1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (24)
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (24)

08 Temmuz 2011 Cuma 18:46A+A-

[email protected]

‘Bir hareket bir ülkenin vesayeti altına girdiği zaman, onun emirlerini dinlemek zorunda kalır’ düşüncesi, çevremizde yaşayarak gördüğümüz ilişki ağının neticesinden çıkan bir kanaatti. Yanlış sonuçların birçoğunun, cemaat liderlerinin yalnız başlarına vermiş oldukları kararlarla bir ülkeye, egemen güce veya imkân sahiplerine bağlanmaları neticesinde telafisi mümkün olmayan zararların temelini atmaya vesile olan acı tecrübeler olduğunu iyi biliyorduk. Afganistan cemaatlerinin böyle bir paradoksu, ilkelerini öğüten bir çark haline getirmeleri, diyalog içerisinde olduğumuz arkadaşların bu yönlü girişimlerine temkinli yaklaşmamızı gerektiriyordu. Onlar olayı her ne kadar inanç düzeyinde biraz da duygusal argümanlarla izah etmeye çalışsalar da, devlet olmanın, kendi menfaatlerini ilkelerinden üstün tutması pratiğini biz yaşıyorduk.

Selman, Arap ülkelerinde özellikle selefi kökenli çevrelerle ilişki halindeydi. İslam İnkılâbıyla birlikte içten bir onaylama olsa bile, onun imkânlarından yararlanmaya çalışan arkadaşlarımızdan biriydi. İslam İnkılâbı kuruluş yıldönümü törenlerine geldiği zaman tanışmıştık. Bizim ritüelleşen cemaat anlayışımız dışında, biraz da Arapların yapılanmalarına benzeyen düşüncelerini bana açtığı zaman, bugüne kadar süren mücadelenin daha olgun ve seviyeli bir sürece girdiğini, Selman’ın bana yeni teori ve pratikler konusunda anlattıklarından çıkarıyordum. Konuşmalarımızdan görüldüğü kadarıyla, aramızda fazla bir çelişki mevcut değildi. Hayat tarzında, alışık olmadığımız bir standart öngörüyordu ve tasavvuf geleneğinden geliyor olmamıza rağmen böyle bir hayatı yaşayabileceğimiz konusunda kuşkularım vardı. Tamamen güven, samimi diyalog ve teslimiyete dayanan ilişki tarzı, onunla olan diyalogun sürmesinde etkili oldu. Törenlerden sonra geldiği yere geri döndükten sonra da mektup ve telefonla görüşmelerimiz devam etti. Tıkanan mücadele böyle bir çabayla yeniden can kazanabilirdi.

Radyoda çalışmayı sürdürüyorum. Savaş bütün acımazsızlığıyla sürüyor. Türkiye’de askeri darbeden sonra cumhurbaşkanı olan Kenan Evren’in gölgesinde Özal hükümetinin ülkeyi rahatlatmaya yönelik ekonomik, siyasi ve sosyal atılımları, despotların engellemelerine rağmen yeni ve bir modern ülke yaratmayı hedefliyor. Diyarbakır zindanından az da olsa haberler geliyor ve Türkiye’den gelen Müslümanlarla görüşmelerimiz devam ediyordu. Gurbet ve belirsizlikten dolayı birkaç gün izin alıp Türkiye sınırına doğru gitmeyi düşünüyorum. Irak Leşker-i Musulman-ı Kurd teşkilatından arkadaşlar, Pave’de teşkilatlarının bürosunun olduğunu ve orada misafir kalıp, bölgeyle ilgili bilgi alabileceğimi söylüyorlar. Bu fikir bana cazip geliyor. En azından, İran’dan başka bir ülkeye geçmek için bu yolu kullanabileceğimin hesaplarını de yapıyorum.

Özlemlerimi, ümitlerimi, geleceğe dair hayellerimi özgürlüğün yollarında buluşturmak için tobüsle Urumiye’ye hareket ediyorum. Radyo’dan aldığım personel kimliği yol aramalarında işime yarıyor. Normal olarak bir yıl geçerli olan kimliğin süresi yanlışlıkla 20 yıl olarak yazılmış, ben de sesimi çıkarmıyorum. Farsçayı düzgün biliyor olmam da, yolda rahat hareket etmemi sağlıyor. Buna ilave olarak, giyim tarzım, sakalım, 99’luk tesbihim ve fiziki yapım, devrim muhafızlarına çok benzediğinden çoğunlukla kimlik bile sorulmuyor.

Urumiye normalde bir Kürt şehri olmasına rağmen Şah’ın asimilasyon projeleriyle nufüsu karıştırılmış bir şehir olarak, Kürtlerin ve Azerilerin hayatın tamamında kendi özellikleriyle kendilerini var hissettikleri bir sınır şehri. İstanbul Türkçesiyle konuşan Azerilerle de karşılaşıyorum ve genellikle Kürtlerin akşam olmadan uğradığı Şafii mezhebinin rengini yansıttığı Camiyi, bu dolaşmalarım esnasında görüyorum. Orada namaz kılan gençlerle konuşuyorum, tanışıyorum. Akşam mütevazı bir otelde kalıyorum ve sabah erkenden Senendej’e doğru hareket ediyorum. Köhnemiş, eski bir otobüs ilk bakışta yerinden kalkmayacak gibi duruyor, ancak şoförün manevralarından arabanın sağlam ve şoförün de usta olduğunu anlıyorum. Arabanın içindeki insanlar rahat, genelinin üzerinde Kürt kıyafeti ve başlarında da poşudan yapma sarıklar var. Soranice konuşuyorlar, ancak İran’da tanıştığım bu şiveye yabancı değilim. Büyük oranda anlıyorum. Görünüşte eski aslındaysa sağlam olan araba dar asfaltta kıvranarak yol almaya devam ettiği zamanda yemekler, meyveler, çaylar çıkıyor ortaya. Yanımdaki, görünüşümden olacak, bana sıcak davranmasa da ikramda kusur etmiyor. Beni devrim muhafızı sandığından, ben de onun bu yargısını bozmuyor ve Farsça konuşuyorum. Urumiye yollarında ilerlerken, kendimi kendi ülkemde hissediyorum. Dağlarına, ovalarına, yeşilliklerine ve sert kayaları çatlatarak gün yüzüne çıkan çiçekliklerin güzelliğine dalıp gidiyorum. Ot biçenler, dağların eteklerine yayılan koyun sürüleri, dağ eteklerindeki köylerden yükselen dumanlar bana yaşadığım toprakları hatırlatıyor. Virajlar bitmiyor ve her kısa mesafede kuyruklar halinde sürdürülen yol aramaları. Yol aramalarından bir şey bulunmadığına eminim, maksat rahatsız etmek ve hâkimiyeti hissettiren güç gösterisi yapmak. Hiçbir zaman ısınmadığım bu yol aramalarına somurtarak, alaycı bakışlarımla tepki gösteriyorum. Otobüste daha önce hâkim olan susma, somurtma, endişeli ve her an bir şeyler olacakmış gibi bir bekleme ve gizli korku bir anda dağılıyor. Menzile varmanın sevinci var arabanın içinde. Bir viraj, bir viraj daha… Bir yokuşa tırmanıyoruz ve tepeye vardığımızda Senendej aşağılarda görünüyor. Ama Senendej’den dumanlar, ateşler yükseliyor. Rafineriye veya taş ocaklarına benzemiyor görünün manzara. Patlama görüntüsü var. Öğle vakti her taraftan toz bulutları yükseliyor, biz aşağıya doğru iniyoruz. Herkes camlardan bakıyor, telaş içerisinde. Kısa bir zaman geçmeden hava saldırısı olduğunu anlıyorum. Şehrin üzeri savaş uçakları dolu. Karşı savunma yok, çünkü hava saldırısının ilk hedefi uçaksavarlar. Bombalarının sesi daha gür duyulsun diye, onları susturmuşlar.

Şoför şaşkın halde ayağını gazdan çekti ama, araba zaten aşağıya doğru yavaş da olsa ilerliyor. Şehir bir anda savaş alanına döndü. Her taraftan ateş yükseliyor. Savaş uçaklarının gürültüsü, bombaların patlamasına karışmış. Uçaklar şehirdeki görevlerini bitirmiş ve bize doğru geliyorlardı. Son roketlerini ve mermilerini bize doğru atmaya başladıkları bir anda şoför, gayri ihtiyari bir şekilde yanındaki kapıyı açtı ve kendisini aşağıya attı. Araba hareket etmeye devam ediyor, hepimiz şaşkın bir şekildeyiz. Çevremiz toz duman içinde. Biz telaş içerisinde ne yapmamız gerektiğini düşünmeye fırsat bile bulamadan, şoförün yeniden kapıyı açıp seri bir şekilde arabaya binerek el frenini çektiğini ve sonra yeniden aşağıya atladığını gördüm. Tam da burada, neredeyse arabadakilerin saldırısına uğrayacak bir tepki gösterecekken kendimi zor tuttum. Şoför aşağıya atlarken, ıslak bir tarlanın içine atlamış olacak ki her tarafı çamur içerisinde, komik bir görüntüyle arabaya binip el frenini çekince karşı koyamayacağım bir kahkaha hissi beni zorluyordu. Ancak her şeye rağmen son anda kendimi tuttum. Trajikomik halimize gülmedim, ancak el freni çekildikten sonra aşağıya hızla atlayanların hareketinin bitmesini bekledim. Ben de hızla aşağıya indim ve yan tarafta bulunan bir su kanalına sığındım. Savaş uçakları, geldikleri bu şehirden daha fazla can almak için tüm performanslarını gösteriyorlardı. Dağ-taş roket, mermi sesleriyle inliyordu. Ama onlar da korku ve telaş içerisindeydiler. Korku, endişe ve belirsizliğin etkisiyle acemice hareket ettiklerinden hiç birimiz isabet almadık. Uçaklar gittikten sonra, şoförümüz yeniden direksiyonun başına geçti ve özür dileye dileye bizi şehre ulaştırdı. Ana caddelerdeki binalar roketlerle, mermilerle kalbura dönmüş. Bombalarını mahallelerde kullanmışlardı. Elimdeki çantayı bırakabileceğim ve gece kalabileceğim çalışır haldeki bir misafirhane, otel aramaya başladım. Arka sokakta hiçbir şey olmamış gibi işini sürdüren bir yer bulup odanın temizliğine bile bakmadan kaydımı yaptırdım ve çantamı bıraktıktan sonra mahalleler arasında kayboldum.

Kendimi sokaklar içerisinde kaybettim. Savaş uçakları bu sıcak günde tam da öğle yemeği zamanını seçmişlerdi. Genellikle dükkânlar bu saatlerde kapalı olur. İnsanlar günün sıcağından kaçmak, öğle yemeğini çocuklarıyla birlikte yemek üzere evlerindeydiler. İşte tam da herkesin mutlu bir şekilde sofrada muhabbet etmekle meşgul olduğu bir sırada, uçaklar sivil, çocuk, yaşlı ayrımını yapmadan bombalarını bırakmışlardı. Her girdiğim sokakta ölüm vardı. Yanmaya, toz dumanı arasında kaybolmaya devam eden genellikle tek katlı tuğla evlerin yıkıntıları arasından cesetler açık bir alana çıkarılıyordu. Çocuk cesetleri, kanlar içinde yakınlarının kucağında cansız bir şekilde boş alana diziliyordu.

Onlara yardım etmeye cesaret edemedim. Kıyafetim, dış görünüşüm bu savaşın müsebbibi, sorumlusu benmişim yargısını doğuruyordu. Hayatta kalanlar toz içerisindeydi, ben de toza bulanmış haldeydim. Ne yaparsam yapayım, bu savaşa sebep olmadığımı, savaşın sürmesinde hiçbir katkımın olmadığını onlara anlatabileceğim bir imkânım yoktu. Ama onlar gözleriyle her şeyi anlatıyorlardı. Arabadan gördüğüm yoğun bombardımanın olduğu mahalleyi yön tahminimle buldum, mahalle büyük oranda yerle bir olmuştu. Yaralılar araçlarla, ambulanslarla taşınıyordu. Kadınların feryatları, ölüm soğukluğu her tarafa hâkimdi. Erkeklerin durumu daha kötüydü, acılarını yüreklerine gizliyorlardı. İçlerinin yandığını, isyan ettiklerini vakarlı bir görüntü altında gizlemeye çalışırken, gözlerine hücum eden ama büyük çabalarla engellenen gözyaşlarının yüreklerine damladığını, boğazlarında düğümlenen hıçkırıkların kendilerini boğmamak için zor ayakta durabildiklerini hissediyordum. Biliyordum bu durumu, çünkü ben de aynı duygular içerisinde kıvranıyordum. Eller üzerinde taşınan toza ve kana bulanmış cesetlerden, toprak ve kan dökülüyor. Kinin, düşmanlığın, inadın, ahlaksızlığın bedelini küçük çocuklar ödüyordu. Kan kırmızı çamurdan kırmızı laleler fışkırmış gibi duruyor. Kurbanlar önümden geçince donduğumu ve hareketsiz halde kaldığımı hissediyorum. Aslında kalbim sıkışmıştı, nefes alamaz gibiydim. Tam da göğsümün üzerinde sanki sivri bir cisim yüreğime batıyordu. Hareketsizdim, nefes alamıyor, kalabalıklar arasında bakışları donmuş haldeydim. Nefes alışlarım sıklaştı. Boğulur gibiydim. Göğsüm bir bütün olarak ağrımaya, kollarım yana düşmeye başladı. Yapabildiğim tek şey kendimi bir ağacın altına atmaktı. Nefes alışlarım hıçkırığa dönüştü. Boğulurcasına nefes alırken, gözlerim hiçbir şey olmamış gibi kendi seyrinde kaynağındaki bütün suları yüzüme boşalttı. Ağlamaktan farklı bir şeydi. İlk defa böyle bir olayla karşılaşıyordum. Orada düşüp kalsaydım, ne kimse yardımıma gelirdi ve ne de yardım isteyebilirdim. Bana yönelik o acı bakışların yerine taşlarla parçalanmayı tercih ederdim. Yine ilk defa bir bakışın kurşun yarasından daha fazla acı verdiğini burada gördüm.

İnkılâptan sonra, devlet muhaliflerinin kümelendiği şehirlerin yeniden güvenlik güçleriyle geri alınması esnasında büyük çatışmaların yaşandığı Senendej şehri, temizlik harekâtından sonra haline razı olmuş bir psikolojiyle yaşamını sürdürürken, Irak savaş uçaklarının kana buladığı ölü bir şehir haline geldi. Senendej, İslam İnkılâbı kuruluş yıldönümlerinde kendi mahalle kıyafetleriyle, düzgün kesilmiş sakallı halleriyle toplantılara katılan ve yakın diyalogdan onların Ahmet Müftüzade’nin cemaatinden olduğunu anladığım kesimlerin İslami çalışmalarının yoğunlukta olduğu bir şehir olması açısından da önemli. Kürt bölgesinde İslami çalışmaların İslam İnkılâbıyla birlikte hareketlenmesi, güç kazanması ve şehirlere rengini vermesi dolayısıyla onlarla görüşmek isterdim. Ancak fazlasıyla politize olmuş ve her şeyden kuşku duyan insanlar arasındayım, dolayısıyla neyi nerede ve kime sorma noktasında ciddi sıkıntılar olabilirdi.

Susuyor ve sadece tecrübelerimden yola çıkarak onlardan izler ve konuşabileceğim diyaloga müsait insanlar bulmaya çalışıyorum. Birkaç saat sonra, şehir yeniden hiçbir şey olmamış gibi normal hayatına dönüyor. Ölü, yaralı ve harabelerin geriye bıraktığı derin travmaların acısıyla yoğrulan insanların arasında yalnız kalmak da acı veriyor... Şehrin camilerini dolaşıyorum, cami çevresindeki medrese hücrelerinden çıkan talebelerle konuşuyorum, ancak soru sormuyorum. Özellikle de Seyyid Mustafai camiini arıyor ve buluyorum. Ahmet Müftüzade uzun süre bu camide İslami faaliyetler yürütmüş. Davranışlardan, tepkilerden bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum.

O akşam kaldıktan sonra ertesi gün, daha fazla kalmaya dayanamadığım savaş ve ölüm şehrinden Pave’ye doğru yola çıktım. Ancak bütün ruhum, savaş uçaklarının yerle bir ettiği kırmızı tuğlaların yıkıntıları arasında kalmıştı. Oradan kurtarıp, çıkarmam mümkün olmayınca yola koyulmuştum. Akşama doğru Pave’ye vardım. Biraz dolaştıktan sonra bana verilen telefonu aradım ve tanımadığım bir insan gelip beni misafirhanelerine götürdü. Tahran’daki arkadaşlar telefon açmışlar ve benimle ilgili bilgi vermişlerdi. Bundan dolayı olsa gerek, beni sıcak bir şekilde karşıladılar. Bir duş aldıktan sonra yemeğe oturduk ve ardından da sürekli kaynayan semaverin yakınında sohbet etmeye başladık. Benim için olayın bu kısmı önemliydi. Senendej’in ruhumda oluşturduğu derin travmaların acısından arınmak istiyordum. Hem çay ve hem de sıcak bir muhabbet…

Akşamın geç saatlerinde, Leşgeri Musluman-ı Kurd’ın siyasi komite başkanı geldi ve çevredekiler çekilince biraz daha özel konulara girmeye başladık. Kürdistan’a yerleşmiş olan Kürt hareketlerinin nasıl tasfiye ve imha konseptinde etkisiz kılındıklarını anlattı uzun uzun. Senendej kalesini karargâh haline getirmiş olan Kürt hareketlerinin muhasara edilip, imha edilmesinde büyük cinayetlerin işlendiğini, sivillerin de bu saldırılardan büyük zararlar gördüğünü anlattı. Bunları bilmiyordum, ama bundan da önemlisi Ahmet Müftüzade güçlerinin olayda çok etkili oldukları ve saldırılar esnasında ön saflarda çatışarak, İslam İnkılâbına tepki olarak ahlaksızlık ve dinsizliği bölgede yaygınlaştıran siyasi güçlere karşı savaştıklarını, ağır bedeller ödeyerek, onların bölgeden sökülüp atılmalarına önayak olduğunu da anlattı.

Bunları anlatırken, sistemin uygulamalarını veya Ahmet Müftüzade’nin fedakârlıklarını ve temizlik esnasında sivillere karşı uygulanan şiddetin dozajının kaçırılmış olmasına itirazını da ifade ediyordu. Anlatırken objektif olmaya ve renk vermemeye dikkat etmesine karşılık, ben de temkinliydim. Farklı bir nedenden dolayı beni yanlış yönlendirebilirdi. Onun için de bunları es geçip, onların Irak’taki çalışmalarını anlatmasını istedim. Türkiye sınırı sanıp hasretle baktığım ve ertesi gün o yüksekliklere çıkıp hasret gidermeyi düşündüğüm dağların aslında Süleymaniye şehrinin sınırlarını oluşturduğunu öğrenip, hayal kırıklığı yaşadıktan sonra onun özellikle Bahdinan bölgesinde Saddam rejimine karşı verilen savaştaki fedakârlıkları anlatmasını dinlemeye başladım. O anlatmasını bitirdikten sonra bu kez bana soru sormaya başladı. Türkiye’de neler olduğunu ve Müslümanların zulme karşı neden ciddi bir direniş göstermediğini sormaya başladı. Gelinen süreci ve içine hapsolduğumuz siyasal ve sosyal handikapları anlatmaya çalıştım kendimce, ama anladığım kadarıyla ikimiz ayrı diller konuşuyorduk. O zulme karşı neden silahlı mücadele başlatmadığımızı sorarken, aslında beni bu düşünceye yönlendirmeye çalışıyordu, bense başka telden çalıyordum. En sonunda, Edip Yüksel’in Fatih Emniyet Amiri’ne “Biz şu anda tebliğ merhalesindeyiz ve öldürülsek de kimseye cevap verme durumumuz olmaz. İnanç açısından da böyle yapmamız, bizi sorumlu hale getirir. Toplumun tamamına İslam’ı anlatmadan, onları İslam’ın emirlerinden haberdar etmeden direnç göstermeyiz. Bundan sonraki merhalede de zalimlere sivil itaatsizlikle karşılık vermeyi ve eğer buna rağmen bize saldırı olursa ancak o zaman kendimizi savunmayı meşru görürüz…” mealindeki sözleri ile ben de bu tezlerimi savundum. Dinler gibi yaptı ama anlattıklarımın pek de hoşuna gitmediğine eminim.

Biraz mola verdikten sonra, çaylar yeniden geldi. İçimden “bu adamın beni uyutmaya niyeti yok” derken, uykumu kaçıracak bir konuya girdi. Bana sır olduğunu ve güvendiği için bir konuyu istişare etmek istediğini söyledi. Türkiye askeri darbesi üzerine sınır dışına kaçan ve onun ardından Şam’da yapılan kongrenin ardından silahlı mücadele vermeye karar veren PKK’nin, savaştan dolayı Irak devlet egemenliğinin zayıf olduğu bölgelerde yer bulmaya çabaladığını anlattı. Yapılan mücadelede riskli bile olsa, olaya sıcak baktıklarını ve Irak-İran sınırının sıfır noktalarında bulunan alanlarda onlara kamp yerleri tahsis ettiklerini ve kendilerini korumak için İran’dan yardım olarak aldıkları silahlardan birkaç tanesini onlara verdiklerini söyledi. Barzani güçlerinin, Marksist düşüncelerinden dolayı onları bölgede istemediklerini ve bundan dolayı da zorluk çıkardıklarını söylüyordu. Açıklamaları bittikten sonra tepkilerimi ve onlar konusundaki görüşlerimi öğrenmek istiyordu… Ne diyebilirdim ki?.. Askeri darbe bizi silip süpürmüştü. Sinmiştik, nasıl direnilmesi gerektiğini de akledemiyorduk. Onlar her şeye rağmen, direneceklerini deklare ediyorlardı.

Sabahın ilk ışıkları dağ başlarını aydınlattığı zaman biz ayaktaydık. Uzun zamandır hasret olduğum esinti, yaprakları hareketlendirmişti. Kasabanın her tarafından ezan sesleri yükseliyordu. Namaza çağıran yanık meçhul ses herkesin mutluluğunun kaynağı olmuştu. Bir “mamosta”nın önümüze geçip namaz kıldırmasından sonra kahvaltı vardı. Dağ yamaçlarındaki bir saat uykunun uzun bir geceye bedel olduğunu iyi biliyordum. Geç uyumamıza rağmen, uykusuz değildim. Kasabayı tek başıma keşfetmeme izin vermediler ve birini yanıma rehber olarak görevlendiriyorlar. Parklar, pazar, kitapçılar, mescidler ve medreseler gidebileceğimiz merkezlerdi. Biz de bu rotayı olabildiğince verimli kullanmaya çalıştık.

Ertesi gün Mahabat ve oradan da Urimiye’ye hareket etmek üzere yola koyuldum. Pave’deki arkadaşlarla vedalaşıp Mahabat’a hareket ettim. Akşama doğru Mahabat’taydım. Otele kaydımı yapıp, çantamı bıraktım ve şehrin sokaklarında yürümeye başladım. Ayaklarım su toplayıp, şişinceye kadar yürüdüm. Mescitleri, kalabalık sokakları ve kitabevlerini. Farklı bir şehir ve farklı bir sosyal yapı. Kitabevlerinden birkaç kitap almak için dolaşıyorum. Özellikle Kürt alfabesi ve grameri konusunda kitaplar. Bu vesileyle birkaç kişiyle tanışıyorum. Ama sormak istediğim siyasi içerikli soruları sormaya cesaret etmeden onlardan ayrılıyorum. Bir iki günlük Mahabat serüveninden sonra, tekrar yola çıkıyorum. İkindi vakti vardığım, Urumiye’yi adeta boşalmış gördüm. Önceleri akşam saatlerinde evler boşalmış ve bütün insanlar sokakları doldurmuş görünümünü veren şehir, şimdi tamamen boşalmış gibi. Cuma günü olsa herkesin pikniğe gittiğini düşüneceğim.

İçimde bir endişe var. Yoksa Irak güçleri gelip bu şehri işgal etti de haberim mi yok? Şehir boşaldı da kalan bir ben miyim? Merkeze vardığımda, işin aslını öğrendim. Savaş uçakları bir gün önce bu şehre saldırmış ve şehrin merkezinde sağlam bir yer bırakmamışlar. Mağazalar roketlerle, uçaksavarlarla kullanılmaz hale gelmiş ve istisnasız olarak her yer isabet almış. Kaldırımlar tuğlalarla, beton parçalarıyla, cam kırıklarıyla dolu. Urumiye, savaşın en sıcak bölgesinde yakın çatışmaların olduğu bir şehir gibi. Askeri araçlardan, güvenlik güçlerinden başka çok az insana rast geldim. Yaralıların, öldürülenlerin tahliye edildiği ve akan kanların yıkanarak gizlendiği, ölüm sessizliğine gömülmüş bir şehir bana ürkütücü geldi. Terminale gittim ve bir an önce bu şehirden uzaklaşmak için bilet aradım.

Normal zamanlarda bilet bulmak zordu, böyle olağanüstü bir zamanda daha da zordu. Ne yaptıysam bulamadım. Çaresiz güvenlik güçlerine başvurdum ve radyoda çalıştığımı, iznimin bittiğini acil gitmem gerektiğini söyledim. Yabancı olduğumu anlayınca güçlerini kullanarak çare bulmaya çalıştılar. Araya sıkıştırılan bir sandalyede bile olsa oradan uzaklaşmayı kabul ettim. Senendej’de yaşadığım sıkıntılı anları bir daha yaşamamak ve bir an önce bu ölü şehirden uzaklaşmak istiyordum. Güneş batmadan Urumiye gölünün kenarından geçiyorduk. Urumiye gölü, inkılâptan kısa bir süre sonra belli bir dönemde kenarında kamp yaptığımız göl olma yönüyle belleğimde bazı izler de taşıyor. Ramazan ayında bir grub arkadaşla birlikte ve hem de en sıcak zamanda göl kenarında kalmıştık. Aşırı tuz yoğunluğu olan gölde yüzmek büyük bir ustalık gerektiriyordu. Dalmak, tuzun yakıcılığından dolayı nerdeyse mümkün değildi, dolayısıyla başın devamlı olarak sudan uzak tutulması gerekirdi. Göz kapakları, gözleri tuzdan korumaya yetmiyordu. Gölü geçtikten sonra, içime sıkıntı veren savaşın en acımasız görüntüsünü canlı bir şekilde yansıtan şehirle bağlantımın tamamen kesildiğine inanmaya başladım.

Tahran’da yeniden normal yaşama döndüm. Hava saldırısı oluyordu, ancak güçlü bir hava savunmasına sahip olan şehirde çoğu zaman, önemli noktalara gelen füzeler de havada vurulabiliyordu. Cuma günlerinde Tahran’ın en büyük kalabalığı Tahran üniversitesinin bahçesinde ve hatta yan sokaklarda toplanıyordu. Burayı hedef alacak bir iki füze binlerce insanın ölmesine yol açabilirdi, dolayısıyla önemle korunan yerlerden biri burasıydı. Hatta havada vurulan füzelerin görülmesi üzerine Refsencani “Allah’ın yardımı işte… Füzeler rotasını kaybetti ve havada çarpıştılar…” şeklinde espri yapmaktan da geri kalmıyordu. Saddam, dünyanın tamamını karşısına alma pahasına böyle bir toplu katliamdan kaçınmazdı. Bunun örneğini en bariz şekilde Senendej’de görmüştüm. Üzerimize gelen havada patlayan füzeler bunun doğruluğunu ispatlıyordu. Hem kendi halkını ateşe atan ve hem de İran halkına zarar vermekten çekinmeyen ve emperyalizmin bütün gücünü yedeğine alan Saddam, dini argümanları da bolca kullanıyordu. İran’ın bir dini yönetim olmasından yola çıkarak, cemaatle namaz kılması, Kur’an’dan ayetlerle sözlerini pekiştirmeye çalışması ve bunun da ötesinde bayrağını “Allahuekber” yazısıyla donatması, ne kadar aciz durumda olduğunu gösteriyordu aslında. Savaş inatla sürerken, halk bombardımanlara da acılara da alışmış gibiydi. Her bombardıman neticesinde yıkıntılar arasından cesetler çıktıkça insanlar duygusuzlaşmaya, ilgisiz kalmaya ve olayı normal görmeye başlamışlardı. Toplumun hiç bir ferdi, savaşın bitebileceğine ihtimal vermiyordu. Savaş Mehdi’nin yeryüzüne inmesine kadar devam edecek. Kerbela’nın ve onun ardından Kudüs’ün kurtarılmasına kader savaş durmayacaktı ve besicin dünyanın en güçlü ordusu haline getirilmesi yolunda İmam Humeyni’nin vermiş olduğu fetva bunun göstergesiydi.  

(DEVAM EDECEK) 

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum