1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (20)
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (20)

14 Nisan 2011 Perşembe 14:39A+A-

[email protected]

Daha inkılâbının yorgunluğunu üzerinden atmaya fırsat bulamamış İslam İnkılâbına karşı Irak’ın başlatmış olduğu savaş, ağır bedellerin ödenmesini de beraberinde getiriyordu. En azından, İslam İnkılâbının en gözde kadrosu, savunma hattında büyük oranda imha edilmişti. Şehirlerde terör eylemlerinde öldürülenler, cephelerde bedenlerini feda edenlere eklendiği zaman, İnkılabın gerçekleşmesinde büyük bedeller ödeyen, SAVAK zindanlarından işkence gören, sürgünde yaşayan ve hayatını mücadeleye adayan en gözde inkılapçı kadronun teröre kurban edilmesiyle, ne kadar büyük boşluğun oluştuğu daha iyi anlaşılır. Savaşın başlamasında derin sebepler vardı. Öyle iddia edildiği gibi, mesele küçük bir ada veya toprak parçası değildi. Savaşın gerçek sebebi, mustazaf halk kitlelerinin İslami düşünce ve endişeyle dünya müstekbirliğine meydan okumasıydı. Karşı saldırı için Saddam gibi bir divaneyi kullandılar. İmam Humeyni, dünya halklarını kurtarma ve İslam düşüncesini İran ve halkı Müslüman olan diğer ülkelere hakim kılma gayreti içerisinde olduğundan, dünyanın emperyalist güç odakları bu yeni mücadele modeline tahammül edemediler. Hem İran ve hem de karşıtlarının düşüncesi ve hedefi buydu. Ancak savaş konusunda, İran topraklarının kurtarılmasından sonra savaşın anlamsızlığı ve iki tarafın Müslüman halkının imha edilmemesi gerektiği yolundaki muhalefetler dillendirilmeye başlandı. Özellikle Hurremşehr’in işgalden kurtulmasından sonra, savaşın asıl gayesinin düşman güçlerini geri püskürtmek olduğu ve dolayısıyla savaşın durdurulmasının İran’ın mazlumiyetini ispatlamada makul bir nokta olduğunu savunanlar, her alanda tezlerini savunmaya başladılar. Buna karşın, Saddam’ın bir divane olduğu ve bundan sonra ne yapacağını kestirmenin imkânsız olduğunu söyleyenler, emperyalist odaklı saldırıların durdurulması için Irak topraklarında bir direnç hattı oluşturulması gerektiğini savunuyorlardı. Bu ikinci düşünce, devlet düşüncesiydi, medya imkânları da kullanılarak toplum bu doğrultuda yönlendirildi. Savaşın devam etmesi, mağlubiyetleri ve zaferleri iki tarafa da tattırıyordu. Dünya Kurtuluş Hareketlerinin başında bulunan Mehdi Haşimi ve çevresine yönelik tasfiye, pasifleştirme ve etkisiz kılma hareketiyle birlikte İnkılâpçı çizgide önemli bir kırılma yaşanmasının alt yapısının inşa edildiği söylenebilir.

Mehdi Haşimi, Şah döneminde en önemli inkılapçı simalardan biriydi. İsfehan’ın Necefabad kasabasında İslami mücadelenin içerisine giren Seyyid Mehdi Haşimi kısa bir zamanda, İsfahan ve çevresinin Şah karşıtı siyasal hareketi örgütlenmesinin içerisinde yer alır. Lübnan Filistin gerilla kamplarına eğitime gönderdikleri gençlerle ciddi bir organize oluşturan bu grup, sistemin kendisi için ciddi bir tehlike olarak algıladığı siyasal çalışmalarla gündeme gelince “huccetulislam” ünvanına sahip inkılâpçı bir şahsiyet olan Mehdi Haşimi tutuklanır ve değişik dosyalardan dolayı onlarca idam cezasına çarptırılır. İdamın icra edileceği dönemde, bütün uluslararası kuruluşlara mektuplar yazarak yargılamanın hukuksuzluğunu vurgular ve Birleşmiş Milletlerden yapılan baskıyla idam infazı dondurulur. İnkılâp hareketinin başlamasıyla birlikte, inkılâpçılar tarafından cezaevinden kurtarılır. İnkılâptan sonra da en önemli görevlere getirilir.

28 Haziran 1981 gecesi meydana gelen büyük patlamada Beheştî ile birlikte can veren 72 kişinin en seçkinlerinden olan Muhammed Munteziri’nin en yakın mücadele arkadaşı idi. Genç yaştan itibaren İslami mücadelenin önderliğini birlikte yapmışlardı. Muhammed, Lübnan kamplarında eğitilmiş ve Şah döneminde ömrünün büyük bir kısmını yurt dışında sahte pasaportlarla hava alanlarında ve kaçak bir şekilde kılık değiştirerek İran’a girmekle geçirmiş bir şahsiyetti. Şah döneminde ağzında piposu, keçisakalı, kısa pantolonu ve elinde köpeğiyle şehirlerde dolaşması başkaları tarafından karikatürize edilirken, Müslümanlar tarafından da gurur kaynağı olarak anlatılıyordu. Onun Şah döneminde, İran’dan Lübnan’a düzenli bir şeklide insan götürmesiyle yaşananlar, bir şehir efsanesi olarak dilden dile dolaşıyordu. Bu yakın arkadaşlıktan ve ağabeyi Hadi’nin kayın pederi olmasından dolayı, Munteziri’nin İmam’ın vekili olarak seçilmesinden sonra Mehdi Haşimi de ona danışmanlık yapıyordu.

Bahattin Yıldız ve Oktay ile birlikte bizi birkaç aylığına Necefabad’a gönderen Mehdi Haşimi, kendisine karşı büyük bir yakınlık hissedeceğimizi hesaplamamıştı herhalde. Halkının sıcak ilgisi, dostluğu, misafir severliği ve bunun yanında toprağa, yeşilliğe, dağlara doymamız bizi birer Necefabad’lı yapmıştı. Özellikle Ayettullah Munteziri’nin babasını mütevazı toprak evinde ziyaret edip, onun samimi ikramları ve Ehli Sünnet konusunda söylemiş oldukları, ruhumuzu göklere uçurmuştu. O yaşlı bilge şöyle diyordu: “İnkılâbın bereketi budur işte. Şah zamanında, biz birbirimize düşman haldeydik. O dönemde, bize ’kim yedi Sünni öldürürse cennete girer’, size de ‘kim yedi Şia öldürse elleri yeşile dönüşür ve cennetlik olur’ diyorlardı. Bunu Şah İsmail ve Yavuz halk arasında yaymıştı. Bu rivayet de kutsallık kazanmıştı… İşte şimdi bu rivayetlerin ne kadar yalan olduğunu görüyoruz.” Bu sözleri, gönlümüzde gizli kalmış bütün alanları fethetmeye yetmişti.

Alışamadıklarımız arasında, hamamların genele açık olması ve sevdikleri insanları dudaktan öpmeleri de vardı. Hamama gidiyorduk, aynı bekleme salonunda kadınlarla erkeklerin karşılıklı oturmaları, garibimize gidiyordu. Geldiğimiz kültür buna izin vermezdi. Bundan da önemlisi biz dünyayı, erkeklerden, onların dünya üzerindeki egemenliklerinden ibaret görüyorduk. Kadın bütün zorlamalara rağmen bizim için namustan, yani cinsel bir objeden öteye gidemiyordu. Onların sosyal alanda bulunmalarını hazmedemiyorduk. İran bunu biraz abartmıştı sanki. Bizim kadını tamamen yok saymamızın karşısında onların, serbestliğin boyutlarını oldukça genişletmeleri, garibimize gidiyordu, ancak bununla birlikte garip olanın bizim kadına bakış açımız olduğunu kabullenemiyorduk.

Savaştan döndükten sonra, bize kucak açan, bizi kendisinden bir parça sayan, bütün taleplerimizi ciddiye alan, bizimle görüş alışverişi yapmaktan zevk aldığını söyleyen bu ideal insanın elindeki yetkiler alınmış ve çalışma alanları kısıtlanmıştı. Nasıl bir alt-yapıya sahip olduğunu bildiğimiz için, bunların geçici bir durum olduğunu düşünüyorduk. O dünyada bir ilki gerçekleştirmiş ve dini-ırkı ne olursa olsun mazlumdan yana olunması gerektiği ilkesiyle, bütün dünya kurtuluş hareketleriyle ilişkiye girmişti. Ancak, bu durum dünya müstekbirlerini rahatsız ediyordu. Afganistan, Irak benzeri ülkelerin bazı siyasi hareket temsilcileri, Mehdi Haşimi’nin yetkilerinin elinden alınması üzerine çalışmalarını kendi ülkelerine taşımayı tercih etmişlerdi. Derinlerde olanlardan haberdar değildik. Çoğu zaman normal zannettiğimiz mesajların arasında iktidar ve güç kavgası olduğunu anlamamız zordu. Türkiye’de benimsemediğimiz güçperestlik, buraya da sirayet etmişti. Politize olmuş, belli bir siyasal bilince kavuşmuş toplumun bunları anlamıyor olmasını düşünmüyorduk.

ABD elçiliğinin işgal edilme sebeplerini, rehine kurtarmaya gelen ABD güçlerinin Tebes çölünde bir anda imha olmaları gerçeğini veya Mehdi Haşimi’nin iktidardan uzaklaştırılmak istenmesinin altında yatan gerçekleri bilmiyor, ama tahmin ediyorduk ve olanları gaybi yardımlarla izah etmenin dışında değerlendirme yapabilecek verilere de sahip değildik. Böylesine güçlü askeri teknolojinin yanıp kül olmasını sadece beklenmeyen bir kum fırtınasına bağlamamız teslimiyetle imtihan anlayışına sıkı sıkıya bağlı olmamızın özetiydi. Kürdistan’daki gelişmeleri de bu çerçeve içerisinde değerlendiriyorduk.

İnkılap öncesi mezhebi bağnazlıktan arınmış ilişki modellerinin gelişmesinde yeni bir model geliştiren ve bu doğrultuda büyük özveride bulunan Senendej’in tanınmış alimlerinden birinin oğlu olan Ahmet Müftizade, daha inkılab hareketinin ilk günlerinden itibaren öncü kadrolarla ilişkiye girmiş, inkılap sonrasında da İslam’ı benimsememiş diğer siyasal Kürt hareketlerine karşı temizleme operasyonlarında öncülük yapmış ve büyük kayıplar vermişlerdi. Şeyh İzzettin Hüseyni liderliğindeki Komale, İran Kürdistan Partisi ve diğer sol güçlere karşı en etkili güç olarak savaşmışlardı. Pave, Sakız, Mahabat, Senendej ve benzeri bölgelerin bu güçlerden temizlenmesi için büyük fedakârlıklar gösterdikleri, ağır bedeller ödedikleri halde, temizlik operasyonundan sonra gözden düşürülüp, düşman ilan edilmelerini bir yere oturtamıyorduk. Kendi aramızda veya dostlarımızla Kürdistan’da oynanan oyunları konuşamıyorduk. Bu sorunu konuşamıyor ve konuşmadığımız, konuşma sınırlamasıyla karşılaştığımız zaman da sorunu sorun olmaktan çıkardığımızı sanıyorduk. Yanılıyorduk. O içimizde bir ukde olarak kalıyordu. Hiçbir değerlendirme yapamıyorduk, “zıdd-ı inkılabi” damgasını yemek veya başka basit değerlendirmelere muhatap olmak işten değildi. Soyut yasağa rağmen, kendimizi düşünmekten de alamıyorduk. İranlı arkadaşlarımıza, olayı onaylamadığımızı açıklamaktan çekinmiyorduk. Kimi zaman da muhalefetimizle, dünya Müslümanlarının ümidi halindeki inkılaba zarar vermemek için sukut etmiyorduk.  ‘Yakın olduğu söylenen fecri görmek için’ biraz daha sabrediyorduk. İlginçtir, inkılâbın sahipleriyle her türlü düşüncemizi paylaşmamıza rağmen Türkiyeli Müslümanlarla aynı rahatlığı yaşayamıyorduk. Gurbet ruhsalından olsa gerek, genellikle yanlış anlaşılıyorduk. İranlılara sert tepki gösterebilmemize rağmen, Türkiyeli arkadaşlardan aynı toleransı görme şansımız yoktu. Her birimiz kendi alanımızda kraldan daha çok kralcıydık. Dolayısıyla krala derdimizi anlatmak, kralcıya anlatmaktan daha kolaydı. Çünkü kralcılar, ellerinde bulundurdukları imkanları veya politik gücü yitirebilecekleri endişesini taşıyorlardı.

İslam İnkılâbı tabii olarak kendi kadrolarını hassas noktalara yerleştirmek ve kurucu dinamiklerini geliştirmek zorundaydı, bunu kavrıyorduk. Ancak muhalefete karşı yürütmüş olduğu imha, tasfiye, etkisiz kılma, baskı, işkence ve zindanlarda çürütmeye terk etme mantığını anlamakta zorlanıyorduk. Evrensel bir İslami mesajla ortaya çıkmış olan inkılabın giderek İranîleşmesi, kadim kültürlerin yeniden canlanmaya yüz tutması ve İmam Humeyni’nin “beyinleri donmuş” diye nitelendirdiği sınıfın, hâkim olduğu medresenin baskısıyla mezhebi değerlerin daha canlı bir şekilde ön-plana çıkması, sermayeden gücünü alan yeni muhafazakar bir sınıfın egemenliği eline almasına yol açıyordu. Bu bizi rahatsız ediyordu. İnkılabın asli kadrosunu da rahatsız ettiğine emindik.

Yeni anlayışın ülkeye egemen olmasını  istemiyorduk. İnsana has olan eksiklik ve zafiyetlerin onlarda daha fazla olduğunu icraatlarında görebiliyorduk. Dolayısıyla böyle bir yapıya sahip olan anlayışın, ülkeyi imar etmek için ortaya koydukları konsept, bizim açımızdan ahlaki olmaktan çok uzaktı. Evrensel değerlerin geri plana itilmesi, kaçınılmaz olarak toplumun geleneksel değerlerini kutsamayı kendisiyle birlikte getiriyordu. Geleneklerin desteğini kaybetmemek adına, evrensel değerler, tecrübeler, kültürel birikimler yok sayılıyordu. İnkılabın öncüsü arkadaşlarımın bu gidişattan rahatsız olduklarını hissediyordum veya onların korkusuzca beyanlarından bunu duyuyordum ve bundan dolayı da rahatsız oluyordum. Büyük bedeller ödenerek kazanılan değerlerin yozlaştırılmasına seyirci kalmak, müdahale edememek ruhumuzu derinden incitiyordu. Yabancı olma veya çeşitli sebeplerden dolayı güven muhasarasını aşamama, toplumsal ve siyasal alanda gerçekleşen yozlaşmalara karşı örgütlü bir mücadele vermemizi engelliyordu. İnkılabın maslahatı, İran’ın tarihi değerlerinin maslahatına döndüğüne bütün alanlarda şahit oluyorduk, bu da bizi üzüyordu. Ümitlerle ümitsizliklerimizi kucaklaştırdığımız, kimilerine göre yaşamamız şans eseri ve tesadüfler neticesinde olduğu savunmasına karşı, hayatta oluşumuzu derin hikmetlere bağladığımız bir zamanda, bizim dışımızda devam eden siyasal çalkantıları anlamaya, tahlil etmeye veya itiraz etmeye ne mecalimiz ve ne de gücümüz vardı.

Bağışayan’da yaşamaya devam ediyorduk. Eskişehir’den Mustafa, Batman’dan İlhami ve kimi zaman Kum kentinden ziyaretimize gelen arkadaşlarla birlikte bilinmezliklerin içerisinde bocaladığımızın farkında değildik. Eskişehir’den Ercan, Konya’dan Mehmet, Diyarbakır, Bingöl ve diğer şehirlerden medreselere yerleşmiş olan arkadaşlarımız vardı ve genellikle Perşembe geceleri Cuma tatilini bizimle birlikte geçirmek için geliyorlardı. Çok iyi de oluyordu bu. Bu buluşmalarda birbirimize moral veriyor ve ileriye dönük ümitleri yüreğimizle beslemeye çalışıyorduk. Derbend ve Torçal zirvesi hayatımızın renk bulduğu alanlardı. Her hafta Davut ve arkadaşlarıyla birlikte gittiğimiz dağ yolculuğumuzda masumiyeti, kirletilmemişliği, yükseklere tırmanışı inanılmaz bir huşu içerisinde yaşıyorduk. Özellikle masumiyetin belirtisi gibi duran bembeyaz örtüye bürünmüş dağ zirvelerine varışımızın mutluluğu tahmin edilmez boyuttaydı. Kum’daki arkadaşlar çoğunlukla bu dağ gezilerimize katılmak için Perşembe gününden itibaren bizimle birlikte olmaya çalışıyorlardı.

Batmanlı, Diyarbakırlı ve Bingöllü arkadaşların yanı sıra İrfan ile diyaloglarımız daha verimli bir hal almaya başlamıştı. Batmanlı arkadaşların genellikle Iraklı Müslümanlarla diyalog içerisinde olmaları dikkatimi çekiyordu. Hizbi Dava veya selefi çizgisindeki İslami gruplarla temas içerisinde olmaları konusunda ne soru soruyor ve ne de onların ilişkisinin boyutunu öğrenmeye çalışıyordum. Görüştükleri insanlar kişilik olarak bana güven veriyordu ve bununla yetiniyordum. Kerec’te Molla Huseyin Marunisi’ye ders almaya gittiğimde bana onların yapıları ve düşünceleri konusunda yeterince bilgi veriyordu. Bu da bana fazlasıyla yetiyordu. İstihbaratın ağlarını her geçen gün genişlettiği dünyada, sahip olacağım -bana ait olamayan- her bilginin zamanla aleyhime dönebileceğini hesaplayarak bu bilgilerden olduğunca uzak durmaya çalışıyordum.

Görüşme ve diyaloglarım arasında en fazla yararlandığım insanlardan biri İrfan Çağrıcı’ydı. Her görüşmemizde kesinlikle önemli bir yenilikle geliyordu. Her konuda önemli bilgi sahibi olmak ve bunları zamanın şartlarına göre güncelleyip, pratiğe aktarma noktasında bizden çok ilerideydi. Sabah namazından sonra Park-ı Şehr’de koşu ve kültür-fizik yapmak onun önerisiydi. Birkaç aydan sonra da Tecriş meydanında Kung-Fu dersleri almaya başlamıştık. Kung-Fu hocasıyla tanışmış ve onun teklifi üzerine ikimiz ve eniştesi Mustafa ile birlikte ders almaya başlamıştık. Kung-Fu’ya gidişimiz özel bir durumdu, ancak buna rağmen hiç kimsenin bundan haberi olmayacak şekilde davranıyorduk. Temkinli olma, kuşku duyma ve dışımızdaki her hareket konusunda hassas davranma bizde bir huy haline gelmişti.

Bir de hemşerim Kasım girmişti, dünyamıza. Irak’tan, İran mülteci kamplarına gelmiş olan Kasım kardeşle de birçok konuda görüş alışverişinde bulunuyorduk ve hatta Kerec’teki Mola Hüseyin Marunisi’den de onun sayesinde haberdar olmuştum. Irak’ta selefilerle birlikte medreselerde tahsil görmüş ve tamamen bir aşiret edebiyle yetişmiş bir insandı. Benim sabrımın en önemli kaynaklarından biriydi, kimsenin işine karışmaz, kimsenin dedikodusunu yapmaz, eleştirmez ve kendi halinde bir insan örneğiydi. Onunla birlikte, geçmişimizi ve içinde bulunduğumuz hali daha iyi okuyabiliyorduk. Birçok kadim kültürün birikimiyle donanmıştı. 80 darbesine kadar kopya ve tercüme kültürle yetişmiş insanlar olarak İran’ın bizim için büyük bir fırsat olduğunu, yaptığımız sohbetlerde her defasında birbirimize hatırlatıyorduk.

Yabancı olduğumuz, “la” yani “hayır!” zulme, haksızlığa, adaletsizliğe, ötekileştirmeye nasıl karşı çıkmamız gerektiğinin ipuçlarını veriyordu. Her şeyden önce Şeriati’nin önemli bir perspektifi olan “la” (hayır) boyutunun toplumda nasıl bir güç inşa ettiğini ve bu duruşun öne sürülen bütün mazeretleri bertaraf ettiğini, İran’da haksızlıklara, zulme “la” demenin ne kadar etkili olduğunu daha iyi kavrayabiliyorduk. Türkiye’de yanlış olduğuna inandığımız her olayın analizini, yorumunu, tavır almadaki kararı ağabeyimize, liderimize havale etme kolaycılığından dolayı içimizi inciten hadiselere kayıtsız kalmayı veya ideolojimize faydalı olması açısından pragmatist bir algılama kolaycılığını tercih etmeyi gelenek haline getirmiştik, bu yanlış bir duruştu, bunu burada daha iyi anlama fırsatımız oluyordu. İran ve özellikle Ali Şeriati, İmam Humeyni bizim bu ezberimizi bozmaya yetmişti. Hamlıktan olgunluk sürecine girdiğimizi düşünüyorduk. Bir şey hariç. Tasavvuf ve sufizmin ana damarında şeriatın bütün kurallarını imha eden, farklı bir bakış açısıyla tanışıyorduk. İfratçı kesimlerde, hululdan dolayı (insanın kendisine ibadet etmesinin sözkonusu olmayacağı düşüncesiyle) ibadetin olmayacağına işaret eden, hafife alan ve kimi uç noktalarda geçiştiren tarikat zihniyetine karşı oluşumuz, İran’da değişime uğramıştı ve “vahdet-i vücud”un olabilirliğini tartışır olmuştuk. Kasım’ın bu konudaki sivri çıkışları de farklı bir düşünce modeli üzerinde çaba sarf etmemize yaramadı ve yumuşayan bakış açımızda irfan, hikmet, tasavvuf, Mevlana, Hallacı Mansur, İbn-i Arabi, Suhreverdi, A.Kadir Geylani ve benzerleri için daha ılımlı bir zemin oluşmuştu.

Ercüment Özkan, her gelişinde bu yeni modelimizi çürütecek sayısızca argümanla tepki gösteriyor ve direncin kırılması anlamına gelen inzivanın bir ekol olarak Müslümanlar arasına sokulmasının, ciddi bir sapma olduğunu söylüyordu. Hatta Mevlana’nın irfan ve hikmet yönünden çok, belden aşağı hikâyelerinin yer aldığı ve eleştirildiği yazılara ağırlık verir olmuştu. Düşüncede meydana gelebilecek sapmaları hesaba katarak, kendimize sembol olarak, yol gösterici belirlediğimiz İmam Humeyni, Şeriati veya İkbal gibilerinin bu alana büyük önem verdiklerini her alanda müşahede ediyorduk. Cemaat, lider veya belli bir düşünce grubu tarafından bir nevi nesneleştirilmiş olmanın acısını, kendimiz olamamaktan dolayı bütün benliğimizle yaşıyorduk. Çevrenin yoğun baskısı veya bulunduğumuz konumu koruma endişesi, kendimiz olabilmemize engeldi. Türkiye’de de böyle olmuştu, İran’da da. Şeyhin, -beni bütün belalardan koruması maksadıyla- üzerime giydirdiği ceketin ruhsal baskısı, yazdıklarımızdan dolayı yargılanıp 163. Maddeden 3,5 yıl ceza yememize rağmen tasavvuf, tarikat veya irfan konusunda doğru ve yeterli bir analiz yapmayı başaramamıştık. Yaşadığımız hurafelerle bezenmiş olayları ifşa etmeye veya önleyici bir duruş sergilemeye yanaşmamış ve kokuşmuş statükonun devam etmesine yem olmuştuk. Bu alanın ne kendisi ve ne de karşıtı zihnimizi tortulardan temizlemeye muktedir olamadı. Kasım Yadigâr, İrfan Çağrıcı veya Ercüment Özkan’ın karşı savunmaları tamamen teslimiyetçi bir zihniyetle olaya yaklaşmamızı engelledi, ancak İran’a geldikten sonra inşa olmuş tasavvuf anlayışımızdan boşaltmak istediğimiz kısmın yerine yenisini koymamıza yardımcı olamadı. Olayı olduğu gibi kabullenmenin yerine, uçlara savrulma huyumuz değişmiyordu. Oysa farklılıkları zenginlik olarak kabul edebilseydik ve onları doğuran etkenleri anlamaya çalışsaydık, muhatabımızı kendimize benzetme çabamızı başka alanlara aktarabilecektik. Yapmadık, yapamadık. Yol gösterici olarak görebileceğimiz kimse yoktu. Kitaplarını okuyup, düşüncelerini benimsediğimiz bir Necip Fazıl Kısakürek vardı, o da darbeden önceki seçimlerde Erbakan ile anlaşamadı ve Büyük Doğu ideolojyasını ülkü ocaklarına taşıdı.  

İran bu açıdan keşfedilmemiş zenginliklerle doluydu. Dünyaya medeniyetine önemli katkılar sunan Pers imparatorluğu kültürel geleneği üzerinde, çeşitli mücadele süreçleri yaşamış olan ve bunların her birinde önemli tecrübeler kazanmış olan İslam inkılabının bizi besleyebilecek birçok yönü vardı. Tembaku kıyamı, Mirza Küçükhan gerilla hareketi, Fedeiyan-i İslam veya onlardan sonra başlayan ve inkılaba kadar devam eden siyasal mücadeleler büyük tecrübeler olmasına rağmen, frekanslarımız birbirine uymuyordu. Onlar yaşayarak mücadelenin mektebini okumuşlardı, biz yaşamadan o tecrübeleri almak istiyorduk. Zannedersem temel sorunumuz buydu.

Bağişiyan’da gündüzleri genellikle yalnız kalıyorum ve haliyle sıkılıyorum. Davut kardeş sık sık bizi ziyaret ediyor. Onunla dertleşip konuşmaya çalışıyorum. Çalışıyorum diyorum, çünkü devrim muhafızı görevine devam etmekle birlikte, Dünya Kurtuluş Hareketleri sahasındaki çalışmalarını sürdürüyor ve dolayısıyla Mehdi Haşimi çizgisindeki insanlarla ilişkisini kesemiyor. Durum böyle olunca, konuyla ilgili hiçbir şey soramıyorum. Yanlış anlaşılmaktan korkuyorum. Mehdi Haşimi’nin doğrularının savunurken, inkılabın kendisine ters düşmekten çekiniyorum. Sadece gelişmelerle ilgili üzüntülerimizi ifade eden kısa cümlelerle olayı geçiştiriyoruz. Böyle hüzünlü geçen günlerden birinde bana Şeriati’den, Suruş’tan ve Şeriati’nin hocam dediği Perviz Horsend’den bahsetti. İnkılap öncesi yazmış olduğu bir yazının çok etkili bir ses getirdiğini ve Habil ile Kabil benzetmesini nerdeyse toplumun tamamına mal ettiğini anlattı. Merak ettim ve mümkün ise o yazıyı bana getirmesini söyledim.

Birkaç gün sonrasında Davut kardeş bana bahsettiği yazıyı getirdi ve onunla birlikte Perviz’in kendi sesiyle okumuş olduğu kaseti tercüme etmeye başladık...

 “İşte parça parça olmuş bedenim ve sırtım, taşımış olduğum ekmek küfelerinin derin yaralarının kadim izleri, size hizmetimizin karşılığı olarak vermiş olduğunuz boş sofralarımızın hikâyesini yansıtıyor.

Ve şimdi bu ben, bu çocuğum, bu kardeşim, bu dostum, her parçaları Habil’in parçalayıp yalan ve aldatma sofanızı daha da genişletmek için kargalarınızın boğazına bıraktığınız parçaları.

Ve işte biz, kanın bütün argümanlarıyla “hayır!” diyoruz. “Hayır”, senin alnının ortasına insin. Ey Kabil! Ey hakim! Hayır, bütün asırların alnına…

Ve işte biz, rezil edici ve perdeleri kaldırıcı bir konumdayız. Artık senin isteklerine yardım edecek olan bulunur mu?

Ey zaman, artık onları hakim olarak tanıyacak mısın?  Her ne kadar hakim olsalar da…

Ey zaman senin “konuşmaya” dilin yok mu? Yoksa bizim kulağımız mı duymuyor?

Eğer böyle değilse, neden böyledir?” şeklinde devam eden metni Türkçeye tercüme edip bir kaset yapma teklifinde bulundu. Salih Mirzabeyoğlu’nun Yeni Devir gazetesinde yayınlanan şiirlerinin neredeyse tamamını ezbere biliyordum. Araya onları sıkıştırarak güzel bir kaset hazırlığına başladık. İlk defa böyle bir şey yapacaktık. Ancak hayatımızın tamamı ilklerle doluydu ve bunu da başaracağımıza inanıyordum. Uzun bir çalışma yaptık, daha sonra bu çalışmamızı donanımlı bir stüdyoda kaset haline getirdik. Ancak iki nüsha şeklinde hazırladığımız bu kaseti hiçbir zaman çoğaltmayı düşünmedik. Buna rağmen Almanya’dan gelen bazı arkadaşların kopyasını götürdüğünü daha sonra duydum.

Selahattin ağabey ve Ahmet Cansız’la sürekli görüşüyoruz. Türkiye’ye geri dönmeyişimin tek sebebi de onlar. Onlarla güçlü akademik fikri oluşumlara katılabilmenin ümidini taşıyorum. Ancak çevremizdeki insanlar sonradan tanıdığımız insanlar. Gizemli duruşlarının altından neler çıkabileceğini, yaşadığımız onca tecrübeye rağmen kestiremiyoruz. Dolayısıyla olayı tabii seyrine bırakıyoruz. Her Cuma birlikte Derbent’e tırmanma ve Cuma namazından sonra üniversite kapısında buluşma artık bizim temel ritüelimiz haline gelmiş. Selahattin ağabeyi merkez olarak düşünüyorum. Dolayısıyla görüştüğüm her insanın bu merkez çevresinde buluşmasını sağlamaya çalışıyorum.

Velioğlu, Çağrıcı veya Batmanlı arkadaşlara bir de Mardin’den daha önce tanıdığım Selman ekleniyor. Bunlardan hiç birini bu eksen çerçevesinde buluşmaya ikna edemiyorum. Her birinin kendilerine göre düşünceleri ve İslami cemaatlerle ilişkileri var. Her biri, herkese kapatmış oldukları kapılarını bana açmayı da ihmal etmiyorlar. Ancak, beklentileri var. Benim onların cemaatlerine katılmamı ve onların İran içindeki köprüleri olmamı bekliyorlar. Kafam karışık. Hemen hemen hepsi Türkiye’deki İslami birikimin neticesi ve onları kendimden ayrı göremiyorum. Selahattin ağabeyin yakınında görünüyorken onlara olumlu cevap vermeyi doğru bulmuyorum. Onlara “biat etme” veya onların rengine bürünme taleplerinin dışında, her türlü desteği vermeye hazır olduğumu söylemem onlara yeterli gelmiyor.

İrfan öyle değil. Bunu bile bile bizimle daha sıkı ilişki içerisinde, eniştesi Mustafa’nın evinde veya bizde sık sık buluşuyoruz. Sabah sporlarının yanında, Tecriş meydanında düzenli bir şekilde spor salonuna gidiyoruz. Dağ yürüyüşlerinde gece belli bir yürüyüşten sonra dağda uyuyoruz ve sabah namazıyla birlikte yeniden tırmanıp, hızlı bir şekilde Cuma namazına dönüyoruz. Bize yönelik bir programı var ve onu aksatmadan, eksiksiz bir şekilde uyguluyor. Öğrenmemizi istediği her alanda bizi sürüklemesi gerektiği yerde, üşenmeden gayret gösteriyor ve sanki bizim kararsızlığımızı kendi gücünde çözmeyi amaçlıyor. İhtiyacımız olabilecek her bilgiye onun kanalıyla ulaşabilmemize imkân tanıyor. Onunla görüşmelerimizden sonra, güvenliğimize de dikkat etmeye başladık. Takip yöntemlerini ve yeni gelişen sistemleri iyi biliyordu. Takipten kurtulmayı yaşayarak öğrenmişti, bize de öğretiyordu.  

 (Devam Edecek)

YAZIYA YORUM KAT

5 Yorum