1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (22)
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (22)

20 Mayıs 2011 Cuma 15:28A+A-

[email protected]

Medrese günlerimizi dolu dolu geçirmeye çalışıyorduk. Düzenli olmasa da bir ders programımız vardı. Perşembe geceleri, diğer şehirlerden gelen talebelerle birlikte Torçal dağına çıkmaya devam ediyorduk. Diyarbakır ve Batman çevresinden gelen Müslümanlarla duygusal zeminde görüşmeye devam ediyordum, ancak İrfan Çağrıcı ile diyaloglarımız daha sıcak bir zeminde ve hatta cemaatleşme bazında sürüyordu. İrfan’ın bize yaklaşımı örgütsel disiplin içerisindeydi. Biz de bu diyaloglar neticesinde nelerle muhatap olacağımız beklentisi içerisindeydik. Nerdeyse her sabah namazından sonra, birlikte spora gidiyor ve güneş etrafı iyice ısıtıncaya kadar devam ediyoruz. Medresedeki arkadaşların büyük bir kesimi, Park-ı Şehr’deki komplekste çalışmalarımıza katılıyorlar. Spor, dağ yürüyüşleri, İrfan ile hayatımızın en önemli anlarını oluşturuyor.

80 darbesi, solculara özenerek meydanları dolduran binlerce insanı kontrol etmek maksadıyla parkeli, potinli görüntümüzün altında ciddi bir alt-yapı olmadığını görmemizi sağlamıştı. Bu gerçeğimizle yüzleşmemizi zorunlu kılan bir hezimet olarak, silikleşmemizi de kendisiyle birlikte getirmişti. Bu sindirilme, korkutulma, yılma ve susturulma devresi uzun sürdü. Biraz rahatlama olunca, cemaatler toparlanmaya başladılar. Her çevre, darbenin verdiği ezikliği bertaraf etmek için yoğun bir çaba içerisinde olmaya çalıştı, bunun uzantısı İran’a da yansıyordu. Var olma savaşında bütün araçlar, imkânlar kullanılıyordu. İslam İnkılâbının varlığıyla, kendilerini ispatlama yarışında olanlar ilişki kurabilecekleri kanallar arıyorlar. Darbeden aldığımız ağır yaranın telafisi için her yola başvuruluyor. Türkiye gündeminde de varlık ispatlama çabası var. Daha önce düşman kamplarda yer alan solcularla, liberallerle diyalog kurulmaya ve cezaevlerine doldurulan, yurt dışına kaçmak zorunda kalan veya imha edilenlerin dışında kalan bazı dar siyasi çevreler, birlikte hareket etmeye yönelmişlerdi.

Baskı ve zorun hâkim olduğu dönemde İslamcı kanatta en fazla öne çıkanlar Ali Bulaç, Hüseyin Hatemi ve Abdurrahman Dilipak gibi isimlerdi. Bunların arasından sadece yazı yazmakla yetinmeyen ve solcuların, liberallerin bütün eylemlerine katılanlardan biriydi Dilipak. Diyalog, işbirliği ve ortak tavır belirleme çalışmaları kendisini hissettirir derecede artış göstermişti. İslamcılığın yeniden gündeme gelmesiyle birlikte, küçük cemaatler yeniden toparlanmaya ve özellikle de ev sohbetleriyle daha önce birlikte olduklarından geriye kalanlarla var olma mücadelesi vermeye başlamışlardı. Bunun yansıması İran’a gelen misafirlerin arayışlarında da görülüyordu.

Türkiye’de 80 öncesi geleneği sürdüren ve bunun İran’daki gerçeğini de yakından görebilen bizler, Müslümanların solcularla ilişkiye girmesini hazmedemiyorduk. Hatta dördüncü kongresini yapan PKK’nin; dini yeniden sorgulamak ve İslam İnkılâbıyla birlikte dinin mücadeledeki güçlü fonksiyonunu değerlendirmek durumunda kalmasıyla birlikte, Serxwebun dergisinde dine karşı hala keskin çizgisini sürdürmesi, solculara karşı olumsuz tutumumuzu pekiştiriyordu. İlkelerimizden, geçmişteki geleneklerimizden ve kendimizce kurduğumuz dünyamızdan taviz vermek, omurgasızlık olarak algılanıyordu. Kimya uyuşmazlığını, sanki bilinmez bir el daha da çıkılmaz bir girdaba dönüştürüyordu. Dilipak, farklılıklara rağmen birlikte yaşanabileceğini ve kendi değerlerinden taviz vermeden zulüm odaklarına karşı ortak mücadele verilebileceğini ispatlamaya çalışarak, tamamen farklı bir muhtevada, strateji, yöntem formile etmeye yönelmişti. Hatemi’nin de çabalarında bu endişe vardı. Darbeyle birlikte üniversiteden uzaklaştırıldıktan sonra, ortak mücadele alanlarının oluşturulmasına çalışarak, kendisine yaşatılan mazlumiyetin intikamını bu şekilde almaya çalıştığını psikolojisiyle de yansıtıyordu. Hatemi’nin başka bir özelliği de, Müslüman olmayanların saldırılarına makul savunma tezleri geliştirmekti. Kadın hakları, dört evlilik, hayvan hakları, özgürlükler, Müslüman olmayanlara bakış açısı ve benzeri konularda saldırıları yumuşatma gayesiyle, geçmişten gelen tavizsiz yapıyı biraz restore ederek yumuşatmaya çabalıyordu. Biz bunu hazmedemiyorduk. Bu, bakış açısının, uzlaşmacı yeni elit jenerasyonun zaaflarla malül olduğunu savunuyorduk. “Yumuşama, uzlaşma, ilişkiye girme” fenomenini reddederek, kafirlerle barışık olamayacağımızı ilan ediyorduk. Özellikle, Halkın Mücahitleri’nin Tahran’daki eylemlerinden sonra, onlarla diyalog içerisinde olmanın mümkün olmayacağına kanaat getirmiş ve bundan dolayı da Türkiye’deki Müslümanların onlara karşı tavırlarını onaylamıyorduk. İslam’ın, hayatın tamamına hükmettiği ve dolayısıyla sol kesimle ilişki içerisinde olmanın mümkün olmadığı görüşü bizde temel bir düşünce olarak değer buluyordu.

İslam İnkılâbı yıldönümlerinde, Türkiye’den gelen misafirlerimize bunun hesabını da sormaktan geri kalmıyoruz. Hatemi ve Dilipak, bize göre sapma olan bu yeni diyalog dönemini inşa edenler olarak hesaba çektiklerimiz arasındaydı. Birgün Dilipak, Selahattin ağabeyin evinde, yoğun saldırılarımız karşısında bocalamaya başlamıştı. Özellikle Selahattin ağabeyin sert tepkisi karşısında suçlu edasıyla başını öne eğmiş ve maruz kaldığı eleştiriler karşısında sadece susmuştu. İşte o zaman Fehmi Koru, Dilipak’ın yardımına yetişmiş ve bu yoğun baskı karşısında onu rahatlatacak bir çaba içine girmişti. Bizim bulunduğumuz yerden Türkiye’nin gerçeklerini anlayamayacağımızı, darbenin Müslüman grupları tamamen dağıttığını, zor ve baskı siyasetlerinde ortak bir cephe oluşturmadan taleplerin dile getirilmesinin imkânsız olduğunu söyledi. Konuşmaları yönlendirmede ve şekillendirmede kullandığı ses tonu, özgüvenini yansıtıyordu. Savunma şeklinde de olsa söyledikleri ikna ediciydi. Bu tam da benim istediğim bir savunmaydı. Bir yandan Dilipak’ı mazlumiyetinden dolayı savunmak isteğimin yerine gelmiş olmasından, diğer yandan Türkiye’deki şartlarda mücadelenin devam etmesi için bütün araçlardan yararlanılması gerektiği düşüncemin Fehmi Koru tarafından formüle edilmiş bir şekilde ortaya konmasından dolayı mutluluk duyuyordum. Fehmi Koru, resmi duruşundan dolayı uzak durmaya çalıştığım bir kişilikti. Geçmişe dair bir hukukumuz da yoktu. Hiç birimizin ses çıkarmadığı bir yerde, eleştirilenden yana tavır takınması, onu gözümde bir kahramana dönüştürmüştü.

Hatemi de, sakalsız ve kravatlı olmaktan dolayı, bizim İran’daki radikallerden nasibini alanlardandı. Genellikle onlara rahnema/rehberlik görevini yaparken, Türkiye’deki gelişmelerden daha fazla haberdar olma imkânı bulabiliyorum. Onlar kimi zaman özel durumlarını bile anlatmaktan çekinmiyorlar. Hatemi, hanımının baskısı olmasa İran’a gelip yerleşmek istediğini, ancak radikal çıkışları gördükten sonra bunun kendisi için zor olacağını söylüyor bir keresinde. Onunla birlikte, savaş cephelerine, İslam İnkılabı kuruluş yıldönümü törenlerine, Seyyid Esedullah Laciverdi’nin sert uygulamalarıyla gündeme geldiği Evin zindanına yaptığımız ziyaretlerde, “tevvabin” (tövbe etmişler) grubuyla yaptığımız görüşmelerde birlikteyiz ve bu dönem zarfında mezhebi konular dahil bütün alanlara giriyoruz. Derin bir entelektüel zihin, edebi bir dil ve irfani ahlaka sahip bir yapısı olduğunu orada görüyorum. İslam İnkılâbıyla birlikte aslında Şia mezhebine bağlı olduğunu fark ettiğini dillendiriyor.

Rutin görüşmelerin dışında, resmi ve gayri resmi bir şekilde Türkiye’den gelen misafirlerle ilgileniyoruz. Atasoy Müftüoğlu da onlardan biri. Ancak bir farkla, bu insan bize değer veriyor, bizi dinliyor, zaman buldukça bizimle birlikte kalmaya geliyor. Resmi geziler boyunca, konuşmalarından fazlasıyla yararlanıyorum. Bir konuşmaya, şahsa ya da olaya sinirlendiği zaman ciddi tepki vermiyor, başağrısı komasında kendisini kaybediyor. Radyoda mesai saati içerisinde gelen telefonlardan, misafirlerden haberdar oluyor ve ona göre hareket ediyorum. Nurettin Şirin gelen misafirlerden biriydi, benimle görüşmek istediğini söyledi. Buluştuk ve benimle ilgili belli bir bilgiye sahip olduğunu, bana çok samimi davranmasından anlıyorum. İran’da kaldığım sürece gelen haberler ışığında, az-çok onunla ilgili bilgi sahibiyim. Türkiye’de darbeyle birlikte ayakta kalabilen ve samimi bir şekilde mücadelesini sürdüren ender insanlardan biri. Daha önce görüştüğüm Selçuk’tan onunla ilgili bilgiler edinmiştim. Samimi bir Müslüman olarak duyduğum Şirin’le ilk karşılaşmamızda mezhebi konuları biraz fazlaca ön-plana çıkardığını görüyorum. İran’da sadece bana güvendiğini söylemesi hoşuma gidiyor, ancak “İranlı arkadaşlar bana sigarayı terk et diyorlar ben de edemiyorum” diyerek başladığı sözlerinde, mezhebi muhabbetler ağırlık basınca daralmaya başlıyorum. Daha sonrasında, Melik Fırat’ın da burada olduğunu ve istersem akşam bir grup arkadaşla birlikte onu Veliy-i Asr caddesindeki otelde ziyaret etmeye gidebileceğimizi söylüyor. Melik Fırat’ı duymuştum, merak ediyordum. Şeyh Sait’ten dolayı onun ismini duyunca heyecanlanıyordum. Gitme saatini belirledik ve akşamüzeri bir grup gençle birlikte odasına çıktık.

Yıllarca ismini andığımız Şeyh Said’in torunuyla karşılaşmak farklı bir duyguydu. Ayaklanmadan sonra sürgün edilen, açlık ve hastalıkla yok olmaya terk edilen, Takrir-i Sükun Kanunu'nun kaldırılmasıyla memleketlerine geri döndükten sonra yaşı büyütülerek “Kürtlerle barışma adına” milletvekili yapılan, darbeyle birlikte Yassıada’da ölüme mahkum edilen, her askeri darbede ölümle yüzleşen bir insanla karşılaşmak, insanda nasıl bir duygu anaforu meydana getiriyorsa, ben de aynısını yaşıyor ve o duyguların derinliklerinde kayboluyordum. Tanışma ve kısa hayat hikâyesi, medrese tahsili ve modern ilimlerden nasiplenişine kadar geniş bir yelpazeye yayılan yaşam tarzına kadar birçok konuda söyleşiyor bizimle. Nasıl bir bilge adamla, erdemli bir insanla karşı karşıya olduğumu daha iyi anlıyorum. Bununla da, ender insanların bir gününün sıradan insanların bütün ömürlerine bedel olduğu gerçeğini bir kez daha canlı bir şekilde görüyorum.

Hayatından kısa kesitler dinledikten sonra itiraz etmeye başlıyoruz: “Hocam! Madem böyle bir mücadele sürecinden geçtiniz, sürgünler, idamlar, yargılanmalar, sürekli işkence, baskı ve hapislerle muhatap bir kişiliksiniz, neden şu anda İslami hareketin önünde değilsiniz? Neden, Türkiye Müslümanlarının rehberi olarak gündeme gelmiyorsunuz?”

“Gençler, siz de kendinize göre haklısınız. Ancak, mücadele öyle zannettiğiniz gibi kolay bir olay değil. Baskı, zor, işkence ve şiddet gündeme geldiği zaman kimseyi mücadele alanında göremezsiniz. Her birimiz 80 askeri darbesinin ne anlam ifade ettiğini iyi biliyoruz. Askeri darbeyle birlikte, insanların Kur’an meallerini bile yaktıklarını biliyoruz. Darbe olduğu zaman, biz yalnızdık. Bize baskı yapıldığı zaman, bir komutanın onlarca askerin eşliğinde beni ormana götürüp, başıma silah dayadığı zaman veya bana sarılık hastalığı şırıngası vurulduğu zaman kimse yanımızda yoktu. Yalnızdık. Biz sürgünde açlıktan veya koleradan kırıldığımız zaman da kimse yoktu. Bu süreçleri yaşamamış insanlara öncülük yapmak zordur. Gençlerin önce ayakları yere sağlam bir şekilde basmalı. Şimdi siz, bana sizin gibi gençlere öncülük etmemi, lider olmamı istiyorsunuz… Peki sorayım, kaçınız bu acı ve zorbalık çarkından geçti? Yarın zor ve şiddetle karşılaştığınız zaman kaçınız devam edebilecek. Gençler, sizin ayaklarınız havada, önce yere basmayı öğrenmelisiniz…”

Bu sözlerden sonra, ne söyleyeceğimizi şaşırmış halde sessizliğe boğulduk. Dersimizi almıştık. O gergin havayı dağıtmak için, Şeyh Said ile ilgili sorular sormaya başladık. Cumhuriyetten sonra başlayan ayaklanmanın sebeplerini, kırılma noktalarını, ihanetleri, mertlikleri, çaresizliklerini öğrenmek istiyorduk. O da geç saatlere kadar anlattı. Bireylerin, aşiretlerin, dost görünenlerin, toplulukların ihanet içerisinde olduğunun gün yüzüne çıkmaması için, mücadele tarihinin yazılamadığını orada öğrendim. Onun mücadele alanında geliştirdiği roterik ve genel formasyonu onun yapısal durumuna ilişkin bazı ipuçları vermeye yetiyordu ve anlattıklarından zulme karşı tek başına kalsa bile direneceğinin ipuçlarını yansıtıyordu. Oradan ayrıldıktan sonra Nurettin, arkadaşlarla birlikte Meşhed’e gideceğini ve oradan döndükten sonra bir daha görüşmek istediğini söyledi, vedalaşıp ayrıldık.

Geç saatte medreseye ulaştım. Normalde öğleden sonra, hatta akşama doğru radyoya gittiğimden uyku sorunum yoktu. Arkadaşlar kendi odalarında uyumuşlardı. Melik Fırat’la görüşmüş olmak, onu dinlemek beni manevi bir alana taşımıştı. Hala onun anlattıklarının etkisinden kurtulmuş değildim. 80 askeri darbesinde tutuklanmış olduğu, bir grup asker tarafından ormana götürülerek kafasına silah dayatılmasını ve “şimdi seni burada öldürsek, kim imdadına yetişecek!” denilmesi üzerine “bak komutan senin yaptığını bir kadın da yapabilir. Ellerim arkadan kelepçeli, çevremde onlarca asker namlularına mermi sürmüş bir şekilde duruyorlar ve sen kafama silah dayamışsın. Bunun adı erkeklik değil. İkimiz dağ başında olsak ve ben silahsız bir şekilde vurulsam, sen haftalarca cesedime yaklaşmaya bile cesaret edemezsin…” demesi üzerine alınıp, sarılık hastalığının şırınga edilmesi ve aylarca onun tedavisiyle uğraşması bana çok şey anlatıyordu aslında.

Sabah kahvaltısında arkadaşlara akşam yaşadıklarımı anlatıyorum. Arkadaşların arasından biri normalin üzerinde etkilendiğini belli ediyor. Diyarbakır’dan aramızda Selman dediğimiz Zaza arkadaşımız Filit Girişen. Anlattıklarımda kendisini buluyor. Her cümlede duygulandığını, ağlamamak için kendisini zor tuttuğunu ve hıçkırıklara boğulmamak için konuşmaktan korktuğunu fark ediyorum. Filit, okumuş bir arkadaşımız. Diyarbakır’da genellikle üniversite çevresinde faaliyet göstermiş biri. İslam İnkılâbına olan bağlılığı ve İnkılâbın hem tecrübelerinden, birikiminden yararlanmak ve hem de medrese tahsili görmek için İran’a gelmiş. Kum’a gitmektense bizim yanımızda kalmayı tercih etmiş. Onurlu, mert, cesur ve okumayı çok seven biri; kısacası adam gibi adam. Sadece kafasının ön kısmının kel olmasından dolayı haddinden fazla sıkılıyor, her çareye başvuruyor. Velioğlu’nun sessizliğiyle, umursamaz tavırlarıyla espriler yaparak takıldığı İlhami değişik öneriler söylüyor, ama ona inandırıcı gelmiyor. Eskişehir’den gelmiş olan göçmen asıllı Mustafa, şirin görüntüsüyle bu olayı komik hale getirerek bizi gülme krizine sokmayı beceriyor. Selman dediğimiz Filit’te saç bir takıntı halinde. Hepimiz Filit’i çok seviyoruz.

İslam İnkılâbının kuruluş yıldönümü… Kur’an sempozyumu, Daru’t-takrib müzakereleri vesilesiyle Avrupa’dan ve Türkiye’den Türkçe konuşan misafirler geliyor. Tercüme ve rehberlik için onlarla Tahran’ın en lüks otellerinde kalıyoruz. Oralarda, duvarlara Türkçe pankartlar asarak kendimizi hissettiriyor, düşüncelerimizi, kafamızda şekillendirdiğimiz modeli onlara ulaştırmaya gayret ediyoruz. Gün boyu devam eden gezilerin, merasimlerin sonunda otele geldiğimizde geç saatlere kadar sohbet ediyoruz. Evin zindanı, İmam Humeyni’nin ziyaret edilmesi, güney Tahran, Behişti Zehra, savaş cepheleri, işgalden kurtarılmış harabe şehirler, Kum kenti, türbeler, Meşhet İmam Rıza türbesi toplantıların dışında gezip, ziyaret ettiğimiz yerlerin başında geliyor. Tahran Evin zindanında solculuktan kopup, tevvabin olarak adlandırılan kesimi koğuşlarında ziyaret ediyoruz. Tövbe ettiğini beyan eden bu kesim, düzenli bir şekilde İslami eğitim görüyor, namazlarını cemaatle kılıyorlar. Hepsi okuyor. Bayanları tamamen örtülü/tesettürlü. Dışarıdan gelen misafirler onlarla yalnız görüşmek istiyorlar, ancak bu mümkün olmuyor. Söyledikleri tamamen kalıplaşmış cümlelerden oluşuyor. Kendilerine nasıl iyi davranıldığı, geçmişlerinin ne kadar kötü olduğu ve yeni yaşam tarzlarından mutluluk duyduklarını v.s.

Bu geziler içerisinde en çok mutlu olduğum yer, İmam Humeyni’nin evi. Evin sadeliği, İmam’ın her seviyede insanın rahatlıkla anlayabileceği sade konuşması, net tavrı, basiretli bakış açısı, ruhumuzu manevi patlamalarla yeniliyor. Türbelere karşı rezervim var ve oralara gittiğim zaman çevremi rahatsız etmeyecek derecede uzak durmaya çalışıyorum. Gerçek sebebini bilmiyorum, ama türbelere karşı soğuk oluşumun daha çocukluktan kalan kökleri olabilir diye düşünüyorum. Daha çocukluğumda, hangi türbenin veya çevresi taşlarla örülmüş “şehit/evliya” dedikleri zatın yanından geçsek, durup dua okumam ve çevresindeki çalılığa bir bez parçası bağlamam ve bununla başağrımın geçeceği yolunda telkinde bulunmaları, ağrılarım arasında bana itici geliyordu. Ve bir de en son bez bağladığım Yedikilise köyü yolundaki büyük taş avlu içerisindeki zatın türbesinin aslında, Ermeni’lerin Van’ı terk ederken gömdükleri yüklü bir hazine olduğunu ve diğer benzeri yerler gibi bir gece boşaltılarak, geniş bir çukuru geride bırakmaları, zihnimde bu tür yerlere karşı olumsuz düşüncelerin oluşmasına yol açmıştı. Yani “şehit/evliya” dedikleri, aslında “zer/altın” gömüsüydü. Ondan sonraki süreçte, ne duvarlarına taşlar yapıştırılan ve ne de çalılıklarına bez parçaları bağlanan, önünde eğilerek geri geri çıkılan, eşiği öpülen, parmaklıklarına yüz sürülen, büyük saygı beslenen türbelerle barışık olmadım.

Ahmet, Halit, Alaattin, Musa, İlhami, İsmail, Abdullah, Ercan, Murteza, Selman, medresenin düzenli sakinleri… Genellikle dağ yürüyüşlerimizi birlikte devam ettiriyoruz. Dağ hem bizi şehrin kirinden, stresinden ve boğucu havasından kurtarıyor ve hem de kendimizle baş başa kalmamıza yardımcı oluyor. Davut diyordu: “Dağ, insanı Allah’a daha çok yakınlaştırır. Belki de şehirlere nazaran kirlenmedikleri için, saf ve temizliklerini korudukları içindir…” Tahran’da bulunan misafirlerle çıkıyorsak, zirveye çıkmanın yerine daha aşağılarda piknik yapmayı hedefliyoruz ve orada temiz havada yiyip-içmek ana hedefimiz oluyor. Eğer misafir yoksa daha yükseklere tırmanıyoruz. Bahar aylarından birinde yine biz bize dağa tırmanıyor ve sabah namazını dağa taşıyacak şekilde yola çıkıyoruz. Çok uzaklardan dolanarak dağın zirvesine çıkıyoruz. Tam zirveye yakın bir yerde kahvaltı yapmayı hedefliyoruz. Güneş daha esen soğuk rüzgârın içinden kendisini hissettirmeye başladığı bir zamanda zirveye yakın bir yerde fırtına koptu ve baharın sonlarını yaşadığımız bir zamanda her taraf bembeyaz kesildi. Dolu ile kar karışımı bir yağış vardı. Sığınacak hiçbir yer yoktu. Çaresiz o fırtınada, geven ve kalın kuru ot saplarını toplayarak büyük bir ateş yaktık.

Fırtına dinip, güneş yeniden açtığı zaman ıslanan elbiselerimizi kurutmak maksadıyla ateşe o kadar yaklaştık ki, elbiselerimiz ateşin sıcağından kısmen yandı. Isındıktan sonra bu kez de büyük bir buz kütlesi haline dönüşmüş olan kaynağın suyuna ulaşmaya çalıştık. Buz kütlesi ne kadar kalın olursa olsun pes etmezdik. Büyük taşlarla buzu parçalıyorduk. Suyu yerin dibinden çıkarmak pahasına uğraşıyorduk ve hedefe ulaşıp, suyun akışını yeniden sağladık. Elbette bu geçiciydi. Çünkü akşam yeniden soğuğun şiddetine dayanamayıp donacaktı. Büyük çaydanlığımızda suyumuzu kaynatıp, çayı demledik ve ateşe yakın yerde kahvaltımızı yaptık. Hedefimiz belliydi, kimsenin o hedefe varmadan geri dönme gibi bir talebi de olmazdı. Zirveye ve ondan sonra da Şah’ın kendisi için yaptırmış olduğu yazlığı görmek için dağın arkalarına doğru inmeye başladık. Tahran’ın kuzey kesiminden dağın zirvesine ve oradan da aşağılara kadar uzanan teleferik tesisleri büyük oranda tahrip edilmişti. Daha sonralarda onarılan bir bölümü, yeniden faaliyete sokulmuştu.

Sadece buradan bile, inkılâbın nasıl bir seyir izlediğini anlamak mümkündü. Tahran sokaklarında gezdiğimiz dönemlerde, inkılab öncesi sistemin dünyadaki en ileri teknolojiyi, refah araçlarını, ahlaksızlık merkezlerini ve fesadı kendi merkezine nasıl taşımış olduğunun izlerini rahatlıkla görebiliyorduk. 80 öncesi, Türkiye’de bilgisine bile sahip olmadığımız bankamatiğin, bozuk para ATM’lerinin, parayla meşrubat satın alma otomatik büfelerinin sokaklarda yaygın olduğunu görünce hayrete düşmüştük. Elbette, onlardan sadece iskeletleri kalmıştı. İnkılabla birlikte, askeri birliklerin dağıtılması esnasında silahlara el konması gibi, diğer resmi birimlerdeki araçlar da ya alınmış veya imha edilmişti. Bu hakim olan rejimin, bir daha geri dönemeyeceği anlamına da geliyordu.

Torçal’da hedeflediğimiz zirveye ulaşıyor, dağın arkalarına doğru bir gezinti yapıyor ve ardından da mutlu bir şekilde aşağıya doğru inmeye başladıkça, bir mevsimden bir mevsime geçişi bütün boyutlarıyla yaşıyorduk. Yol boyunca, daha önceden tanıdığımız onlarca ottan da toplayarak akşam yemeğimizi garantiye alıyoruz. Medresedeki yiyecek düzenimiz daha rayına oturmamış. İnkılâptan hemen sonra başlayan uluslararası ambargo ve savaş, erzakın kuponla verilmesi çözümünü de kendisiyle birlikte getirmiş olduğundan, ancak Tahran mukimleri ve İran kimlikleri taşıyanlar bu kuponları alabiliyor. Bizim kuponumuz yok. Ancak, Davut kardeş gibi biri bize kendisinden artan kupondan verirse şeker, yağ, tavuk, pirinç gibi temel gıdaları alabiliyoruz. Bir süre geçtikten sonra bunların karaborsa satılan semtlerini öğrenmiş ve oradan almaya başlamıştık. Top mermisi şeklinde yapılan şekeri, -bir torba şekeri kırmadan bırakmama tecrübesine sahip eski bir çaycı olarak- kırma zevkini ben tadıyordum. Ama denetim olduğu zaman, aradıklarımızı bulmamız zorlaşıyordu. İşte durum böyle olunca, dağdan getirdiğimiz otları birçok maksatla kullanabiliyorduk.

Medresede yaz aylarına doğru girdik. Gündüz güneşin etkisiyle medrese haddinden fazla sıcak oluyor, akşam gün batımını bekliyoruz. Güneş battıktan sonra havuzun kenarına sergiler sererek, geç saatlere kadar muhabbet ediyoruz. Gece Tahran’da gezebilecek bir yerimiz yok. En fazla bir misafir geldiği zaman Derbent denilen kesimde, akan suyun serinliğinde yukarılara doğru yürüyerek, dağ havasında dinlenmeye çalışabiliyoruz. Ya da akarsuyun içine kurulmuş divanların üzerinde oturup “abgoşt” yiyor ve ardından bir semaver çayı içtikten sonra eve geri dönüyoruz.

Tahran’a düzenlenen hava saldırılarına bu kez de Irak’ın satın almış olduğu veya geliştirdiğini söylediği uzun menzilli füzelerle saldırılar eklendi. Şehir yoğunlaşan saldırılarla yaşanmaz hale gelmişti. Avludayız, daha gün yeni kararıyordu. Akşam faslımız başlamıştı. Tahran’a ilk füze düştü. Merak edip Kasım ile birlikte medresenin damına çıktık. İlk düşen füze neticesinde büyük bir ateş çıkmıştı. Düştüğü yer Tahran’ın güneyinde yer alan rafinerinin çevresiydi. Ardından ikinci füze geldi, İmam Humeyni meydanına düştü ve üçüncü füze de güney kesimlere. Daha fazla seyretmeden aşağıya indik. Patlamanın ve çıkan ateşin dehşeti bütün şehri sarmıştı. Damdayken üzerimize bir füze düşse, neden damda olduğumuzu izah edemezdik.

Televizyondan, neler olduğunu kısa bir süre sonra öğrendiğimizde, savaşın ne kadar dehşet verici olduğunu bir kez daha yakından gördük. Savaş cephelerinde, birlikte olduğumuz birçok güzel insanı kaybetmiştik. Onların anılarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar, güzel ortak günlerimiz olmuştu. Ama onlar bu gün yoktular. Savaşın en şiddetlendiği zaman bile, içine toprak doldurduğumuz mermi sandıklarından yapılma barakamızın önünde kahvaltı yaptığımız insanların çoğu savaşta vurulmuştu. Bazıları uçaksavar başındayken, can yoldaşıyla hava saldırılarında bedeninden küçük bir parça bile bulunmayacak şekilde parçalanmış ve bazıları da Irak keskin nişancıları tarafından tek kurşunla alınlarından vurulmuşlardı. Gencecik insanların hayatına son veren, ülkeyi bir uçtan bir uca yasa boğan savaş bütün şiddetiyle devam ederken, cephelerle sınırlı tutulmamış, savaşın ateşi şehirlere kadar yaygınlaştırılmıştı. Şehirler, kasabalar ve köyler bu ateşin içine çekilmeye çalışılmıştı. Savaş teknolojisi, kan akıtmaya, dehşet saçmaya ve öldürmeye devam ediyordu. Tahran’da artık kimse pencerelerini karartmıyordu, hava saldırılarında elektrikler kesilmiyordu. Halk savaşla, hava saldırılarıyla birlikte yaşamaya alışmıştı. Bir de perdeleri kapatmaya gerek kalmamıştı, çünkü ölüm artık yalnızca ışığa gelmiyordu. Hedefi yoktu. Daha önceden belirlenen notlara atılan, füzeler vardı.

Mela Hüseyin Marunisi’yi ders bahanesiyle ziyarete gitmiştim. Kalabalık bir misafir grubu vardı. Mela Abdullah, Mela Abdurrahman, Kasım Yadigâr tanıdığım misafirlerdi. Mela Abdurrahman dışında herkes itirazsız bir şekilde Mela Hüseyin’i dinliyordu. Abdurrahman, ‘İslam’ın cahiliye dönemindeki Araplara indiğini ve bugünkü insanların bilgi ve medeniyet açısından daha ileri bir noktada olduğu ve dolayısıyla Sosyalizm veya başka bir ekolün ekonomik, siyasi, devlet idaresi ve askeri konulardaki metodlarından yararlanmasının hiçbir sakıncası olmayacağı’nı savununca, Mela Hüseyin onu küfürle suçlama noktasına kadar götürdü. Medrese kültüründen, talebe-üstat ahlakından dolayı Abdurrahman her türlü eleştiri, suçlama ve ithamı saygıyla dinlemekle yetiniyordu. Tartışmalar çok sertti, daha fazla dinlemek de istemiyordum. Ne kadar kalkmak istediysem de, bana dersimi vermeden göndermedi…

Akşama yakın geri dönebildim. Medreseye döndüğümde, Halo dediğimiz İlhami ile Selman’ı (Filit) köşedeki kullanmadığımız medrese hücresinde görür gibi oldum. Beni görünce gizlenir gibi davrandıklarını fark edince şüphelendim. Onlara doğru gidince, bu kez de arkalarında bir şey gizler gibi durdular. Ne yaptıklarını sordum, sohbet ettiklerini söylediler. Bu esnada, yanan gaz ocağının sesini duydum şüphelenip arkalarına doğru baktığımda, ocağın üstünde salça kutusunda bir şeyler kaynadığını gördüm. Ne olduğunu sordum, kaçamak cevap verdiler. Gidip baktığımda, salça kutusunda siyah bir şeyin kaynamakta olduğunu gördüm. Israrla ne olduğunu sorunca, Selman dayanamadı ve ‘bunun saç ilacı olduğunu, Halo’nun üzerinde denediğini ve kendisinin de denemek istediğini söyledi. İlhami’ye sordum. Dayısından öğrendiğini ve kendisinin de denediğini söyledi. Daha da sıkıştırınca, yalnızca elinde denediğini söyledi. Göster deyince doğru söylemediğini anladım. Halo’nun bütün vücudu inanılmaz derecede kıllıydı.

Selman’ın böyle bir şey yapabileceğine ihtimal vermiyordum. Kaynar zifti jiletle kazınan kafasına döktürecekti. Halo’yu azarladığım zaman o kadar inanmıştı ki, onu savunmaya başladı. “Kendisinde denemiş, ne olacak ki?” demeye başladı. Kafanın el gibi olmadığını ve ölüm tehlikesi olduğunu söylememe rağmen itirazını sürdürünce bir kâğıt parçasıyla, alıp çöpe attım. O gün, benimle hiç konuşmadılar. Onların değerli projelerini bozduğum için bana kızgındılar.

Ertesi gün yine bir arkadaşla birlikte pazarda alışveriş yaptıktan sonra akşama doğru medreseye döndüğümüzde, daha uzaktan garip bir kokuyla karşılaştık. Mahalleden şüphelendik. Birileri içki üretiyor olabilirdi. Medreseye yaklaştıkça kokunun merkezine doğru ilerlediğimizi anladık, ancak hiçbir anlam veremedik. Kapıyı açtığımızda boğucu ve bayıltıcı bir kokuyla karşılaştık. Doğal gaz patlamış gibiydi, ama bizim doğal gazımız yoktu. Tam içeriye girmiştik ki Selman’ın, başında bir sarıkla ve inleyerek avluda dolaştığını gördük.

Yine Halo’nun icatlarından biriyle karşı karşıyaydık. Selman’ın saçlarını yeniden kanatırcasına kazımış ve ardından da bir koli yumurta sarısı ile bir kilo sarımsağı karıştırıp, tuzlamışlar ve jilet kazımasından dolayı alev alev yanan Selman’ın kafasına sardıkları sarığın ortasını boş tutarak bu bulamacın tamamını oraya boşaltmışlar. Mucidimiz, bunun en az 6-7 saat orda durması gerektiğini söylediği için, canı yanmasına rağmen dayanmaya çalışıyormuş. Ne yaptımsa, bulamacı onun kafasından alamadım. En sonunda çaresiz olarak üzerine bir havlu örttürebildim. Hepimizin korkusu, komitenin, güvenlik güçlerinin içki üretiliyor diye medreseye baskın düzenlemesiydi. Böyle bir şey olduğu zaman çevremize izah etmemiz zor olacaktı. Mahalle sakinlerine, Selman kardeşimizin saçları çıkmıyor. Biz de bundan dolayı böyle bir yöntem bulduk diyebilme ve onları inandırma imkanımız yoktu…

(DEVAM EDECEK)

İnkılab yıldönümü kutlamalarına gelen misafirler...

Savaş cephesinde kahvaltı yaptığımız arkadaşların bir çoğu şimdi yok...

YAZIYA YORUM KAT

10 Yorum