1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (23)
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (23)

18 Haziran 2011 Cumartesi 23:26A+A-

[email protected]

Radyoda çalışmaya başladıktan sonra düzenli bir maaş almaya başlamıştım. Milsa’daki bir yıllık sigortalı çalışmadan sonra, ilk olarak burada da sigortalı bir çalışan haline gelmiştim. Sıkıntılar olsa bile, ideallerimizin, hayallerimizin gerçekleştiği kendi ülkemizdeydik. Kendi değerlerimizin propagandasını yapıyorduk. İslam İnkılâbı, bir halk hareketi olmaktan çıkıp devlet olmanın gereklerini yerine getirdiği zaman, bizim uluslararası kural tanımayan değerlerimizle çatışmaya başladı. Bunun boyutları, radyoda okunmak üzere yazdıklarımızın her kelimesini denetim altına almaya ve tercüme niteliğini aşan metinlerden dolayı uyarı almamıza, hesaba çekilmemize kadar genişledi. Biz yine de huyumuzdan vazgeçmiyorduk, Şah döneminden beri radyoda çalışan ve Türkiye’nin Tahran elçiliğiyle içli dışlı olduğunu söyleyen denetleyicinin kolayca anlayamayacağı ifadeler kullanıyorduk. Aslında, her tarafa çekilebilecek kelimeler, vermek istediğimiz mesajı ambalaj içinde de olsa ulaşılması gereken yere ulaştırmamıza yardımcı oluyordu.

Fatimi meydanında kalan Hüseyin, Muzaffer ve Hamdi ile sık sık görüşmeye gidiyoruz. Onların ev düzeni bizimkinden daha iyiydi. Geniş bir daire içerisinde, mutfakları ve devamlı bir şekilde Muzaffer eliyle hazırlanan sıcak yemekleri vardı. Çoğunlukla, onlara gittiğimizde farklı misafirlerle karşılaşıyorduk. Hüseyin Selçuk’un ticari ilişkileri veya Türkiye’deki sosyal çevresinden buraya yansıyan renkli bir görüntü vardı. Bu arkadaşların ya Türkiye’den tanıdıkları veya Tahran’da değişik vesilelerle tanışmış oldukları insanlarla biz de tanışıyoruz. Yine bir gün Fatimi Meydanındaki arkadaşları ziyarete gitmeye karar verdik. Birkaç arkadaşla birlikte, caddenin kenarında bol gürültülü ve öğlen güneşinden dolayı kavurucu sıcakta bunaltan eve gittik. İçeride, ellerinde mendilleriyle sürekli terlerini kurutan yeni tanıdığımız birkaç insan vardı. Bizi, o zamana kadar alışık olmadığımız bir saygı ve muhabbetle karşıladılar. En azından bize kuşkuyla, analiz edici bakışlarla bakmayan, bize güvendiklerini bakışlarıyla belli eden insanlarla karşı karşıyaydık. Bu güven, birilerinin bizi önceden onlara anlatmış olduklarını da rivayet ediyordu, aslında. Bizi usandıran ve giderek çekilmez olan yabancılığı hissettirme ortamları en fazla rahatsız olduğumuz güvensizlik belirtisi olan bakışlarda kendisini ortaya koyduğundan, bunun ne anlama geldiğini iyi anlıyoruz. Akşam namazını birlikte kıldık. Tabatabai dedikleri bir zat, önümüzde imamlık yaptı. Elleri açık durdu namaza, ama başucuna secde edilen mühürden bırakmadı. Diğer yeni tanıdıklarımız da aynısını yaptılar. Bir anlık bile olsa, şimdiye kadar güvensizlik bakış açısını oluşturan bir şekilciliği, onlara benzeyerek yapmak içimize sinmedi. Olduğumuz gibi olmak, ruhumuzla, kendimizle barışık durmak daha şık ve ahlakiydi, öyle de yaptık.

Sıcak bir ortamda birbirimize açılmaya başladık. Seyyid Mustafa Hüseyin Tabatabai’nin Tahran üniversitesinde hoca olduğunu söylediler. Onunla birlikte olanların ona karşı tavırlarından, ona değer verdiklerini anlıyordum. Tabatabai, zulme karşı mücadele veren ve ilmi birikimi olan bir aileden gelen bir şahsiyet olarak, daha genç yaşında Kum İlimler Havzasında okumaya başlamış ve uzmanlık belgesini alarak üniversite camiasına yönelmiş. Onunla ortak yanlarımızdan biri, saltanat kültürünün din olarak insanlara empoze edilmesinden rahatsız olma hassasiyetimizdi. O da zihni net olmasa bile, Seyyid Kutub veya Mevdudi kitaplarından bir şeyler almış, bizim gibi daha gençliğinde, dine yerleşen hurafelere karşı tavır almaya başlamış. Bu düşüncelerde ciddi bir alt yapımız olmasa bile onlarla bir farkımız var, biz Türkiye’de diyanetin vesayeti altındaki cumaların kılınamayacağını savunurken, o da İran’da Mehdi’nin “Gaybet-i Kübra”sında Cuma namazı kılınamayacağı anlayışının yanlış olduğunu ısrarla savunuyor ve her dönemde bu namazın kılınmaması durumunda unutulmaya yüz tutacağını iddia ederek, bir grup yakın arkadaşıyla Cuma namazı kılmaya başlamış… Ayetullahiluzma Seyyid Abulfedl İbn Rıza Burkei Kumi’den haberdar oluncaya kadar küçük bir grupla namaza devem etmişler. Günün birinde Tahran’da bir mescitte onu tanımaya ve dinlemeye gitmiş. Gerçekten de bahsettikleri kadar derin bir birikim sahibi olduğunu görmüş. Dersten sonra, naif bir eleştirisini bildirdiğinde, onun çok dikkatli bir şekilde kendisini dinlemesi ve hak vermesine hayran kalmış. Bu durum alışık olmadığı ahlakın göstergesi olarak hoşuna gitmiş. 

Burkei, Kum medreselerinde zamanın ünlü âlimlerinden ders almış ve ondan sonrasında da bir mescitte ders vermeye başlamış âlim bir kişiliktir. İlk önce, tasavvuf, irfan ve gelenekleşen dinin gerçek dinden ayırt edilmesi gerektiği konularını işler. Ardından İbn-i Teymiyye ve benzerlerinin kitaplarını farklı isimlerle tercüme ettirip yayınlamaya başlar. Ezadari/yas törenlerinin dine sokulan hurafeler olduğunu söylemesiyle birlikte tepki almaya başlar. Tabatabai’nin tabiriyle “işte o zaman kıyamet kopar.” Geleneksel dinin savunucularıyla, Şah vesayeti altındaki ulema kurumu onun aleyhinde yoğun bir propagandaya başlar ve yaklaşık 27 yıl boyunca namaz kılıp, vaiz verdiği mescitten uzaklaştırılır. Burkei, ısrarla Safevi öncesi Şia ile ondan sonrasında saltanat kültürüyle bütünleşen mezhebin aynı şeyler olmadığını da savunur.

Tabatabai, bir çırpıda bunları anlattı. Daha sonra sürekli tutuklanıp ceza evine atıldığını; bu durumun İslam İnkılâbı döneminde de değişmediğini, onlarca kitabı olduğunu v.s. söyledi. Sonra yeniden mescitteki ilk görüşmesini aktarmaya devam etti.  

“Hayret ettim. İlk defa bir mollanın sivil birini bu şekilde dinlediğine ve haklı olduğunu söylediğine şahit oluyordum. Şirke bulaşmış inançlarla, hurafelerle insanları yıllarca oyalayanlar, onların cehalet ve saflığından kendi egemenlikleri için istifade ettiler. Besledikleri bu büyük canavarı etkisiz hale getirme gücünü de yitirdiler. Saltanatlar inşa ettikleri büyük geleneksel kılıcın gölgesinde kaldılar ve hiçbir şekilde o kılıçtan kurtulmaya cesaretleri olmadı. Kendi elleriyle büyüttükleri kılıç, onların korkuları oldu. O kılıcı o kadar büyüttüler ki, ona yönelik en küçük bir baş kaldırışta başlar uçtu ve işte şimdi bu saltanat patentli hurafelerin tehditleriyle karşı karşıyayız. Kur’an’ın, Allah tarafından koruma altına alındığını bildiklerinden, buna bir ortak üretmeye çalıştılar ve bu maksatla akla hayale gelmeyecek rivayetleri Peygamber (s)’in sözleri diye insanlara yutturmaya başladılar. Bununla da yetinmediler, geçmiş kavimlerin helak olduğu ahlakla, peygamberi yüceltme ve yaratıcıyla eş değer hale getirmeye çalıştılar. Bu da yetmedi, peygamberin ailesini kutsadılar. Kur’an yoluyla inhirafları, yozlaştırmaları, bozmaları yapamayacaklarını bildikleri için, bir sürü türevi, din diye pazara çıkardılar. Mutlak din ile şirkin bir arada durması mümkün mü? Hayır. Ama bunu yapmaya çalıştılar. Bunlar yeni üretimleri olan kutsallarla, vahi şeklinde gelen dini bozmaya çalıştılar… Kur’an’a dokunamadılar, ama kendi üretimleri olan kutsallara ona bir ortak bulmaya çalışarak egemenleri güçlendirici kutsallar inşa ettiler… Bu çarpık duruma itiraz ediyoruz, maalesef kendimizi anlatmakta zayıf kalıyoruz. Engelleniyoruz. Sindiriliyoruz… Kültürel birikimlerimizi genç nesle ulaştırmamıza engel olup, kitaplarımızı bastırtmıyorlar…”

İlginç bir durumla karşı karşıyaydık. Çok keskin düşünceleri metodik bir dille anlatıyordu. Buna herkesin tahammül etmesi mümkün değildi. Devletin kontrolü altındaki diyanet ile payandaları tarafından güçlü ve topluma hâkim hale getirilen geleneksel atalar dinine karşı aynı ortak endişeler taşıyorduk, muzdariptik. Bizim tepkimiz duygusaldı, onun tepkisi bilgiye, ilme, kültürel birikime dayanıyordu. Saf İslam’dan uzaklaşmanın bizi ne hale getirdiğini görüyorduk. Onlar bedel ödeyerek mücadele ediyorlardı, biz ise zihin bulanıklığına mahkûm ediyorduk kendimizi… Yeterince çaba göstermiyorduk. O derin bilginin karşısında, içinde bocaladığımız cehaletin mahcubiyetini yaşıyorduk. İstisnasız her yerde saltanatların inşa ettiği geleneksel din daha güçlüydü ve biz ne kadar karşı gelirsek gelelim, o dev hantal yapıyı etkisiz hale getiremiyorduk. Gelenek karşısında yeniden doğuş anlayışıyla devrimci bir duruş olarak vasıflandırdıkları tevhidi uyanış hareketi, gizli-açık geleneksel düşmanlıkları da kendisiyle birlikte doğuruyordu.

İran’da gizli kalan ve her defasında şiddetli bir şekilde sindirilmeye çalışılan bu tevhidi hareketin, özellikle üniversite çevresinde yaygın olması ümit verici bir haberdi. Türkiye’de de bu misyon sahibi ağabeylerimizin tamamen farklı bir muhtevada formüle etmeye çalıştıkları düşünce merkezlerinin, geleneksel hurafe ağına karşı sınırlı da olsa vermiş oldukları mücadele kadar, İran’da da Kur’an merkezli çalışmaların yapılıyor olması ve dini yamalardan, sapmalardan, fazlalıklarından kurtarıp, anlaşılır bir hale getirme gayretini takdirle karşılıyorduk. Her ülkede olduğu gibi, burada da yapılan iş zordu. Egemenlere, halkın arasında kök salmış köklü, gelenekselleşmiş veya Seyyid’in dediği gibi “ataların dini haline gelmiş” inançlara rağmen gerçek İslam’ın anlaşılması için verilen mücadele ve yapay dini biçimlendirmelere meydan okumak tarihin hiçbir döneminde hoşgörüyle karşılanmamıştır.

Tabatabai ile tanışmak beni, cehaletimden dolayı mahcup ve onun derin ilminden dolayı mutlu etmişti. Hakikat bildiği düşüncelerini anlatıyordu. Hepimiz hakikati seviyorduk, çünkü hakikat peşinde koşmak ve onu sevmek dünyanın en büyük mutluluğuydu. Hakikat, güzelliğin özü olduğundan haz vericiydi. Hakikati seveni sevmek de ayrı bir mutluluktu. Tabatabai, yabancı olmadığım bir âlemden ama tam bilmediğim bir dille, sırları ifşa eder gibiydi. Benim bilmediğim sırları, karşımda heybetli bir şekilde oturmuş halde dini bir ayinde önemli şeyler anlatırcasına güzel bir belagatle teker teker vurgulayarak anlatıyordu. ‘Şekilcilik, dış kalıplar yerine özünü, esası, ruhu sevmenin gerektiği ve bunun ancak hakikati aramakla anlaşılabileceği’ni söylüyordu. Her kelimesi beynime şiş gibi saplanıyordu, beni izole eden, esir alan korkularımdan dolayı ruhum acıyordu. Bu sözler, ısrarla sarıldığım bir rüyadan uyandırıcı mesajlar taşıyordu, aslında. Ortaya atılan her söz, huzur bulduğum rüyamı kâbusa çevirmişti. Sevgimi, ilişkilerimi, ileriye dönük ümitlerimi sis perdesinin orta yerine düşen bir volkan fırtınası gibi dağıtmıştı. İnkılâpçıydım, inkılâba yönelik hayallerim vardı. İmam’ı seviyordum. Onun sözlerine değer veriyordum. Ama ona olan sevgimin kaynağında da hakikati arayış vardı. Mütevazı bir evde, yakınındaki bakkala borç defteri bulunan, bir yandan dünyanın despotlarına, zalimlerine meydan okurken, onların tahtlarını sarsıcı mesajlar verirken, diğer yandan küçük çocuklarla el ele dolaşmaktan mutlu olan bir rehberi sevmek, hakikatin peşine düşmekle aynı anlama gelmediği için çelişkilerim, duygularımla aklım arasında gidip geliyordu. Rehberi sevmek, onun sevdiklerini sevmek, ona benzemek, onun yaşadığı hayatı örnek almak ve onunla birlikte aynı duyguları yaşamak/paylaşmak anlamına geliyordu. Sevgiyle birlikte hakikati arama arzusu da hayatın ana damarı gibiydi, bunlardan birinden kopmak acı verirdi. Bunun korkusu, zihnimi esareti altına alıyordu. Burkei olmasa, daha ılımlı ve uyumlu olan Tabatabai sorun olmazdı ve bu ikisinin sentezini yapmak kolay olabilirdi.

Tabatabai, savunduklarını daha temkinli ve uyumlu bir zemine aktarmayı başarabiliyordu. Buna karşılık, Burkei’nin tepkisel bir şekilde İbn Teymiye’nin keskin, tekfir edici, tavizsiz, uzlaşma kabul etmeyen dilini kullanması beni ürkütüyordu. Kendi içimde çelişkiler yaşamama vesile olan bu tavır, keskin dil hak ile hak olmayanı ayırt etmede içine düşmüş olduğum acizliği ortaya çıkardı. Keskin dilin gerekçesi, ilk mesajın halka duyurulmasında takınılan netlik olarak gösteriliyordu. Türbelere bez bağlamanın, yüz sürmenin, öpmenin hurafe olduğunu söyleyen Diyanetin kendi bünyesinde üretmiş olduğu hurafelere, türevlere, bidatlere, saltanat kaynaklı dine, dinin yerine ikame edilen atalar dinine karşı gelmek ve bunda net olmak, kolay değildi. Çoğu zaman bunun bedeli ağır oluyordu.

Tabatabai’nin bazı kitapları biraz daha dolaylı anlatım yoluna gittiği için İslami İrşad Bakanlığı’nın onayından geçerek basılmıştı. Belki de o düşüncelerin gerisinde nasıl bir birikim olduğunun farkında olmadıklarından böyle bir izin verilmişti. Onlar gittikten sonra kendi aramızda konuşup, durum değerlendirmesi yaptık. Bunların varlığı bir ateş topu kadar tehlikeliydi. Bu farklı düşün dünyasına yaklaşan yanabilirdi. Atalar dininin efsunlu bir hale getirilmesi, egemenlerin kendi üretimleri olan aldatıcı dini projeleri hayata hâkim kılması, karşıtını öfkeyle sindirmesini, bitirmesini de kaçınılmaz hale getirdiği bir zamanda, ortaya çıkıp doğruyu söyleyebilmek sanıldığı kadar kolay değildi. Bu ayrı bir tehlike. Darbeden sonra büyük hayallerle hicret ettiğimiz ve zor şartlara rağmen yaşadığımız topraklarda, bir İslam Devleti kurulmuştu. İlk döneminden sonra çözülme ve bozulma sinyallerine rağmen henüz bile düzelme ihtimalinin olduğuna inanıyorduk. Böyle bir duygusal ve inanç bağına ilave olarak, Selahattin ağabeyle birlikteydik ve ileriye dönük ümitlerimiz vardı. İnkılâbın ayakta tuttuğu ve hiçbir taviz vermeye yanaşmadığı dini bir yapılanmanın tam da karşısında duran bir tevhidi/tekfirci düşünceyi, savunmak veya ona yakın durmak kabullenilir bir durum olmazdı. Bu görüşmeyi veya bundan sonraki görüşmeleri samimi bir şekilde açıklamak, çevremize anlatmak, ne yaparsak yapalım bizi karşıt cephede göstermeye engel de olmazdı. Bunlardan biriyle görüştüğümüzü söylememiz durumunda hazır klişelerden biri olan “zıdd-ı inkılab” yaftasından kendimizi koruyamazdık. Gizlemenin ahlaki olmadığına inanmakla birlikte, bu durumu açıklamamız sonucu, çevremizdeki bir çok arkadaşın dürüstlük, İslam İnkılabına olan inanç ve bağlılığından veya daha değişik sebeplerden dolayı bizi değişik yerlere şikayet edeceklerini de biliyordum. Dürüstçe bir davranış olmasa da gizlemeye karar verdim, sorulması durumunda bedeli ne olursa olsun her zaman olduğu gibi doğru cevap vermekten de çekinmezdim.

Ondan sonraki süreçte, ne onların cumalarına katıldım ve ne de sohbetlerine. Sadece kitaplardan onların düşüncelerini öğrenmekle yetindim. Okumaları da gizli bir şekilde yapmak zorundaydık. Üniversiteden, onlarla diyalog içerisinde olan birkaç öğrenciyle de, genellikle kaldığımız medresede görüşmeye devam ettik. Onlar pervasızdı ve dolayısıyla kullandıkları dil ve tepkileri kimi zaman bizim zarar görmemize de vesile oluyordu. Kasım vasıtasıyla tanıştığımız bir öğrenci, ara sıra bize geliyor ve onunla çeşitli konuları konuşuyorduk. Onun verdiği bilgiler ve kimi zaman bizim konuşmalarımız ortak bir noktanın şekillenmesini de sağlıyordu. Saltanatların patentini taşıyan tarihten miras bırakılan, egemenlerin kendisine göre şekillendirdiği ve kendi vatandaşlarına yansıtmaya çabaladığı geleneksel din retoriğini, sorgulama cesaretimiz yoktu, ancak Şeriati, Suruş ve benzerlerinin berrak bir inancın sahtesinden ayırt edilmesi amacıyla ortaya koydukları mantığın daha da güçlenmesi tercihimizi beyan etmekle yetiniyorduk. Burkei çevresinden arkadaşlarla Yezd şehrinden olan öğrenciyle birlikte, uzun bir düşünce müzakeresi ve öğle yemeğinden sonra, namaza kalktık. Yezdli arkadaşımız, onlardan birinin imam olmasını istedi. Bize saygıdan dolayı, kendisine mühür getirmede ısrar etmemize rağmen bir kâğıt parçasına secde edeceğini söyledi. Namazı kıldıktan sonra biz yerlerimize oturduk, Yezdli arkadaş biraz oyalanarak ikindi namazını kıldı. İçeride nefes alma sesinden başka bir gürültü yoktu. Büyük bir fırtınaya işaret eden bir sessizlik hâkimdi. Ne olacağını, neden olacağını bilmiyorduk. Ama içimizde kuşku vardı. Namazını büyük bir huşuyla kıldı. Bittikten sonra, bize imamlık yapan sormaya başladı:

“Ne yaptın?”

“Namaz kıldım, ikindi namazını?”

“Senin yaptığın münafıklıktır!”

Donduk kaldık. Böyle bir tepki olur mu? Başladı anlatmaya, İmam Cafer Sadık’tan deliller vererek namazları birleştirmenin münafıklık, tembellik, namaza karşı laubalilik alameti olduğunu, namaza verilen önemi azalttığını ve zamanla insanı namazdan uzaklaştırdığını söyledi. Yezdli arkadaş şaşkınlık içerisinde, onun verdiği kaynakları araştıracağını söyledi ve ismini belirttiği eserleri yazarak not aldı. Ancak bizimle birlikte onun da rahatsız olduğunu görebiliyorduk. Onların varlığının bir ateş parçası olduğunu pratik hayatımızda görüyorduk. Bundan sonrasında onlarla bu seviyede bir ilişkiyi sürdürmemiz zor olacaktı. Fırçalanan arkadaşımız gittikten sonra, eleştirimize başladık ve onun yaptığının tebliğ diline uygun olmadığını söyledik. “Hayır” dedi, “sizin anlayabileceğiniz bir dil değil bu. Onun psikolojisini tahmin ettiğimden, onu şok edecek bir tepkiyle onu düşünmeye yöneltmek istedim. O şimdi kaçınılmaz olarak araştıracak. Benim ona verdiğim kaynaklara bakarsa, Sefevi öncesi inançla, ondan sonraki döneme denk gelen egemenlerin biçimlendirdiği inanç arasında büyük farklar olduğunu görecektir.”

Böyle bir savunma yaptı, ancak doğrusu biz fazla da ikna olmadık ve bundan sonraki süreçte onlardan uzak durmamız gerektiğini tartıştık. Namaz üzerine oluşturulan o polemik, ruhsalımızda derin bir tahribat oluşturmuştu. Bizi içimize kapattı. Korkular huzurumuzu kaçırdı. O moralle radyoya gittim. Tercümeler bittikten sonra, haberleri okumak için Ziya Türkyılmaz ile birlikte aşağıya stüdyoya ineceğiz. Özetleri birimiz ve haberleri de ortak okuyacağız. O önceden indi. Stüdyo, birkaç kat aşağıda. Saate baktım, az bir zaman var. Asansörü bekleme imkânım yok, koşarak aşağı indim, nefes alacak halde değilim. Stüdyoya girdim ve canlı yayın başladığı sinyalini aldık. Özetleri önüme attı. Hapsettiğim nerdeyse beni çatlatacak nefesimi kontrol edemiyordum. Ona işaret ettim. Benim okumamı istercesine işaretler yaptı. Mikrofonun açıldığı bir zamanda, çaresiz olarak özetleri okumaya başladım. Bir yandan nefesimi kontrol etmeye çalışırken, diğer yandan rahat nefes alabilmek için kemerimi açıyordum. Beynime oksijen gitmediğini hissettiğim halde, okumaya devam ettim. Ziya yanımda kahkahalarla gülmemek için kendisini zor tutuyordu. Kontrol masasında oturanlar da komik durumun farkındaydılar. Bayılmamak için büyük bir gayret gösteriyordum. Özetler bittikten sonra, kısa olması gereken müzik birkaç saniye daha fazla uzatıldı. Rahatlayınca, Ziya’nın gözlerine baktım ve beni düşürmüş olduğu bu komik duruma tebessüm etmekle yetindim.

Ziya, mezhebi tercihlerini fazlaca dışarı vermeyen dürüst ve olgun bir insandı. Ancak, mezhebi kimliğinden dolayı İran’da bizden daha fazla bir güvene sahip olduğunun da farkındaydı. Bunun gereklerini de yerine getirmeye çalışıyordu. Şia mezhebinin yoğun rengine rağmen hiç bir zaman bunun karşıtını savunma acizliğine düşmedik ve bu farklılıktan dolayı toptan red veya inkârcılığa da yönelmedik. İnkılâba samimi olarak inanıyorduk, hassas dengelerin sınavından geçmemizin kaçınılmaz olduğunu da biliyorduk ve bunun gereklerini de hayatımızda gösteriyorduk. Onun böyle bir samimiyet sınavından geçmesine gerek yoktu. Yeniden şekillendirilen sistemin varlık ideolojisi ve mezhebi argümanlarla örgütlenme modeli dolayısıyla kaçınılmaz olarak, kendisi dışındaki değerleri, mezhebi fenomenleri reddetmesi veya pratikte görmezlikten gelmesi zorunlu hale gelmişti. İnkılâpçılıkla, Şialaşma çoğu yerde birbirine karıştırılıyordu. Hepimiz ciddi bir sınavla karşı karşıyaydık. Bu sınavdan geçenlerden biri, hiç kuşkusuz Türkiye’de İslami bir geçmişe sahip olan Nurettin Şirin idi. Meşhet’ten dönmüştü ve görüşmek için ziyaretine gitmiştim.

Konuşmamızın hemen başında, sigarayı bıraktığı müjdesini veriyor ve bunu açıklarken bunun “bir mucize” olduğunu söylüyordu. Meşhet’te İmam Rıza türbesine gittiğini, türbenin parmaklıklarına yapışarak, gözleri yumulu bir şekilde dua ettiğini ve İmam Rıza’nın yüzü hürmetine Allah’ın onun sigara içme isteğini izale ettiğini söylüyordu. Pastarların, mollaların yapamadığını İmam Rıza’nın yaptığını mutluluk içerisinde bana anlatıyordu. İçimde, dışa vurmadığım sert tepkiler, duygular vardı. Nasıl bir tepki içerisinde olduğumu, -dengelerin bozulabileceği endişesiyle- anlatamadım ona. Özellikle Burkei çevresinin bu olaya bakışını öğrendikten sonra, Nurettin’in bu davranışını onaylayamazdım. İran’daki bazı gelişmeler üzerinde görüş alışverişinde bulunduktan sonra ayrıldık.

Yazın sıcağı Tahran’ı kavurmayı sürdürdüğü bir zamanda, Malatya’dan Özkan, Hikmet ve Nurullah isminde üç arkadaş hicret etme duygusuyla İran’a geldi. Bizimle görüşmeden önce Sazıman-ı Tebliğat Teşkilatı’na gitmişler ve orada Kasım ve Turabi ile görüşmüşler. Daha sonra mesai bitiminde bir parka gidip oda arkadaşım Kasım’a İran ile ilgili değişik sorular sormuşlardı. Birkaç gün sonra görüştüğümüzde bana da bazı sorularının olduğunu söylediler ve elbette “İran’da Muta nikâhı var mı? Şia mezhebinin Muta ile ilgili görüşü nedir?” türünden klişeleşmiş sorularla giriş yaptılar. Kimi samimiyetinden ve kimi de art niyetinden dolayı böyle soruları soruyordu. Dengeleri koruyarak cevap vermek zorundaydım. En azından bir sığınmacıydım ve sığındığım ülkenin aleyhinde bir propaganda olması bana da zarar verirdi. Bu tecrübede uzmanlaşmıştım. Daha önceleri Kayseri’den gelen bir gruba söylediğim cevabım hazırdı. “Büyük bedeller ödeyerek bir İslam Devrimi yapmış insanların dünya kadar tecrübesi, mücadele geçmişi, tarihi gerçekleri, birikimleri varken böyle bir soru sormak ahlaki değil. Böyle bir soru iyi niyetli olamaz. Ya bastırılmış duygular var veya art niyet! Sizin böyle bir soru sormadığınızı varsayıyorum...” Türünden ve hatta onlara ağır gelebilecek kelimeler kullandım. Bana, Kasım’ın böyle düşünmediğini ve Muta nikâhının olduğunu, Turabi ile birlikte dizgisini Türkçe olarak hazırladıkları İmam’ın ilmihalinde de bu evliliği yapmanın helal olduğunun yazılı olduğu bilgisini aldıklarını söylediler.

İşte tam da, kendi içimizde dürüstlükten dolayı bazı şeyleri gizleyip-gizlememenin doğruluğunu tartıştığımız bir zamanda böyle bir oyuna geliyorduk. Akşam, Kasım’a neden böyle yaptığını sorduğumda o da dürüstlük adına bunu yaptığını, yarınlarda yalancı konumuna düşmemek için böyle davrandığını söyledi. Doğru söylüyordu. Yayına hazırlanan ilmihal çıktığı zaman, Türkçe konuşanlar olarak onun dizgisini yaptığı ilmihalde, gerçeği öğreneceklerdi ve onu yalancılıkla suçlayacaklardı. Doğruyu her yerde söylemek, kaçınılmaz olarak ondan kaynaklanan neticeleri de kabullenmeyi gerekli kılıyor. Bunun devamı da geldi. Ertesi gün, Selahattin ağabey çağırdı beni. Öfkeliydi. Anladığım kadarıyla Malatyalı arkadaşlar olayı biraz da abartarak anlatmışlardı.

“Senin arkadaşın, neden “inkılab karşıtlığı” yapıyor? Senin onun üzerinde etkin yok mu?” Olayı yumuşatmak için, ne olduğunu sordum. Yeni gelen çocukların kafasını karıştırdığını ve onlara Şia’da Muta olduğunu açıkladığını söyledi.

“Selahattin ağabey yok mu? Bazı şeyleri neden gizlemek zorunda kalalım!”

“Var, ama İslam İnkılâbına büyük bir heyecanla gelmiş olan ve onun değerlerini öğrenmek isteyenlerin kafasını bu şekilde karıştırmak doğru değil?”

“Selahattin ağabey, bunlar yarın basılacak Risale/İlmihali okudukları zaman, Kasım’a yalancı demezler mi? Bana da böyle bir şey sordular. Ben onları azarlarcasına konuştum ve konuyu kapattım. Kasım, bunu beceremez. O dürüstlük adına doğru bildiğini söyler…”

Yönetici kadro karşısında bizim büyüğümüz Selahattin Ağabeydi. Dolayısıyla bizden kaynaklanan her yanlışın hesabını ondan sorarlardı. Belki de sormuyorlardı, biz abartıyorduk. Özellikle de bazı fanatiklerin her hareketimizi, yorumumuzu başka yerlere çekme gayretleri karşısında bizden kaynaklı en küçük bir yanlışın onu da zor durumda bırakacağını biliyorduk.

Bazı şeyleri gizli tutmamızın kaçınılmaz olduğunu daha sonraki günlerde pratik olarak gördük. Kasım’ın ikameti iptal edildi ve Kasım yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. Daha sonra, arkadaşların da yardımıyla Kasım yeniden döndü ve bir daha böyle bir hata yapmaması için uyarılarımızı yaptık. Biz İslam İnkılâbına veya onun yöneticilerine karşı değildik. Bazı yanlışlar yapıldığını görüyorduk ve itirazımız bunaydı. Yoksa ne bizim onları Sünnileştirme gibi bir gayretimiz olabilirdi ve ne de bazı fanatiklerin saldırganca propagandasının etkisinde kalıp Şialaşırdık. Herkes bu gerçeği kabullenmiyordu. Dolayısıyla kimya uyuşmazlığını sürekli gündemde tutuyorlardı. Bizi boğan ayrıntılar ve teferruattı aslında.

Birbirimizi anlamaya çalışmak yerine yargılama, yaftalama ve silmeye yönelmemiz, ayrışmayı kendi ellerimizle organize ediyoruz anlamına geliyordu. Denge unsurlarına zaman zaman direnmemiz, ötekileştiriyordu bizi. Toplumla bütünleşemediğimiz için, kendimizi yabancı hissetmekten alıkoyamıyorduk. Sosyal olaylara katılırken bile, öteki olmaktan kendimizi sıyıramıyor ve bunun verdiği dayanılmaz acıya katlanıyorduk. Bunda resmi mezhebi olguya karşı direnç göstermemiz de etkili oluyordu. Her birimizin evlenme çağı gelmişti ve çalışanlar olarak böyle bir yapıyı sürdürebilecek durumdaydık, ancak toplumda dönüşmemek için gösterdiğimiz direnç, böyle bir formata girmemize engel oluyordu. Belirsizlik ve bir ülkenin kültürüne, sosyal, siyasal ve inanç olgusuna uyum göstermememiz durumumuzu daha da zorlaştırıyordu. Eza merasimlerine katılıyorduk, Hz. Hüseyn’e yapılanlardan dolayı üzülüyorduk, içimiz acıyordu, ancak sadece onları dinlemek ve seyretmekle yetiniyorduk. Onlar gibi üzülemiyor, onlar gibi dövünemiyorduk. Cuma namazlarına, İnkılâbın kuruluş yıl dönümü törenlerine elit bir grubun içerisinde katılıyorduk. Onlarla bütünleşmemiz, kendimizi onlardan biri olarak görmemiz mümkün olmuyordu. Sahip olduğumuz kültür, yetişme tarzımız buna izin vermiyordu. Bizi toplumdan ayıran ilkelerimizi, değerlerimizi ve hatta simgelerimizi muhafaza ediyorduk. İran da bize, “bir gün geri dönecek misafirler” gözüyle bakıyordu. Yabancıydık yani. Kimliğimiz farklıydı, orada hiçbir statüye sahip değildik. Seçimlerde oy kullanamıyorduk, herkesin sahip olduğu haklardan hiç birine sahip değildik. Kendi ülkemizdeydik, ama yabancıydık…

Bir müddet sonra, Hikmet ve Özkan radyoda çalışmaya başladılar. Her ikisi de spikerlikle başlayacaklardı. Bant yayınlarından sonra, canlı yayına başlamaları hedefleniyordu. Her ikisinin de Türkçesi mevcut kadroya göre iyiydi. Şah döneminden kalan veya bizden önce radyoda çalışmaya başlamış Malik Kaya gibilerin yanında, bize ait kültürün yansımasında etkili olabilecek bir kadronun güç kazanması bizi sevindiriyordu. Her birimizin hayattan, çevremizden ve İnkılaptan beklentileri vardı ve ruhumuzun sıkılmasına karşılık ümit ettiklerimiz bedel ödemeye değecek boyuttaydı. Radyoda kadro artınca, işlerimizi çabuk bitirme ve geri kalan kısımda muhabbet etme vaktimiz de artıyordu. Her ikisi de meraklıydılar ve dolayısıyla her konuda soruyorlardı. Selahattin ağabey de fırsat bulmuşçasına derin birikiminden geniş bir düşünce sofrasını ortaya yayıyordu.

Her şeye rağmen Selahattin ağabeyi seviyorduk. Düşüncelerinden dolayı 80 darbesi öncesi 163. Maddeden dolayı cezaevinde yattığı zaman duvarlara “Selahattin Eş’e Özgürlük”  sloganlarını büyük bir huşuyla yazdığım saatten itibaren kalbi bir yakınlık duymuştum. Tevhid, Vahdet ve Şura dergisinin çıktığı mütevazi binaya, M. Tahir Tikici ile ziyarete gittiğimiz zaman, yeni abdest almış ve ellerini mendiliyle kurulayan Ali Bulaç ile Selahattin Eş’i aynı salonda bulmuştuk. Ali Bulaç’ın resmi duruşu karşısında, bizden biri gibi sıcak karşılamayla tebessüm eden Selahattin ağabeyin o fotoğrafı hep zihnime kazılı bir şekilde kaldı. Bütün konularda birebir aynı şeyleri düşündüğümüz söylenemezdi. Her birimizin geldiği kültür, yetişme tarzımız, alanlarımız, düşünceyi algılama ve şekillendirme kabiliyetimiz farklıydı. Böyle olması da gerekiyordu. Onun İran’a abartılı bir şekilde bağlılığını ve belirli kesimlerin yaptığı hataları görmezlikten gelip, gizlemesini onaylamıyordum. Benim kapalı bir kutu olmaya devam edişimi, susmamı, gizemli bir hava içerisinde görünmemi hoş karşılamadığını da biliyordum. Farklılıklarımız vardı. O çorak topraklar üzerinde, imkânsızlıklar içerisinde düşünce üretirken biz duvarlara “Tek Yol İslam” yazmakla meşguldük. Çoğu zaman, Tahran’da dağ yürüyüşüne gittiğimiz zaman onun direncinin tahmin ettiğimin üstünde olduğunu görerek hayretimi de gizliyordum.

Oluşumla ilgili ümitlerim tükenince, yeri arayışlar içerisinde olmamın kaçınılmaz olduğunu düşündüm. MSP ile birlikte, bir yola çıkmıştık. Jakoben Kemalist yapılanmanın geliştirdiği retorik, baskı ve totaliter yöntemlerin militarist alanda hızlandırılmasını sağlamak için gerçekleşen 80 askeri darbesiyle yolumuz kesilmiş ve o dev gövdemiz kısa sürede görünmez hale gelmiş, silinmişti. Bitmiştik ilginç bir şekilde. Erbakan’ın emriyle Kenan Evren’in darbe yaptığı söylentileri giderek en merkezi bilgi haline geliyordu, ama askeri darbe cinayet işlemeye, işkence yapmaya devam ediyordu. Kültürel alt yapımızın olmayışından, darbe sonrası bütün arayışlarımız sekteye uğramıştı. Güven ve sosyal alana olan yabancılığımız sağlıklı bir adım atmamızı engelliyordu. Dolayısıyla farklı alanlarda yeni arayışlara girmemiz gerektiği üzerinde konuşmaya başlamıştık. Önümüzde önemli bariyerler vardı. Birincisi, İran’da belirsiz bir konumda sığınmacı olarak yaşıyorduk. Buna rağmen İnkılâba olan güven ve inancımızı yitirmemiştik. Selahattin ağabey olgusu vardı. Ondan habersiz bir şeyler yapmak özellikle bana ahlaki gelmiyordu. Ama bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Bunlardan da önemlisi, dünya Müslümanlarıyla kuracağımız her diyalogda MSP ve Erbakan engeliyle karşılaşıyorduk. Dünya Müslümanları onu Osmanlının varisi ve halife olabilecek bir lider olarak algılıyorlardı. Özellikle Ehli Sünnet ülkelerinde bu liderlik rengi artık belirginleşmişti.

Mardin’li Selman, Çağrıcı, Velioğlu, ilişki içerisinde olduğumuz İslami çalışmalar yapan gruplar arasından tercih edebileceğimiz çevrelerdi. Selman ve Velioğlu, yaşadığımız yörenin rengini bolca yansıtan bizden birileriydi. Dolaylı da olsa daha önce İstanbul’da görüştüğümüz ve konuşmalarından belli hassasiyetleri olan şahsiyetler olduğunu saptadığım kişiliklerdi. Çağrıcı, darbe öncesi tanıştığımız birçok insanın bir arada bulunduğu, okuma seviyesi yüksek olan, belirli tecrübelere, birikime, bilgiye sahip şahısların bir çalışma alanında yer alıyordu. Kişiliklerine güvendiğim birçok insan bu çalışmalar bünyesinde yer almıştı. Her üçünde, kendimce onaylamadığım en önemli taraf, onların İran ile sıcak diyalogu ilkelerinin önüne koymalarıydı. İran İslam İnkılâbının başarıya ulaşmasında en önemli faktörün, halka dayalı ve kendi dinamikleriyle, şartlarıyla, gerçekleriyle hareket eden bir yapıya sahip olmasına dayandığı gerçeğiydi. Ülkelerin dış siyaset realitesi, her ülkenin kendi varlığını koruma paradigması ve İslami çalışmanın kendi dinamiklerinden çok başka şartlarda şekillenen dinamikleri öne çıkarması düşünce gruplarının ciddi bir handikapla karşı karşıya kalmasına yol açıyordu. Bu analizin doğruluğunu, Afganistan, Irak, Pakistan, Mısır, Lübnan, Suriye ve Filistin siyasal hareketlerinde yaşanan olaylarla daha iyi okuyabiliyorduk.

İran içerisindeki değişik kurumlar ve bu kurumlardaki değişik düşünce çizgilerinin, karşıtını yıpratmak veya farklı endişelerle mücadele alanında kardeş hareketleri, siyasi mücadeleleri birbirine düşman kamplar haline getirdiklerini defalarca gördük. Bizim, Mehdi Haşimi ile olan diyalogumuzda, kendilerine bağlanmadığımız için Dış İşleri tarafından taciz edilmemiz sadece basit bir örnekti. Bunun daha acı sonuçlarını yaşayan, cemaatlerin nasıl birbirlerinin kanını dökmeyi mubah gördüklerini, hayretle izliyorduk. İzliyorduk, çünkü elimizden bir şey gelmiyordu. Irak’ta yıllarca mücadele veren Hizb-i Dava hareketinin, İngiltere’den ihraç edilen Hekimi eliyle tasfiye edilmesi senaryosunun aynısı, halkı Müslüman olan bütün ülkelerde yaşanıyordu. Başka bir düşüncenin, gücün, teşkilatın, kurumun vesayeti altına girme sonucunun hüsran olacağını İslam İnkılabı tecrübesi bize öğretmişti. Bütün bu gerçeklerin ışığında, ciddi bir düşünce yapısıyla bağlantı kurmamız gerekiyordu. Gerçi onların da maksadını anlamıştım. Onlar bizim üzerimizden, İran’daki çalışmalarını yapmak istiyorlardı. Bunu da makul karşılıyor ve bunun bize olan güvenin neticesinde düşünüldüğünü iyi biliyorduk. Onların çalışmalarına temkinli bakmamız ve tekliflerine cevap vermekte yavaş davranmamızın asıl sebebi buydu…

(DEVAM EDECEK)

Ayetullahiluzma Seyyid Abulfedl İbn Rıza Burkei Kumi

Seyyid Mustafa Hüseyin Tabatabai    

Ziya, Ahmet, Davut ve bir grub Müslüman.

 

Not: Şimdiye kadar burada yayınlanan fotoğraflar, başka arkadaşların kendi arşivlerinden bana gönderdikleri dokümanlardır. Bana ait ne bir satır yazı ve ne de tek fotoğraf yoktu. Dolayısıyla bütün sermayem sadece hafızam… Bu durumu soran birkaç arkadaşa cevap olması açısından bu notu yazıyorum.

YAZIYA YORUM KAT

13 Yorum