremize bir bakalım.. Bölgemiz, tarih boyunca olduğu gibi, bugün de, hep kanla besleniyor..

Suriye, Filistin,  Irak, Yemen, Afganistan, Pakistan, Bosna, Çeçenistan, Keşmir.. Güney Sudan.. Nijerya, Mali, Moritanya ve Libya’da olanlarla karşılaştırdığımızda..

Ya da, materyalist  diyarlarda, rûhen katledilen milyonların hal-i pür-melali gözönüne getirildiğinde?

*

Bu çok büyük zannettiğimiz günlük gelişmeler içinde, bir de kısaca.tarihe göz atsak nasıl olur?

*Sahiden de çok mu büyük gailelerin içindeyiz?

Napolyon, 200 yıl önce bugünlerde Moskova kapılarındaydı, hatırlayanımız var mı?

200 yıl öncelerde 7 Eylûl 1812’de n’oluyordu, dünya ne büyük bir hadise cereyan ediyordu, umurumuzda mı?

Halbuki, o gün için, dünya tarihinin en büyük hadiselerinden birisi cereyan ediyordu..

Napolyon, Moskova’ya doğru ilerliyordu ve Borodino Muharebesi’nde Rus Ordusu ağır darbeler indiriyordu Napolyon’a, ama, yine de geri çekilmek zorunda kalıyordu..  Dahası, Moskova’dan da geri çekilmek zorunda kalıyordu..

Borodino, Moskova’nın 100 km. kadar batısındaki son köprübaşı olarak görülüyordu.. Mareşal Mihail Kutuzov’un başkomutanlığındaki orduları yenilmişti.. Napolyon’un kaybı 30 bin, Rus Ordusu’nun kaybı ise, 45 bin idi, bir günlük savaşta..

Ama, Kutuzov, pess etmiyor, daha müthiş bir plan yapıyordu.. Napolyon’u durduracak hiç bir güç yoktur, kendi ihtirasından gayri..’ diyen Kutuzov, eleştirilere aldırmayıp, kafasında tasarladığı müthiş bir planı uygulamak için geri çekiliyordu.. .

Plan, Moskova’dan da geri çekilmek idi; şehri ateşe vererek.. 

Yaklaşan kışın soğuk şartlarında, sıcacık Moskova’ya girmek ümidi içinde olan Napolyon ve askerlerine karşı, evet, iki mareşal vardı.. Birisi Mareşal Winter, diğeri, Mareşal Kutuzov..

’Mareşal Winter’, yani‚ ’mareşal kış..’ 

Napolyonu asıl mahvedecek olan mareşal’, evet, o ağır iklim şartları olacaktı..

Mareşal Kutuzov ise, Moskova’yı ona bir yangın yeri olarak bırakacaktı ve Napolyon, perişan bir şekilde geri dönecek ve o başarısızlığı unutturmak için, iki yıl sonra, 1814’de  Waterloo’da İngiltere ve Hollanda ordusuna karşı verdiği savaşta, daha büyük ve nihaî yeni felaketi bekliyecekti..

İki yüzyıl sonra....

Zaman tünelinden geriye baktığımızda.. Onlardan hiç bir haber yok..

Yarınlardan da, bugünlere bakanlar, bazı mes’eleleri ne kadar büyüttüğümüzü düşünüp üzerimize güleceklerdir herhalde..

YAZIYA YORUM KAT

23 Yorum