1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. ‘Bosfor’daki ‘Hasta Adam’ Ölmezse Bile, Güçlenmemeli..
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

‘Bosfor’daki ‘Hasta Adam’ Ölmezse Bile, Güçlenmemeli..

25 Ekim 2014 Cumartesi 20:39A+A-

[email protected]

Unutmuştum, ne zaman yazdığımı.. Rusya- Avrupa ilişkilerini araştıran bir okuyucu geçen gün, internetten, ’Tilsit Buluşması’  üzerine eski bir yazımı bulmuş ve bana da göndermiş, 2008 yılına aid..

O yazının genişce bir özeti, bu yazının konusuyla da ilgili olması ve  bilgilerimizin yenilenmesi açısından faydalı olabilir.

‘(...) Kollarımız arasında bir ’hasta adam’ var ve sağlığına kavuşacak gibi de değil.. Onun kontrolsüz ölümü halinde cenazesinin defni bile problem olacak ve dahası, terekesinin, geride bıraktığı mirasın nasıl paylaşılacağını, dünyanın her yanındaki kalıntılarını nasıl temizleyeceğimizi şimdiden düşünmezsek, ...bundan hepimiz zarar göreceğiz..’

Buna benzer sözleri tarihte çok duymuşsunuzdur..

Bunların en meşhuru da, Osmanlı hakkında söylenendir.. Benzer sözler Osmanlı’nın hele de son yüzyılında daha başkalarına ve başka zaman ve mekanlarda da tekrarlanıp durmuştur.

Özellikle de, 1805-06’larda, Austerlitz’de 800 yıllık Roma-Germen İmpratorluğu’na son veren Napoleon karşısında direnemeyeceğini gören Rus Çarı’nın, Napoleon’la Tilsit’te, bir nehir salı üzerinde görüşürken, bu mânâda söylediği söz meşhurdur.

Hatırlayalım ki, Osmanlı’da Padişah 3. Selim’in öldürülmesiyle neticelenecek olan ’Kabakçı Mustafa İsyanı’ şekillenirken, Haz.1807’deki ’Tilsit Buluşması’nda söylenen o sözlerin gerçek olabileceğine, Osmanlı tebâından kimse ihtimal veremezdi, herhalde..

Çünkü, Osmanlı, ’devlet-i ebed-müddet’ (sonsuza kadar yaşayacak olan devlet) demekti. Ama, geriye dönüp baktığımızda, bize kalan kocaman bir eseflenme oluyor.

*

’Zaman’ dediğimiz kavram nedir?

Bizim üzerinde yaşadığımız Dünya, ’Güneş Sistemi’nin küçük bir gezegeni..

Ve, ’galaxie/ samanyolu’ denilen yıldız kümelerinde milyarlarca ’Güneş Sistemi’ bulunuyor. (….) Yıldızlar, gezegenler, kendi yörüngelerinde, kodlandıkları istikamete doğru, hareketlerini ezelden ebediyete doğru dakik olarak sürdürürken.. Böylesine sonsuz mükevvenattaki bir zerrecik olan dünyada ise, birçok canlılar gibi, o canlıların en akıllısı ve en üstünü kabul edilen insanlar dünyaya hükmetmek için birbirleriyle nasıl da oluk gibi kan akıtarak boğuşuyor ve birbirlerini nasıl da öldürüyorlar ve nasıl da böbürleniyorlar..

*

(…) Beşer tarihinin sadece şu son 200 yılına bakmak bile, insanlık komedisinin trajedisini de hissettirebilir, bize..

Miladî takvimle, 1800’ler.. Birleşik Amerika, henüz 30 yaşlarında bir genç ve küçük devlettir.. Avrupa ise, Fransız Devrimi’nin dehşetli iç ve dış çalkantıları içindedir.

Fransa’da yönetimin başına geçen Korsikalı gencecik bir general olan Napoleon, toplumu iç karışıklıklardan kurtarmak için, dikkatlerin dışarıya ve büyük ideallere yöneltilmesi gerektiğini düşünür ve ordularını İskenderiye’de Osmanlı’nın Mısır topraklarına çıkarır. Ama, burada ilk başarılarının ardından, geri çekilmek zorunda kalır.

1805’de, Amiral Nelson komutasındaki İngiliz donanması, Fransa-İspanya donanmasıTrafalgar’da ağır bir yenilgiye uğratınca, dünyanın en büyük ’deniz gücü’ne dönüşür.

Ama ilginçtir, Napoleon, bu ağır deniz yenilgisinin birkaç ay sonrasında, Rusya Çarı ve Prusya (Almanya) ve Avusturya imparatorlarını Austerlitz’te ağır bir yenilgiye uğratıp, Avrupa’nın en büyük kara gücü durumuna gelir.. Ve arkasından ’Tilsit Görüşmesi’ gerçekleşir ve Rus Çarı, Napoleon’a, ’Niye birbirimizle boğazlaşıyoruz?’ demeye getirip, ’Kollarımız arasında bir hasta adam var, tedbirini önceden almazsak, onun ölümüne hazırlıksız yakalanırsak, bu bizim de felaketimiz olur. Bunun tedbirini düşünelim.’ der.

Bu ’hasta adam’ (L’homme malade) Osmanlı Devleti idi..

Çar’ın bu teşvikıne rağmen, Napoleon, (Osmanlı’yla tekrar karşılaşmayı göze alamayıp) Rusya’ya saldırmak planını değiştirmiyor, ama, Moskova önlerinde uğradığı ağır yenilgi üzerine perişan döndüğü Paris’te iktidardan uzaklaştırılıyordu.

Ne var ki, çalkantılar içindeki Fransa, onu kısa süre sonra, zindandan alıp, yine iktidara taşır. Napoleon, imajını düzeltmek için, bu kez de İngiltere ve müttefiklerine karşı yeni bir savaşa hazırlanır ve amma, Bruksel’in 40 km. kadar güneyindeki Waterloo’da beklenmedik ve ağır bir yenilgiyle iktidarını tekrar yitirir ve İskender, Hannibal ve Sezar’a denk sayılaırken, ’Bir varmış bir yokmuş’a dönüşür.

’Waterloo, bir savaş değil, dünyanın çehresinin değişimidir.’ der, Victor Hugo..

O günlerin üzerinden 200 yıl geçmiş.. Waterloo’nun isminden başka, kim, nesini biliyor?

Halbuki, onun galibleri de dünyaya hükmedeceklerini sanıyorlardı.
Son yüzyılın sosyal hadiseleri ise, daha bir büyük..

1905-1908’leri düşünelim..

Japonlar gemilerle gelip, Rusya’yı Rusya’da korkunç şekilde yenmişlerdir.. Rusya’da, o ağır yenilginin sosyo-psikolojik ve politik etkileriyle yerlerde olmasının da fitilini ateşlediği açlık, perişanlık, komünizmin fideliği olmuştur.

O dönemde İran ve Osmanlı da, derin sosyal Meşrutiyet çalkantılarından geçmektedir..

Ve, I. Dünya Savaşı denilen korkunç kapışma başlar.. 4 yıl süren o korkunç kapışmada da yalnız Osmanlı Devleti ve Hanedanı değil, Rusya’daki 300 yıllık Romanoff’lar Hanedanı, görkemli Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Habsbourg Hanedanı ve kezâ, Alman İmparatorluğu ve Hohenzollern Hanedanı da buharlaşır.

Sadece İngiliz Kraliyeti ve Japon İmparatorluğu ayakta kalır. Ve, Amerikan İmparatorluğu (kapitalizm) ve de Sovyet Rusya (komünizm) ve Hitler Almanyası ile Mussolini İtalyası, (nazizm /faşizm) yükselmeye başlar.

Hitler Almanyası’nın ikinci adamı Himmler, mistik bir gücetaparlıkla, ’nazizm’in, ’gelecek bin yılı yönlendireceğini’ söyler. (Yani, ’gelecek bin yılı tasarrufu altında görenlerin sadece TC’deki kemalist /laik kafalar olduğunu’  sanmayınız.)

Ve,Paris’deki Versailles Sarayı’nda imzalanan ve  ’barışı yokeden barış’ diye doğru bir tarifle anlatılan Versailles Barış Andlaşması’nın kaçınılmaz sonucu olarak, 1939’da ’2. Dünya Savaşı’ patlak verir. 6 yıl süren ve hele de Avrupa’yı baştan başa harabeye dönüştüren ve 60 milyondan fazla insanın ölümüne müncer olan o korkunç ’İkinci Dünya Savaşı’na beşer tarihinin ilk ’atom bombası’nı kullanarak son noktayı koyan ve gücünün zirvesinde olduğu zehabına kapılan Amerikan (kapitalist) İmparatorluğu, -hele de Sovyet (komunist) İmparatorluğu’nun 1990’da çökmesinden sonra-, kendisini dünyada rakibsiz ve ’gelecek bin yıla hükmedecek olan tek dünya lideri’ ve ’II. Roma İmparatorluğu’ olarak görür. (…)’

*

6 sene öncelerde kaleme alınan ve bir okuyucunun hatırlattığı bu satırları, bu yazının ’giriş bölümü’nde tekrarlamanın yersiz olmayacağını düşündüm.

Çünkü, emperyalist güç odakları, özellikle son yıllarda, özellikle de 2009’da Davos’da, sionist İsrail rejiminin o günlerdeki C.Başkanı Şimon Perez’in, Filistin’li teröristlere destek verdiği’ gerekçesiyle Türkiye’yi de suçlaması üzerine; Tayyîb Erdoğan’ın ona hitaben‚ diplomatik teamülde pek yeri olmayan bir  şekilde ’Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz’ diye başlayan ağır hitabından sonra..

Tayyîb Erdoğan, emperyalist dünyanın medya organları ve kamuoyları karşısında tehlikeli görülmeye ve güçlendikçe kendileri için daha da tehlikeli olabilecek bir figür olarak algılanmaya başlanır. Bu algı operasyonunun başarılı olması için hâlen de gerekli her yola başvuruldu, vuruluyor.

’Osmanlı Sultanları’nın kıyafeti içinde karikatürler mi dersiniz, Bosphorus’daki (Boğaziçi’ndeki) hasta adam gitti, yerini kızgın adam aldı!’ değerlendirmeleri mi.. ’Diktatörlüğe kaymakta olduğu’  gibi suçlamalar mı..

30 Mart 2014  mahallî seçimlerinden Tayyîb Erdoğan ve partisi, emperyalist odakların ve bağlılarının temenni etmedikleri ve  beklemedikleri şekilde yine büyük bir başarıyla çıkınca, aynı emperyalist medya organlarından yükselen, ’Yakındoğu’da yeni bir Putin..’ benzetmeleri de bir ayrı konu..

Bunlar bir kez değil, hemen her vesileyle ve devamlı gündeme getirilen karalamalar..

Çünkü Boğaz’daki  ’Hasta Adam’ ölmemiş, kendi köklerinden yeniden filizler vererek bir de yeniden güçlenmeye başlamıştır.

Tayyîb Erdoğan da doğru olduğuna inandıklarını, düşündüklerini, ’diplomasi kuralları ve nezaketi’ gibi gerekçeler ardına saklanmadan ve hattâ kızgınlığını gizlemeden ortaya koyan bir ilginç kimlik olarak yolunda ilerlemeye devam ediyor.

Erdoğan’ın  C. Başkanı olmasıyla, ister-istemez, bir ’teşrifat/ protokol makamı’ olan orada, kendisini hapsedeceği umuduna kapılanlar, yanıldıklarını yine de bu kadar çabucak göreceklerini ummuyorlardı herhalde..

*

Tayyîb Erdoğan’a takınılan bu husûmet tavrını anlamak lâzım..

Çünkü, o, yerlerde sürünen bir ülkeyi ayağa kaldırdı ve dünya siyasetinde önemsenmesi gereken etkili bir güce dönüştürdü. Ülkenin ekonomisini geliştirdi, dış dünyada imrenilen, hayranlıkla izlenen bir ülke durumuna getirdi; halkına, ’kendisine güven duygusu’nu verdi; elbette henüz de yığınla noksanlar olduğu halde..

Böyle bir gücün yükselişinden kim memnun olur? Hele de, müslümanların elinde etkili bir güç olan ve asırlarca Batı dünyasını için tehdid kaynağı sayılan Osmanlı’nın çekirdek coğrafyasında bir gücün yeniden yükselmesi karşısında..

Sözgelimi, 20 sene öncelerde yerlerde sürünen Rusya, Putin döneminde yeniden toparlanmış vaziyette.. Herhalde, Rusya vatandaşları bu durumdan ne kadar memnun ise, Rusya’dan geçmişte çok çekmiş olan toplumlar da o kadar rahatsızdır.. Çünkü, korku duyulan eski düşman yeniden uyanmakta..

Aynı durum, başkaları açısından, bugünkü Türkiye için de geçerli.. ’Eyvah.. Yoksa, yeni bir Osmanlı mı geliyor?’ korkuları, hemen her vesileyle hatırlatılıyor..

Aynı şekilde, bu ülkenin geçmiş asırlardaki gücünün korkularına yatanlar, son 10-12 yılda arka arkaya yapılan bütün seçimleri kazanan ve arkasında güçlü bir halk desteği olan bir Tayyîb Erdoğan’dan rahatsız olacaklardır. Çünkü, hele de son 200 yılın devlet yöneticileri arasında, Sultan 2. Abdulhamîd  hariç, halkının izzet ve haysiyetini düşünen kaç isim vardır? Hattâ, öyleleri var ki, müslüman halkı, emperyalist güçler adına gütmek gibi bir rolü üstlenerek, efendilerine yaranmaya çalışan ve bununla gururlanan tipler bile vardı.

’Tanzimat Kafası’nın en tipik örneklerinden Mustafa Reşid Paşa’dan itibaren -sözde- öyle ’seçkin yöneticiler’ resm-i geçidi vardır ki, onların, kimler karşısında nasıl eğildiklerini gördükçe kahrolmamak elde değildir. Osmanlı’nın tarihin dehlizlerine gönderilmesinden sonra ise, onun enkazının çekirdek bölgesinde, Anadolu’da işbaşına ’getirilenler’in pek büyük   bir kısmı zâten kalbleriyle, beyinleriyle, düşünceleriyle, emperyalistlerin dünyasında idiler ve müslüman halkımızı âdeta onlar adına ve en diktatörce yöntemlerle ve onların sosyo-politik, psikolojik, ekonomik ve kültürel tahakkümlerini pekiştirecek uygulamalarla yönetmek için vazifeli olduklarını ortaya koyuyorlardı.

Hatırlayalım.. 1992 yılında, dönemin başbakanı S. Demirel, Londra’da seçkin ingiliz yetkilileri karşısında, şecaat gösterir gibi bir havada konuşmuş, gerçekte ise sirkatiyle, çaldıklarıyla övünen hırsız durumuna düşmüş; onların hizmetçisi olmanın gururunu dile getirmiş ve ’Arkadaş bana iyi bak.. Ben sizin Ortadoğu’daki jandarmanız değilim.. Ben sizin dünyanızın yüksek insanî değerlerini taa Orta Asya’ya kadar taşıyan, ulaştıran birisiyim..’ kabilinden sözler etmişti.

Şimdi, emperyalist dünya, bir şeylerin değişmekte olduğunu görüyor. Osmanlı’nın çekirdek ülkesinin, güçlendikçe, kendisine yeniden tarihî korkuları hatırlattığını düşünüyor. Ve Tayyîb Erdoğan şimdi zencirlerinden kurtulmaya çalışan bir güçlü bedenin uyanmakta oluşunu temsil ediyor, emperyalist dünyanın gözünde.. Sionist İsrail rejimi ve Amerikan emperyalizmi ve NATO başta olmak üzere, bütün emperyalist güç odaklarının ona takındıkları tavra baktığımızda bunu görmek o kadar kolay ki..

Halbuki, onlar alışmışlardı emretmeye ve dilediklerini hemen fazlasıyla da yaptırtmaya.. Hatırlayalım, henüz 50 yıl önce, bizim gençlik yıllarımızda, Kıbrıs Buhranı konusunda, Başbakan İsmet İnönü, emperyalist dünyanın çerçevesi dışına biraz çıkar gibi davranınca.. Dönemin Amerikan Başkanı L. Johnson, kendi adıyla anılan, ünlü ’Johnson Mektubu’nu göndermiş ve onun fısıltı gazetesindeki etkisi, toplumda, açıklanması halinde meydana getireceğinden daha da derin etki bırakmıştı.

Çünkü, Türkiye toplumu, Amerika’dan buğday gemileri biraz gecikse, aç kalacağının korkularına yenik düşürülmüştü, propagandalarla.. Öyle bir durumda Johnson’un, ’mektub’unda, ’Kıbrıs’da bizim isteğimizin dışında hareket ederseniz, bütün limanlarınızın, demiryollarınızın, fabrikalarınızın bombardıman edilebileceğini hatırlatırım..’ gibi tehdidler olduğu söyleniyordu. İsmet Paşa, bu tehdidler karşısında, ’Dünya yeniden kurulur ve Türkiye de o yeni dünya içinde yerini alır..’ gibi bir söz söylemiş ve bu da onun biletinin kesilmesine yetmişti.

Çünkü, İsmet Paşa’nın kendisinin ve başında bulunduğu siyasî parti (CHP)’nin diktatörce, baskıcı ve inkilabçılık /devrimcilik adına, halkın inançlarıyla savaşa girmeyi esas alan uygulamaları yüzünden, arkasında halk desteği yoktu. Nitekim, bir -kaç ay sonra, Meclis’de bütçesi reddedilerek ve güvensizlik oyu verilerek düşürülecekti. 

1974’de de, Ecevit-Erbakan Hükûmeti zamanında, -Amerikan emperyalizminin 12 Mart 1971 Askerî Darbesi‘nin generallerine yasaklattığı- haşhaş ekimi yeniden başlatıldığı zaman, B. Amerika’nın, ’Sultanahmed Camii’ni bombalarız..’ diye tehdidler savurduğu, bizzat Ecevit tarafından açıklanmıştı. Aynı Ecevit, zâhiren Amerikan emperyalizmine karşı tavır sergiler gibi davrandığı halde, PKK’nın başındaki A. Öcalan 1999 yılında Kenya’da B. Amerika eliyle yakalanıp Türkiye’ye teslim edildiği zaman, ’Ben onu bize niye teslim ettiklerinin sebebini bilmiyorum.. Ama, ben onlara hiç yalan söylemedim, bana itimad ettikleri için yapmış olmalılar..’ diyecek kadar ilginç açıklamalar yapmıştı.  Ecevit’in, 2001-2002 yılında da, Amerikan emperyalizmi Saddam Irakı’nı, ’nükleer silahlar ve kitle imha silahlarına sahib olduğu’ gibi gerekçelerle vurmaya hazırlandığı esnada, T.C  Başbakanı olarak, ’Amerika bizim müttefikimizdir, onun sözüne inanırım..’ deyişini de hatırlamalıyız.

Bu ve benzeri daha nice utandırıcı uygulamalar hatırlanacak olursa..

Tayyîb Erdoğan’ın, ’Dikleşmeyeceğiz, ama, dik duracağız.’ şeklinde ifade ettiği tavırlarını son olarak da Amerikan Başkanı Obama’ya karşı sergilemesinin mânâsı üzerinde biraz daha durmak gerekir.

Erdoğan’ın takındığı tavır çom büyütülmeyebilir.

Ama, onun Amerikan emperyalizminin başkanına karşı, halkımızın temsilcisi - başkanı olarak sergilediği tavrın benzerini biz 100 yıldır görememiştik..

Erdoğan, Letonya’da Cumhurbaşkanı Andris Berzins ile 23 Ekim günü düzenlediği ortak basın toplantısında, son Irak- Suriye buhranları ve özellikle Kobani üzerine, emperyalist odakların kimbilir hangi projesinin gereği, dünyada oluşturulan kampanya ile ilgili olarak şunları söylüyordu:

 
(...) Her şeyden önce Obama’ya teklifimiz şu olmuştur:

Eğer Amerika ve Türkiye olarak, bizler teröre karşıysak, -ki Türkiye olarak biz karşıyız- Amerika’nın da teröre karşı olduğunu bilen bir siyasetçi olarak PYD’nin PKK ile aynı durumda olduğunu kendilerine telefon görüşmem ifade ettim, ’O da bir terör örgütüdür’ dedim. ’Burada PYD’ye yapacağınız yardımlar bir terör örgütüne gitmektedir. Şu anda PYD saflarında PKK’nın lider kadrosunda olup orada savaşan kişiler var.’

Bunları da kendilerine ifade ettim. ’Burada iki önemli grup var ki bunlar Kobani’de iş görecek gruplardır; Özgür Suriye Ordusu birinci tercihimizdir, ikinci tercih peşmergelerdir. Peşmergelere ülkemiz üzerinden kontrollü bir şekilde geçmelerine müsaade ederiz’ dedik. PYD ilk etapta peşmergeleri kabul etmedi. Daha sonra biliyorsunuz kabul etti.

Amerika’nın özellikle Kobani’ye indirmekte olduğu silahların bir kısmının IŞİD terör örgütünün eline geçtiğini gördük.

Diğerleri de PYD’ye geçti. Peki PYD’ye IŞİD terör örgütüne geçen bu silahlarla ilgili olarak Türkiye bu işe olumlu baktı mı?

Hayır bakmadı. Amerika bu işi Türkiye’ye rağmen yapmıştır.

Ben kendilerini şunu söyledim: Şu anda Kobani sizin için stratejik bir yer değil. Kobani, olsa olsa bizim için stratejik bir yerdir. Sivil halk zaten benim ülkeme geçti. Bugüne kadar 300 bini aşkın insan Suriye’de öldürülürken tüm dünya neredeydi? Bu soruya cevab bulmamız lâzım. Kobani’de bu kadar hassassınız da Suriye’nin tümünde bu hassasiyet niye yok? Irak’ın üçte biri IŞİD terör örgütünün işgali altında. Peki, orada şu anda ne yapılıyor?."

*

Bu gibi sözler, özellikle de, ‘Amerika’nın bu silahları, Türkiye’nin istememesine rağmen PYD’ye havadan atmasına olumlu bakmıyoruz’ sözü, Amerika’nın Türkiye’den pek duymadığı bir tavırdır. Amerikan emperyalizmi kendisine karşı böyle bir hoşnutsuzluk belirtilmesine  karşı bir bedel ödettirmek de ister.

Ama, bu gibi bedelleri ödemeyi taa baştan göze almış bir kimse için, bu gibi bedeller ne yazar?

Emperyalist dünyanın güçlü medya organ ve kuruluşlarının söz birliğiyle, Tayyîb Erdoğan aleyhinde uluslararası planda yürütülen bir karalama ve kötüleme kampanyasının mânâsı üzerinde dikkatlice durulmalıdır.

Emperyalist-şeytanî odakların, onun etrafındaki halk desteğini zayıflatıp güçsüz düşürerek, karşılarına yeniden,kendi önlerinde yeniden eğilen, yalvaran, dilenen bir ülke ve siyasetçilerinin çıkmasını düşünmesi tabiîdir. Çünkü, onların, özellikle tarihten gelen korkuları dayanaksız ve boş değildir.

Tuhaf olan şu ki,  hattâ halkı müslüman olan bazı komşu ülkeler bile, ‘Halifeliği ihya etmek ve müslümanların birliğini büyük çapta pratiğe dönüştürmüş olan Osmanlı tipi bir güçlü devlet hayalini canlandırmak istek ve ideali’nden yakınmaktadırlar, Erdoğan’ın..

Biz ki müslümanız ve müslümanlar olarak -menfaatimize olanları değil- haklı olanları, mazlum olanları desteklemekle mükellefiz. Yüzde yüz, pir’u pâk kimseler aramak arzu edilse bile, bu hayaldir. Her bir siyasetçide, bizim kendi ölçülerimize göre bir takım yanlışlar görebiliriz, eleştirebiliriz. Ama, bir müslüman olarak, müslümanların güçlenmesini hedefleyen adımları tıpkı emperyalistlerin ağzıyla suçlayacak olursak.. O zaman ne yapmak gerekir?

*

Bu noktada, birilerimiz hemen Erdoğan’ın Kobani konusundaki sözlerine saldıracaklardır. Halbuki benzer görüşleri bu satırların sahibi de üç hafta öncelerde dile getirmiştir.

Konuya tekrar değinmekte fayda olsa gerek..

 Ayn-ul’Arab veya Kobani, Suriye toprağındadır ve uluslararası hukuk açısından Suriye’nin toprak bütünlüğü içindedir.

Suriye’deki Baasçı-laik diktatörlük rejimi, daha üç sene öncesine kadar kürd kavminden 2 miyondan fazla insana kimlik bile vermezken, kendi içindeki iç savaş başlayınca, PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD’nin Türkiye’ye karşı daha güçlü tehdid oluşturabileceğini düşünerek, bu örgüte kantonal bölgeler kurması veya yarı özerk-otonom bölgeleri oluşturması imkanı tanıdı ve silah verdi. Bu örgütün silahlı güçleri de, Suriye Baascı rejimine karşı mücadele eden başka gruplara karşı Baas rejimiyle birlikte savaştı. Bu, kendi beyanlarıyla da sâbit..

Bırakalım, Suriye’de kürd kavminden olmayan diğer kitlelere uygulanan barbarlığa seyirci kalınmasını; PYD’nin Kobani ve çevresindeki  marksist-laik uygulamalarından dolayı müslüman kürd halkından 50 binden fazla insan Irak Kürdistanı’na kaçarken seslerini çıkarmayanların, Suriye’de kendi etnik gruplarına mensub olmayanların kitleler halinde öldürülmelerine, katliâm olunmalarına seyirci kalanların, onların derdini dillendirmeyi akletmeyenlerin ve hattâ son bir ay içinde Kobani’li sivil müslüman kürd halkından 200 binden fazla insanın Türkiye’ye sığınmasını bile önemsemeyenlerin, o şehirde kalıp orayı Amerikan bombardımanlarının eşliğinde, IŞİD savaşçılarına karşı savunarak, etno-marksist bir ideolojik üss haline getirme çabalarını görmezlikten gelmek, saflıktan da öte bir şeydir.. İki tarafın da silahlı bir mücadeleyi, yani, ölmeyi, öldürmeyi ve  öldürülmeyi kabullendiği bir boğuşmada, Amerika, İngiltere, İspanya, Hollanda ve hattâ Kanada ve Avustralya uçaklarının  PYD’ye destek için karşı tarafı ezmeye yönelik saldırıları ortada iken, onlara yardım edilmediği gerekçesiyle, birilerinin Türkiye’nin altını üstüne getirmeye kalkışmalarını, etnik yakınlık veya dil ve kan bağı bulunan insanların korunması duygusuyla izah etmeye kalkışmaları en dar mânâda bir kabile ve aşiret mantığı ve ilkelliğinden başka nedir ki?

Kaldı ki, Suriye rejimi, kendi sultasını sürdürmek adına, 4 yıla yakın zamandır yüzbinleri öldürüp, milyonları perişan hale getirir ve bütün ülkeyi viraneye çevirirken, Amerikan emperyalizminin gelip kendi ülkesinde hem de izinsiz olarak, dayatmacı bir usûlle operasyon yapmasını bir de memnuniyetle karşılayan bir kan içici rejim..

PYD denilen örgütün kimlerle işbirliği yaparken sergilediği ilginç ahlâkî zikzaklar ortada iken... Ve Amerikan bombardımanlarıyla ‘zafer‘ kazanmaktan meded uman ve sonunda da o kurtarmayı düşündüğü yeniden Baaas rejiminin emrine vermek durumunda kalacaklarını bile düşünemeyen bir örgüt..

Tekrar edelim, orada, Kobani’de silahsız, savunmasız sivil insanlar yok.. Sivil halkın 200 binden fazlası Türkiye’ye sığındı.. Suriye’de savunmasız durumda olan, bütün örgütsüz halk  kitleleri.. Hangi etnik, dinî veya mezhebî gruba aid olursa olsun..

Bu arada, Türkiye’ye getirilip bir hastahanede tedavi edilmekte olan bir yaralı kızın beyanı da ilginçti..

‘Ben siperdeydim.. Âniden karşıma bir IŞİD’çi çıkıverdi. Ben hemen‚‘Biji Apo!..‘ diye, o da ‘Allah‘u Ekber!‘ diyerek birbirimizin üzerine boşalttık şarjörleri.. Onu bilmiyorum,  beni buraya hastahaneye getirdiler..‘

Böyleyken.. Hattâ kendilerini ’müslüman’ olarak niteleyen nicelerinin bile, sırf etnik hassasiyet adına kurulan bu tuzağa düşmelerine ne demeli?

Resul-i Ekrem (S)’in, ümmetinin bir zaman gelip, birbirlerini yardıma çağırırken, (Yâ ey-yuhel’ muslimûn..) diye seslenmeyip, (Ey Kâhtanoğlulları, ey Yemame oğulları, eyy.. Filanlar..) diye kavim ve kabilelerine göre çağırmalarının büyük bir felaket ve musibet olacağını bildiren kutlu sözünden ne kadar da uzağız. Çünkü orada artık hakk ve adâlet değil, kan ve soy bağı, devreye girmekte, hakk ve adâlet anlayışının ve ölçüsünün yerini İslam açısından itibar edilmemesi gereken ölçüler almaya başlamaktadır.

YAZIYA YORUM KAT

2 Yorum