1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (21)
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (21)

09 Mayıs 2011 Pazartesi 18:22A+A-

Gurbet zordur. Özellikle yabancı bir memlekette bir dayanak olmadığı, ekonomik imkân ve gelecek konusunda bir güvensizlik olduğu zaman gurbet çekilmez olur. Pakistan’da çıkmaza girdiğim bir zamanda; meçhul bir adamın, boğulmak üzere olduğum sorunlar okyanusundan, tebessümünü bir can simidi gibi uzatıp o kapkara girdaptan beni çekip aldıktan sonra, para kazanabileceğim bir iş bulup çalışmaya başlamıştım. Ne var ki harcamalar neticesinde kazandığım paralar bitmişti. Gerçi İranlı kardeşler herhangi bir masraf yapmamıza izin vermiyorlardı, ancak insanın kendi cebindeki parayla çarşı-pazarda alışveriş yapmasıyla, onların temel ihtiyaçları karşılaması konusu elbette aynı şeyler değildi. Hayatın cilvelerinden olan çıkmaz sokaklardan birinin başındaydım. Ne seyahat edebilecek herhangi bir yasal belgeye sahiptim ve ne de başka bir yere gidebilecek bir paraya.

Selahattin ağabey birkaç arkadaşla birlikte Tahran radyosu Türkçe bölümünde çalışıyordu. Onlarla birlikte, özellikle Iğdır’dan okumak için gelmiş ve daha sonra bu kuruma yerleşmiş bazı arkadaşlarımız da vardı. İrşad-ı İslami bakanlığına bağlı kültür biriminde de Hüseyin Selçuk, Muzaffer Kalaycı ve sonradan gelen Sabah Kara da çalışmaya başlamıştı. Bu ekip, İslam İnkılâbının kültürel çalışmalarını ve kimi zaman da kendi yazdıkları yazıları Türkiyeli Müslümanlara ulaştırma çabası içerisindeydi. Tercüme edilen kitapların yanı sıra yayınlanan bir dergi vardı. Genellikle tercümelerden oluşan ve Mardinli Sabah Kara’nın bir dönem Seyit Ali Kaymakami ile yürüttüğü bu dergide şiirleri de yayınlanmaya başlamıştı. Gerçi biz, şiirlerini anlamakta zorluk çekiyorduk. “Kalem, silgi…” türünden şiirleri eleştirdiğimizde Kara’nın öfkelenmesine yol açıyordu bu.. Edebiyatın, insanı uyuşturduğu, aksiyondan uzaklaştırdığı ve kelimelerin labirentlerinde kaybolmaya sürüklediği düşüncesindeydik. Onu anlamak yerine yargılamayı tercih ediyorduk. Midesindeki rahatsızlığı, onun ince ve zayıf bir cüssede kalmasına sebep olmuştu. Edebiyatı çok seviyordu. 80 askeri darbesinden sonra çıkan Aylık Dergi’de Yaşar Kaplan ile birlikte farklı edebi konuların işlenmesine vesile olmuş, özel sayılarından birinde Ehli Sünnet’e bakış açısını yeniden formüle etmeye çalışmışlar ve bu çalışmayla etkili bir ses geliştirmişlerdi. Bazı çevrelerin “düşmanı bırakıp neden kendimizle uğraşıyoruz” eleştirilerini de göğüsleyerek, dine en yıkıcı darbeler indiren türevleri, dinde olmayan eklemeleri mercek altına alma cesareti gösterebilmişlerdi.  Bu çapta, böylesine bir hassasiyetle özel çalışmalar yapmaları, ufukların genişlemesi ve zihinlerin donukluktan kurtarılması açısından önemli bir başarıydı.

Medreselerde okuyan arkadaşlarla, dışarıdan değişik maksatlarla Tahran’a gelen Türkiye kökenli Müslümanlar ve İran’da tanışmış olduğumuz geniş bir arkadaş grubuyla sıklıkla bir araya geliyor ve çeşitli meseleler üzerinde görüş alışverişinde bulunuyoruz. Zaman böyle geçiyor. Kuşku, endişe ve şüphe çevremizi bir sur gibi kuşattığından, istihbarat endişesiyle temkinli davranıyoruz, ancak bu gizlenmenin bizden çok şeyler aldığının da farkındayız. Toplumdan, sosyal gelişmelerden uzağız. Dışarıdan gelen misafirler, bu dar çerçeve içerisindeki ufkumuzu açmaya gayret ediyorlar. Günlerimizin sıkıntısız geçtiğini söylemek, ancak kendimizi kandırmaya yarardı. İran’da sıkışıp kalmaktan, Türkiye insanının çekmiş olduğu acıların bertaraf edilmesi konusunda hiçbir şey yapamamaktan, net ve berrak bir düşüncenin oluşumu yönündeki acizliğimizden acı duyuyorduk. Kış, baharı yüreğinde taşıyordu ancak biz, kışın zor şartlarıyla bu gerçeği unutuyorduk. Bir şeyler yapmamız gerekiyordu… Yapamıyorduk… Gerçeğimizle aramızda, geleneklerimizden, alışkanlıklarımızdan, sosyal yapımızdan, inandıklarımızdan oluşan kalın bir cam vardı. Kafamızı cama tosladığımız zaman bu camın varlığından haberdar oluyorduk. O camı kaldırmadan, mesafeleri aşamayacağımızı düşünmeden durmadan cama toslamayı gelenek haline getirmiş bir toplumun izdüşümüydük adeta.

Misafirler, medrese talebeleri, İranlı dostlar ve Selahattin ağabeyden oluşan sosyal dünyamızda, daha büyük dünyadaki siyasal, sosyal gelişmeleri değerlendirmeye çalışıyorduk. Bu beraberlik aslında geçmişte de birbirini bilen ve hukuku olan kimselerden oluşuyordu. Ahmet Cansız, daha Türkiye’deki dergi çalışmalarından beri Selahattin ağabeyin bir parçası  halindeydi. Şura, Tevhit ve Hicret dergileri sürecinin belli bir döneminden sonra sürekli birlikteydiler. Gençliği heyecanlandıran, alanlara sürükleyen Şura’nın ilk sayısının kapatılması, Ömer’in yazı işleri müdürlüğünden dolayı tutuklanması ve milliyetçi düşünceden gelmiş olan Yılmaz Yalçıner hakkında da hapis cezası geldiğinden, Ahmet kardeş de bir dönem bu sorumluluğu üstlenmişti. Hüsnü Aktaş, Yılmaz Yalçıner ve Ali Bulaç’ın müstear isimle yazılar yazdığı Şura dergisinin son sayılarına doğru, Kadir Mısırlıoğlu’nun sahibi olduğu, Osmanlı’nın son kalelerinden biri sayılan Sebil dergisinden ayrılan Selahattin ağabey de dergiye katılıyor ve kendi ismiyle ateşli yazılar yazıyordu. Onlar yazıyor, biz de dergileri cami önlerinde, pazarlarda, mitinglerde ve kalabalık yerlerde satıyorduk. Satarken, yüksek sesle dergideki yazıların başlıklarını okuyorduk. MSP çevresindeki en faal gençlerin bu düşünce etrafında kümelenmesi, malum bazı çevreleri rahatsız ediyordu. Özellikle sivri dilliliğiyle meşhur Oğuzhan Asiltürk, dergi çevresinde ve özellikle Yılmaz Yalçıner’in ismini kullanarak “gençlerin tahrik edildiği, ceza evlerine atıldığı ve ölüme gönderildiği” iddiasını dillendiriyor ve dergiye ambargo uygulanması için bir kampanya başlatıyordu. Fatih karakol amiri Naci’nin bizi işkenceden geçirmesinden sonra, Kadir Mısırlıoğlu’na gidip ondan hukuki yardım talebinde bulunduğumuzda, o da aynı dili ve argümanları kullanarak gençlerin ölüme gönderildiğini, Metin Yüksel’in vurulmasından sonra bu sözleri, Edip Yüksel için kullandığını ve solcuların olduğu bölgelere girerken dikkatli olmasının gerektiğini söylediğini ifade ediyordu.

Oysa en azından ben üç kez, bu dergilerle ciddi bir bağım olmadığı halde tutuklanmıştım. Bir defasında bizim için MSP Van İl başkanı Yusuf ağabey, gece saat ikilere kadar Erbakan, Kazan, Asiltürk ve Korkut Özal -o dönemde Korkut Özal içişleri bakanıydı- olmak üzere birçok kişiyi aramıştı. Sadece bir telefon açsalar, cezaevine girmeyecektim. Girmeyecektim, çünkü yazı yazmak ve afiş asmaktan başka suçum yoktu. Yapmadılar. Erbakan ve Kazan’ın alay eder gibi “gazası mübarek olsun!” demekle yetinmeleri, içimi yakmıştı. Şura dergisi vesilesiyle yaptığımız çalışmaların, birilerini iktidara taşımak için değil de, İslam’ın hakimiyeti için olduğunu anladığımızdan heyecana boğuluyorduk. Ama herkes böyle düşünmüyordu. Dergilerin MSP çevresinde satılmaması için konulan ambargonun kalkması için, yayınına karar verilen Tevhid dergisi ile ilgili istişare için Bulaç, Çakırgil, Aktaş ve Yalçıner’den oluşan bir heyet Ankara’ya çağrıldı. Toplantıya Erbakan, Kazan, Asiltürk ve Akıncılar başkanı çağrıldı. Toplantı ılımlı bir havada sona erdiyse de, tarafların birbirlerine temkinli davrandıkları, toplantının havasından anlaşılıyordu. “Erbakan’a biat”ın kapalı bir şekilde sorgulandığı muhalif yazıların çıkmasının ardından, yeniden sıkıntılı sürece girildi. Hicret dergisinde de aynı tutum devam edince, dergiler MSP camiasında tamamen boykot edildi. Gelen dergiler bir çekmeceye kitlendi ve dağıtım süresi dolduktan sonra iade edildi. Daha önce bizim Akıncı Güç dergilerine, akıncılar olarak yaptığımızı, bu kez MSP bize yapıyordu.

Dergiyi çıkaran kadro ve sahiplenen kesim Türkiye’nin o zamanın en kaliteli ekibiydi, dolayısıyla MTTB’nin Sami efendi grubu olarak muhalefet etmesine alternatif olarak kurulan İskenderpaşa kökenli Akıncılar Derneğinin kurulması türünde bir projeyle bu camiaya bağlı bir dergi yayınına karar verildi. Akıncılar ismiyle çıkan dergi, daha çok gurbetçilerin göndermiş olduğu paralarla çıkıyordu. Dergiyle birlikte MSP gücünü kullanarak, Hicret dergisinde yazı yazanları burada toplamaya çalıştı. İşte bu zorlu süreçte Ahmet Cansız, hep Selahattin ağabeyin yanında oldu. Yazdıklarından dolayı çıkan mahkûmiyetin ardından Yalçıner, Yorulmaz ve Yassıkaya uçak kaçırma olayına giriştikleri dönemde, Selahattin Eş ve Ahmet Cansız da düşüncelerinden dolayı yargılama süreci yaşadıkları darbe ortamında İran’a geçmek zorunda kalmışlardı.

İran’da görüştüklerim arasında en çok onlara değer veriyordum ve onlarla görüşüyordum. Görüşmelerden birinde bana “radyoda çalışır mısın?” demişlerdi. Onca sıkıntılar arasında, çalışmak aklımın ucundan bile geçmemişti. “Beceremem” dememe rağmen, bana destek vereceklerini söylediler. Daha baştan öne sürmüş olduğum bahanelerin, sadece olaya temkinli yaklaşmak adına öne sürüldüğünü tebessüm ederek dışa vuruyordum. Her şeye rağmen, çalışmamın gerektiğine de inanıyordum. Artık benim de bir işim olacaktı. İlk günler, haberleri tercüme ettim. Türkçe yayın bir saatlik olduğundan, haberler de kısa tutuluyordu. Yaptığım tercümeleri arkadaşlar gözden geçiriyorlar ve yaptığım ufak tefek hataları bana göstererek her zaman aynı hataya düşmemem için çabalıyorlardı. Kısa bir zamanda hem mesafe kat etmiş hem de içinde bulunduğum sıkıntıları aşabilmek için bir meşgale bulmuştum. Bir de İslam İnkılabının Türkiyeli Müslümanlara hitap eden bir makamında bulunmak bana heyecan/gurur veriyordu, bu ruhiye içerisinde çalışmanın tadını çıkarıyordum. Yaptığımız tercümelere kendi rengimizi vermeye çalışıyorduk, dolayısıyla kurumsal açıdan sıkıntılar doğuyordu. Resmi bir kurumda bizim militanlığımız, anarşist ruhluluğumuz sürekli gündeme geliyordu. Her defasında üst makamlardan ikazlar alıyorduk ve Farsça metnin dışına çıkılmaması yolunda uyarılarda bulunuluyordu.

Radyoda Şah döneminden kalma bir ekiple birlikte çalışıyorduk. Onlar, üstlere şirin görünmek için her türlü şekle giriyorlardı. Malik de bizden çok önceleri İran’a gelmiş ve medrese tahsilinden sonra radyoya girmiş Türkiyeli bir arkadaştı. Çalışmaya tam ısınmışken, idare bölümü resmi işlemlerin yapılması ve oturma izninin alınması için pasaport verilmesi gerektiğini söyledi. Sosyal alandaki sıkıntılar bitecek derken, bu kez yenisini yaşayacaktım. Daha çocukluktan beri sistemle sıkıntılı haldeyken, pasaport alabilmem imkansızdı. İstanbul’dan Elazığ’a kadar kimliksiz gelmiş ve 80 askeri darbesiyle birlikte babam tutuklanmıştı. O tutukluluk esnasında, oradaki masalardan birinin çekmecesinde bulup, bana ulaştırdığı kimliğimle iki gün Van’da gizlenip, daha sonra dağdan İran’a kaçak geçmiş biri olarak eskimiş bir kimlikten başka hiçbir belgem yoktu. Ya işi bırakmam veya bir pasaport ibraz etmem gerektiği net bir dille ifade edildi. Bir çözüm bulmam gerekiyordu. Hem de İran’a yakın bir zamanda girişi olan ve ikamet için sorunu bulunmayan bir çözüm....  Çaresiz pasaport peşine düştüm. Konsolosluğun yan sokağından bile geçmeye çekiniyorduk, dolayısıyla onlardan ayrı bir yol bulunmalıydı. Bu işlerle uğraşanlara ulaştım, ancak fiyatı çok yüksek söylediler. Böyle bir parayı bulmam mümkün değildi.

Tam da işten ayrılmaya karar verdiğim bir zamanda, arkadaşlardan biri, bir tüccar arkadaşın konsolosluktan yeni bir pasaport aldığını ve eski pasaportunu da vermeyi unuttuğunu söyledi. Aldım pasaportu. Dolma kalemle yazılmış olan kimlik bilgilerini belli olmayacak bir şekilde silmem ve kendi bilgilerimi yazmam gerekiyordu. Birkaç gün boyunca çamaşır suyunu sulandırarak, dolma kalem yazısını silme denemeleri yaptım ve tam başarı sağladıktan sonra da çok dikkatli bir şekilde yazıları sildim, kuruduktan sonra bu kez de kendi bilgilerimi girdim. Her ihtimale rağmen, bu pasaportla Türkiye’ye de girebilecek şekilde hazırlamaya gayret gösterdim. Gerçekten de istediğim gibi oldu ve kısa bir zaman sonra bunu idareye götürdüm. Bir müddet sonra bir yıllık oturma iznine sahip biriydim. Artık, resmi olarak çekinecek bir durumum kalmamıştı. İçişleri bakanlığından oturma iznim vardı. Bununla başka bir imkân da oluşmuştu, üç ayda bir aldığım maaş oranında dövizi merkez bankasının belirlediği düşük kurla yurt dışına gönderebilme imkânım vardı. Ancak bunu Türkiye’ye gönderemezdim. Zira kime gönderirsem kesinlikle gözaltına alınacak ve bu paranın nerden, neden geldiği konusunda sorguya çekilecekti. O zamanlarda, yurt dışından siyasilere para yardımı yapıldığı konusunda söylentiler de vardı. Hatta solculuğun popüler olduğu zamanlarda Moskova’nın, bazı sivrilmiş şahıslara düzenli maaş gönderdiği herkes arasında yaygın bir şekilde konuşuluyordu. Sovyet devriminden sonra, İslam İnkılâbı ile ilgili olarak buna benzer söylentiler yayılmış, dünya İslam İnkılâbı’nın yayılmasından korkar hale geldiğinden kendi yandaşı siyasilere para desteği verdiğini iddia ediyordu. Dolayısıyla maddi destek olmasa bile dışarıdan gelen her paraya bu gözle bakılır olmuştu.

Artık düzenli bir şekilde radyoya gidiyordum ve bir süre sonra Ahmet Cansız’ın da zorlamasıyla ilk haber özetini okumak üzere mikrofonun başına geçtim. Bana göre bozuk bir Türkçeyle yaptığım spikerliğim, İran asıllı ve Azeri kökenli spikerlerden daha iyi olduğu gerekçesiyle değerli bulundu. Bu tarihten sonra “Burası İran İslam Cumhuriyetinin sesi…” demeyi, severek ve o anı hasretle bekleyerek yaptım. Tahran radyosu, İnkılabçı ruhiyenin açığa vurulması ve bu duyguların mikrofonla bütün dünyaya yayılması açısından önemli bir fırsattı. En azından, bizi dinleyenlere “İşte buradayız, daha ölmedik” mesajını en duygusal cümlelerle ifade etme imkânımız doğmuştu. Bunun da ötesinde, radyo bir okul görevini görüyordu. İnkılapçı bir kadronun araştırmalarından oluşan araştırma konularını veya yurt dışında bulunan kültür ataşelerinin hazırlamış oldukları raporlardan esinlenerek hazırlanan makaleleri tercüme etmek ve onu Türkçe okumak özellikle bana çok şey kazandırıyordu.

Elimize geçen her dergiyi, kitabı okuyor, entelektüel birikimi olan İranlı aydınların toplantılarına, konferanslarına, İrşad-ı İslam bünyesinde gerçekleştirilen konferanslara katılıyorduk, ancak bu yazılar daha etkiliydi. Abdulkerim Suruş’un sabah namazlarından sonra radyoda yaklaşık iki saate varan konuşmaları devam ediyordu. İrfan ile felsefenin karışımı yeni bir tezi ortaya koymaya çalışan Suruş, derin bilgisiyle ilk defa dinleyeni bile radyoya ders boyunca bağlamayı başarabiliyordu. Suruş, gerçekten ezberlerimi bozuyordu. Ufkumuzu da açıyordu. Dünyada siyah renkli bir kuğu olabileceğine, onun derslerini dinledikten sonra inanabilmiştim.

Radyoda, bütün teknik konuları da öğrenmeye çalışıyordum. İleride bunun bana lazım olacağının hesabını yapmaktan çok, öğrenme merakımı gideriyordum. Bant yayınlarında, fon müziklerinin belirlenmesini ve stüdyo bantlarının tanzim edilmesini Ahmet kardeş yapıyordu. Kısa bir zamanda radyonun eski ekibinden daha teknik başarılara imza attı. Spikerlikte de hepimizden iyiyiydi, en azından kelimeleri ve sesini, hakkını vererek kullanıyordu. Tercüme ettiğimiz yazıların aslının seviyesi düşük de olsa, değişik yerlerine müdahale ederek bir düzene sokabiliyorduk. Tercüme yazılardan çok, dinleyicinin merakla ve ilgiyle beklediği programlardan biri de Selahattin ağabeyin Türkiye üzerine yaptığı yorumlardı. Zulme karşı mücadele alanlarımız sınırlandırılıp, 80 darbesiyle elimizdeki bütün imkanlar imha edildikten ve MSP bünyesinde devam eden İslami mücadelemiz yeniden sekteye uğratıldıktan sonra yapabileceğimiz tek şey kalmıştı: Radyodan imkan dahilinde mesajlarımızı insanlara ulaştırabilmek. Yaptığımız tercümeler arasında, Türkiye’ye yönelik küçük de olsa bir mesaj sıkıştırabilmek bizi mutlu etmeye yetiyordu.

Sınır kapılarında baskı ve sınırlamalar geçmişe nazaran azalınca, dışarıdan gelen misafirler artmaya başladı. Yeni ticaret imkanları oluşmuş, darbeyle birlikte şekillenen korku ve dehşet atmosferi Özal’ın iktidarıyla birlikte azalmıştı. Savaşın devam etmesi, ticari bir rant alanının daha fazla genişlemesini de kendisiyle birlikte getirmişti. Eski baskıcı yöntemler sorgulanmaya başlayınca, savaş alanında çadır, erzak ve giyim gibi ticaretin yapılmasının yolları açılıyordu. En azından o kaba ve soğuk askeri baskı ortamının yerini biraz rahatlama almış görünüyordu. Gelen misafirlerin beni, konuştuklarımdan çok suskunluğumda aramaları ve kişiliğimin, söylediklerimden çok gizlediklerimde saklı olduğu imalı tavırları beni rahatsız ediyordu. Olsundu, başka çare yoktu. Geldiğimiz topraklarda, Müslümanların nasıl bir hal içerisinde olduklarını ve ne düşündüklerini onlardan öğreniyorduk. Başka bir bilgi kaynağımız da yoktu.

Bağişiyan’dan sonra gelmiş olduğumuz bu büyük bahçeli villaya eve ekmek götürebilmenin mutluluğuyla, bahara gebe bir kışı geride bırakmıştık. Artık ev, tek bir elektrik ocağıyla ısınıyordu. Eskişehir’den Mustafa, Batman’dan İlhami ve birkaç arkadaşla birlikte yaşayıp gidiyorduk ki, bir akşam radyodan gelirken arkadaşlar dışişleri bakanlığından bir yetkilinin geldiğini ve evi boşaltmamız gerektiğini söylediler. Benimle görüşmek istiyormuş. Birkaç gün sonra, resmiyeti vurgularcasına elinde bir dosyayla geldi, oturdu. Tavırları, duruşu ve konuşması resmiyeti yansıtan soğukluktaydı. Onun himayesine muhtaç olduğumuzu anlatan bakışlarıyla, bizi sorgulama edasına girdi. Daha önce tanıdığımız İranlı kardeşlerden farklı bir eda içerisindeydi. Sanki Türkiye’ye olan hıncını bizden çıkarmak istercesine tavırlar takınıyordu.

Oturduk…  Ne istediğini anlamaya çalıştık. Zaman geçtikçe ne istediğini daha net bir şekilde anlıyorduk. Her şeyden önce Mehdi Haşimi ve çevresiyle ilişkimizin kesilmesini ve onlarla ilgili bildiğimiz her şeyi onlara anlatmamızı istiyorlardı. Bizden biri olmaktan çok, sanki başkalarına hizmet eden bir devlet memuru zihniyetiyle, bizimle ilgili olarak da bir özgeçmiş ve kimlik bilgilerimizi istiyordu. İtici, ötekileştirici bir tavırla muhataptık. Bu kadar da değildi. İran’da bulunan Müslümanlar ve Türkiye’nin siyasi yapılanmasıyla ilgili raporu da istemekten çekinmedi. Bunları yapmamamız durumunda, oturma iznimizin iptal edileceğini ve kaldığımız evin elimizden alınacağını söyledi.

Bütün bu söylediklerinin sadece bir tehditten ibaret olduğunu ve ortada herhangi bir güven ortamı oluşmadan böyle bir talepte bulunmanın, akla kötü niyetleri getireceğini söyledik. Tehditlerine devam etti. Aramızda tam bir psikolojik savaş başlamıştı. Bizden bu bilgileri isteyen birinin, kötü niyetle kullanmayacağına dair herhangi bir garantimizin olmadığı ve dolayısıyla böyle bir yaklaşıma pirim vermeyeceğimizi ve kimsenin emrine girmeyeceğimizi söylememiz üzerine, en kısa bir zamanda evi boşaltmamızı aksi takdirde polis zoruyla boşalttıracaklarını ve bizi de sınır dışı edeceklerini açık bir şekilde beyan ettiler.

Hani güven duyabilsek, bizim gizlenecek bir yanımız yoktu aslında. Türkiye’deki durumumuzla ilgili olarak yargılanıyorduk ve dosyalarımız kabarıktı. Buraya geliş sürecinde de birçok güvenlik bariyeriyle karşılaşmıştık. Verdiğimiz açıkların hepsinden, bizi izlemeye alanların haberi vardı. Sorun burada değildi.

Güven duymuyorduk. Bize yabancı muamelesi yapan ve bizi kendi inisiyatifi altına almak isteyen bu yeni oluşumun, büyük bedellerle kazanılan bir inkılap başarısını nasıl tükettiklerini, inkılâpçılar dünya emperyalizmine karşı savaşırken onların, şehirlerde kirli ayak oyunlarıyla makamlarını güçlendirdiklerini ve dünyanın siyasal yapılanmaları içersinde mahalli endişelerle durmaya çalıştıklarını görüyorduk. Bu da onlara karşı muhalefetimizi tetikliyordu. Bu evi onlardan almadığımızı, ancak Mehdi Haşimi’nin direktifi üzerine çıkabileceğimizi söyledim. Bununla birlikte ona gücümüzün yetmeyeceğini ve bu saatten sonra burada da kalmamızın mümkün olmadığını da iyi biliyordum. Aramızdaki laf düellosundan sonra beni tehdit edip gitti. Durumu Davut kardeşe bildirdim. Bir süre sabırlı olmamızı istedi. Sabretmeyip ne yapacaktık?

Mehdi Haşimi ile yapılan son görüşmeden sonra bize bu kez Tahran’ın güney kesimlerinde bir medrese verileceği haberi geldi. Medrese iki katlı. Ortasında bir küçük havuzu olan ve avlu çevresine onlarca, iki kişinin sığabileceği odaları olan küçük bir eğitim birimi. Aldığımız maaşla bir ev kiralayamıyoruz ve bekâra ev verilmemesi sorunu bir yana kiralamaya kalkışsak dahi, ancak iki maaş bir kiraya yetecek bir durum söz konusuydu. Dışişleri temsilcisi bir kez daha geldi ve kararımızı yeniden çek etmeye çalıştı. Bu kez daha sert bir tepki göstererek, bizi evden çıkarmalarının öfkesini ondan çıkarmaya çalıştım. Çekip gitti.

Öğleden sonra radyoya gidiyor ve akşam geç saatte eve döndüğüm zaman endişeli bir şekilde kapıyı çalıyorum. Çünkü evi her an elimizden alabileceklerini iyi biliyorum. Arkadaşları biraz daha zorladık, ciddi manada sorun çıkmadan taşınmamız gerekiyordu.

Medrese, yeni yapılmış bir bina. Ön tarafındaki dükkânlar kiraya verilerek, bazı masrafları karşılanmaya çalışılacak. Cumhur-i İslami meydanından aşağıya doğru Ayetullah Mutahhari medresesinin biraz aşağısında, Baharistan’da, İmam Humeyni meydanına yakın bir medreseye taşınmak için gün sayıyoruz. Badanası, demir kapılarının boyası bitince taşınacağız. Nehzethay-i Azadibeğş’ten, irtibat noktaları dışında hiçbir eser kalmamış. Onun için işlerimiz de ağır yürüyor.

Yeni oluşturulan konsept gereği kültüre yönelme başlatılmış, dış ülkelerdeki siyasi gelişmeler o ülkelerdeki Nehzethay-i Azadibeğş mensuplarının göndermiş olduğu raporlar ve Kum kentine taşınan çalışmalarının seyri içerisinde dünyadaki kurtuluş hareketleriyle ilgili yayınlanan kitaplar, kültürel alana daha fazla ağırlık verileceğinin sinyalleriydi. Kitaplar, entelektüel birikimin en güzel örnekleriydi. Dünya kurtuluş hareketlerine pratiği, imkânları ve düşünceleriyle mücadele modeli sunmuş bir yapılanmanın, kültürle sınırlı tutulmasını sindiremiyoruz, ancak evrensel bir İslami düşünceye sahip olduğunu düşündüğümüz Ayetullah Munteziri’nin rehber makamına gelmesini ümit edişimiz direncimizi artırıyordu. İslam inkılâbına bakış açımız veya İmam’a bağlılığımız inanç kaynaklıydı ve hiçbir zaman politik veya çıkar eksenli olmadı. Bunun için de olumsuzluklara karşı susuyoruz ve ilgisiz davranıyoruz.

Medreseye yeni taşınmış ve kendimize bir eğitim programı yapmıştık. Zamanla medrese tedrisatı için gerekli olan altyapıyı tamamlamaya çalışacağız. Hava daha ısınmamış ve biz de halk arasında  “Aladdin” ismiyle anılan gazlı sobalarla ısınıyoruz. Bu durum, devamlı olarak gaz sobasının üzerinde çayımızın hazır olmasını da kendisiyle birlikte getiriyor. İslam İnkılabıyla birlikte ülkeden kaçmış ve daha sonra evleri müsadere edilmiş olan Şah yanlısı tağutların lüks evinden buraya gelmemizde önemli bir hikmet olmalıydı. Orada kaldığımız sürede, kendimizi işgalci psikolojisinden kurtarmamış olduğumuzu buraya geldikten sonra daha iyi anlayabiliyorduk. Burası bize aitti. Türkiyeli Müslümanlar için bir konaklama mekânımız olmuştu. Düzenli bir şeklide kazanımız kaynıyordu. Biraz battaniye ve yere sereceğimiz halıfleks türü sergi almıştık. Haftada bir gün, güncel konuların işlendiği bir seminer çalışmasına başladık. Genellikle Selahattin ağabey, bu konudaki düşüncelerini cömertçe sunuyordu. Belirli kişisel rahatsızlıklarımız olmasına rağmen, hepimiz inkılapçıydık ve inkılabın değerlerini savunuyor ve yayıyorduk. İran imkânlarının ve gücünün, “güçlü bir İran inşa edilmesi” projesine harcanması ve verilen mücadeleyi bu tezi savunan Refsencani ve Velayeti kadrosunun kazanmış olması bizi rahatsız ediyordu. Bunun sonucunun nereye varacağını iyi biliyorduk. Netleşmemiş olmakla birlikte, açık bir şekilde muhalefetimizi dillendirmeye başlamıştık bile. İran’ın dünya halkları arasında mevzi kaybetmesine karşılık, politik arenada güçlenmesini de bu eksen kaymasına bağlıyorduk.

Dış işlerinden bizi sıkıştıran temsilci medresede de bizi rahat bırakmadı. Yine geldi ve bizden dört-beş battaniye, küçük bir halı, gaz sobası ve yere serdiğimiz küçük bir halının hesabını sormaya başladı. Bunların “beytülmal” olduğunu, yerlerinin değiştirilmesinin gasp anlamı taşıdığını söylemeye başladı. Biz bunların, daha Bağ-ı Şiyan’da iken başka bir yerden getirilip verildiğini söylememize rağmen, bir sürü laf saydı ve gitti. Maksadının üç beş parça battaniye olmadığını iyi biliyorduk.

Savaş, bütün şiddetiyle devam ederken ve inkılâbın samimi sahipleri cephelerde bedel öderken, İrancı zihniyet tezi kazanmış ve bu düşünce yanlıları İslam inkılabının cihanşümul olduğunu ve bütün dünya halklarının desteğine muhtaç olduğunu söyleyen kesimi sivrilikle suçlayıp, onları çeşitli yöntemlerle baskı altına almaya başlamıştı. Dışişlerinden gelen sorumlu da bizi egemenlik ve saha hakimiyeti adına kendi yanına çekmek istiyordu ve yaptığı da başka birşey değildi. Önemsemiyor görünüyorduk, ama hoşumuza da gidiyor değildi. Eğer geleceğe dair ümitlerimizin kuvveti olmasaydı, buna daha fazla tahammül etmez ve kendimiz için imkânsız gördüğümüz yeni maceralara yönelirdik.

Her hafta düzenlediğimiz siyaset seminerlerinin devamında hafta içinde, tefsir, tecvit ve Arapça derslerine uygun hocalar bulmaya çalışıyorduk. Bir süre sonra tecvit ve Kur’an dersi için bir hoca bulduk. Arapça dersi için de Irak kökenli bir öğretmen ayarlandı. İslami konularda da bir hocanın düzenli bir şekilde gelip dersler vermesi kararlaştırıldı. Ancak bunların tamamında düzenli bir şekilde sorun yaşıyorduk. İslam İnkılabıyla birlikte yeni bir mezhebin varlığını fark etmiş olmamıza karşılık, bize ders verenlerin çoğu bizim varlığımızı tabii olarak kabullenemiyorlar ve bizi kendilerine benzetmeyi kendileri için bir inanç ritüeli olarak algıladıklarından, dersten çok bu görevleriyle meşgul oluyorlardı. En basit örnek olarak Arapça ders veren hoca, kısa süreli dersten sonra hemen mezhebi konulara giriyor ve belki de İslami konulardaki bilgimizden habersiz olarak hayali rivayetlerle bizi yönlendirmeye çalışıyordu. Israrla Nuh’un gemisinin Kafkaslarda bulunduğunu ve Rus bilim adamlarının yaptıkları araştırmada geminin duvarlarına yazılı olan yazıların şifrelerini çözdüklerinde ilginç bir mezhebi gerçeğin ortaya çıktığını savunuyordu. Nuh peygamber döneminde yazılan bir yazının günümüze işaret etmesine ihtimal veremediğimizden tepki gösteriyorduk.

Sayımız epeyce artmıştı, Batman’dan, Konya’dan, Eskişehir’den, Erzurum’dan, Diyarbakır’dan, İstanbul’dan arkadaşlarımız olmuştu. Özellikle Diyarbakır’dan gelen Musa kardeş, zindanlarda yaşananlarla ilgili olarak fazlasıyla bilgi getirmişti. Silvan PKK bölge sorumlusu olan Musa, askeri darbeyle birlikte yakalanmış ve Diyarbakır sübyan koğuşuna atılmıştı. Hacıyla birlikte aynı koğuşta kaldıkları zamanda, Yalçıner ve Yorulmaz tutuklulara ders verme görevine talip olmuşlardı. Kısa bir zamanda aslında hiçbir düşünce altyapısı olmayan bu eylemci gençleri, PKK’ye muhalif ve İslami bir bilinç almış bireyler haline getirmişlerdi. Yalçıner, cezaevi yönetimiyle anlaşmış ve çocuklara askerin isteği doğrultusunda Kemalizm’i anlatacaklarını söylemiş, belli bir süreçten sonra gençlerin güvenini kazandıktan sonra onları İslam ila tanıştırmış, eylemden okumaya yönelmelerini sağlamışlardı. Cezaevindeki İslami hassasiyet sahibi bazı arkadaşlar, Yorulmaz ve Yalçıner’in Kemalizm’i anlatmasına anlam verememiş ve onların kısa bir sürede böyle bir değişime uğrayacaklarına ihtimal vermemişlerdi; yine de olaya temkinli bakmayı daha doğru görmüşlerdi. Bu taktikle, gençler İslamileştirilmişlerdi.

Musa da onlardan biriydi. Çok okuyordu. Arapçayı sökmek için yoğun bir tempo içine girmiş ve gerçekten de kendi gayretiyle hem grameri ve hem de pratiği büyük oranda çözebilmişti. Akşamları radyoya gidiyor, gündüzleri de derslere katılmakla yetinmiyordum. Tahran’daki Mela Halil’den İmam Şafii’nin görüşlerinin yer aldığı fıkıh kitabını Arapça üzerinden okumaya devam ederken, Cuma günleri de Kerec’e Mela Huseyini Marunisi’ye tefsir ve siyer derslerine gidiyorum. Ne olursa olsun, bu programımı devam ettirmeye çalışıyorum.

Medresemiz kısa zamanda şenleniyor. Özellikle de Güney Tahran’a olması bizi daha mutlu ediyor. En azından halkın içindeyiz. Sabahları “sengek” veya “berberi” ismini verdikleri ekmek kuyruklarında beklerken toplumun içinde olduğumuzu hissediyoruz. Tahran’ın kuzeyinde iken, sadece arabaları ve yüksek duvarların arasına gizlenmiş villaların dışa yansıyan soğuk görüntüsünden başka bir şey göremiyorduk ve insanlarla diyalogumuz kopuktu. İmam Humeyni’nin “Biladi Kebir Hükmü”nü açıkladığı büyük şehir ve bunun içinde birbirine zıt iki şehir. Geceleri sabahlara kadar pencerelerinden veya damlarından tekbir sesleriyle Şah rejimini zorlayan, taviz vermeye mecbur eden halkın yaşadığı yoksul Güney Tahran ile zenginliğinden ve rahatından hiçbir dönem ödün vermeyen yeşillikler, güzellikler içerisine kapanmış Kuzey Tahran. Kuzey Tahran’ın kendisi de tezatlarla doluydu. Villaların çevrelerinde de yoksulların yaşadığı küçük mahalleler vardı. Özellikle Derbent çevresinde, dağın eteklerinde köy görünümünü veren mahalleler de vardı. Şah’ın görkemli saraylarının hemen yakınında bulunan yoksul kesimin oturduğu mahallede, ömrünün bir günü normal insanların hayatının tamamına denk bir mücadele, duruş ve tavizsiz bir kişilikle dolu olan İmam Humeyni de kalıyordu.

Birkaç kez gittiğimiz ev, bizim yaşadığımız kerpiçten ve mütevazı bir şekilde yapılmış evlerden farklı değildi. Yere serilen sergiler, oturduğu koltuk veya evinin içi bizden birinin evinin aynısıydı. İlk defa gördüğümde, İran’a daha yeni geldiğim sıralarda Kürtçenin ortak kelimeleri yardımıyla anlamaya çalıştığım Farsçamla; İmam Humeyni’, Beni Sadr’ın “Sizin aile büyük bedeller ödemiş mücadele içerisindeki bir ailedir. Ahmet Humeyni de sürekli bu mücadelenin içerisinde yer alan biri olması hasebiyle başbakan olmayı hak ediyor ve eğer onu başbakan yaparsak, toplumun yönetimimize güveni artar!” demesine tepki gösterip, “bir saltanatı yıkmışken, yeni bir saltanat mı inşa etmemi istiyorsun?” diye tepki göstermesinin anlamını daha iyi anlamıştım.

Bize ait bir medresemiz vardı. Ancak, bundan haberdar olan bazı dostlarımızın olayı kabullenebileceklerine de ihtimal vermiyorduk. Sıcak su sorunumuz vardı, gazlı bir hamam sobası aldık ve ilk defa kullanmaya başladığımız bu sobayla her gün sorunlar yaşayarak sıcak su sorunumuzu çözdük. Avlunun orta yerinde duran havuzu maviye boyamış ve çevresine de rengarenk çiçekler ekmiştik. Akşama doğru açtığımız havuz fıskiyesinden çıkan su sesini doyasıya hissetmek için çaylarımızı avluda içmeyi adet haline getirmiştik. İleriye dönük ümitlerimizi güçlendirecek gelişmeler oluyordu. Düzenli bir medrese hayatı için fiziksel alt yapımız hazırdı. Güzel bir avluda, havuzun çevresinde renkli bir yaz geçirebileceğimizi düşünüyordum.

(Devam Edecek)

YAZIYA YORUM KAT

7 Yorum