1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (19)
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (19)

14 Mart 2011 Pazartesi 17:13A+A-

[email protected]

Güney Tahran’dan sonra, bu kez savaş uçakları kuzeyi de sıkça vurmaya başladı. Televizyonların gösterdiği, bizimse resmi gezilerle birlikte giderek gördüğümüz, Irak’a sınır bölgeleri de gece gündüz bombardıman altında. Sınırda olan şehirlerin çoğu ya tamamen harabeye dönmüş veya ölü şehirler halinde. Huveyze şehri işgalden sonra tamamen yıkılmış; tek bir direk, ağaç ve yapının ayakta olmadığı ölü şehirlerden biri. İran devrim muhafızlarının, Besiçlerin ve sivil güçlerin her yönlü fedakârlığıyla savaş cephelerinde büyük ilerlemeler sağlayarak, Irak işgali altındaki Hurremşehr, Abadan, Huveyze, Susengerd, Şuş, Desful ve Ahvaz kenti gibi önemli alanları kurtarmış ve savaş yoğunluğunun sınırın ötesine kaymasına zemin hazırlamıştı. Bütün dünyanın gözleri önünde devam eden savaşta, Irak güçlü olduğu ve sayısızca cinayetlere imza attığı dönemlerde, kimsenin sesi çıkmıyordu. İran İmam Humeyni’nin dirayetli duruşu ve halkın yönetimi sahiplenmesi neticesinde başarı sağlayınca bu kez hiç konuşmayacak gibi duranlar feryat etmeye başladılar ve bir an önce iki Müslüman kardeş halkın imhasını kendisiyle birlikte getiren savaşın son bulması için çaba göstermeye başladılar.

Günlük konuşmalarımız İran ile sınırlı değil. Türkiye’deki gelişmeleri bulduğumuz imkânlardan anlamaya çalışıyoruz. Türkiye’den, Diyarbakır cezaevinden haberler gelmeye devam ediyor. Türkiye değişim sürecine girdiği gibi, bizim de kadim düşüncelerimizde yenilikler var. Erbakan’ın yeterli olmadığını düşündüğümüz liderliğinin ulema olmamasından kaynaklandığı düşüncesi bizde pekişiyor. İslami hareketin liderliğinin ulema tarafından gerçekleştirilmesi düşüncesini, yeni döneme taşıyor olmamıza rağmen ciddi manada bir çaba gösterdiğimiz söylenemez. Daha önce geleneksel medrese eğitiminden gelmiş bazı alimler üzerinde odaklanmamıza rağmen, onların böyle bir performansı gösterebileceklerine dair kuşkularımız var veya en azından onların kendiliğinden yeni bir misyonu ortaya koyabileceklerine dair güvenimiz yok. Dolayısıyla onları daha önceki cemaatsel yapımız içerisinde şekillendirmeye çalışıyorduk. Bunun neticesi travmatik bir paradoks halinde tezahür ediyordu. İslami ilimleri hıfzetmiş olanları bu kategoride değerlendiremiyorduk. Kesinlikle medrese kökenli olmalıydı. Bu yeni model ve tez Türkiye’de de yankısını bulmuştu. Bazı küçük cemaat liderlerinin, taklit mercilerine özenerek muhtasar bazı haşiyelerle ilmihaller hazırlayıp bastıkları ve insanlara bunu tavsiye ettikleri haberleri, tamamen ulema önderliğine özentinin neticesiydi.

Afganistan sonrasında yeniden geldiğimiz İran’da tamamen çıkmazdaydım. Ne Türkiye’ye geri dönebiliyor ne de çeşitli açılardan hareket alanlarımı genişletebileceğim başka ülkelere gidebilme imkânım vardı. Türkiye’de cezaevine düşme pahasına olsa bile geri dönmeye yönelik isteklerim canlı duruyordu. Kardeşlerim Diyarbakır zindanında zor şartlar altındayken, tanıdığım arkadaşlarım değişik zindanlarda ağır baskılar görüyorken ruhum huzur bulmuyordu. Afganistan’da birlikte olduğumuz arkadaşların çoğu geri dönmüştü. Mehmet Güney, İran temaslarının verimsizliğinden olsa gerek Pakistan’a gitmeye karar vermiş ve orada Erbakan’ın dünya Müslümanları üzerindeki etkisinin bereketinden yararlanmaya başlamıştı. Burada kalan arkadaşlarıyla bağlarımız tamamen kopmuştu ve görüşmüyorduk. İnkılâpçı sivriliklerimiz buna müsaade etmiyordu. Onları “zıdd-ı inkılâp” olarak görüyor ve onların varlığından rahatsızlık duyuyorduk. Dolayısıyla birlikte olduğumuz arkadaşların onlarla ilişki kurmasına, görüşmesine tahammül edemiyorduk. Ali Naci de farklı faktörlerin neticesinde Urumiye şehrinden dışarı çıkamaz hale gelmişti.

Fatimi meydanında kalan Muzaffer ve Hüseyin sıkça ziyaret ettiğimiz arkadaşlarımızdı. İrşad-i İslami kurumunda kültürel alanda çalışıyorlardı. İrşad-i İslami merkezinin başında Musevi tarafından atanan Ayetullah Seyyit Muhammed Hatemi vardı. Hatemi, kültürel birikimi olan bir şahsiyetti. Bakışlarında, mütevaziliğinde derin bir birikim okunuyordu. Liseyi bitirdikten sonra Kum’da medrese tahsilini yapmış, sonrasında normal eğitimini dışarıdan tamamlayıp İsfahan Üniversitesi Felsefe bölümünden lisans derecesi ile mezun olmuş; akabinde Kum Medresesi'nde içtihat eğitimine devam etmiş bir kişilikti. Onun hem aydın ve hem de molla olması ona olan saygımızı daha fazla artırıyordu. Erdekan ve Meybod’dan meclise milletvekili olarak giren Seyyid Muhammed Hatemi, inkılâp öncesi Hamburg İslami Kültür Merkezi’nin başındayken, Türkiye’den gelmiş Müslümanlarla sıcak diyaloglar kurmuş olmasından dolayı, bunun neticesinde bize karşı farklı bir muhabbet besliyordu. İrşada gittiğimiz zamanlarda, bize gösterdiği yakınlık, biraz da onun evrensel düşüncesi ve dünya Müslümanlarıyla yakın irtibatıyla ilgiliydi.

Savaşın giderek kızıştığı ve Halkın Mücahitlerinin şehirlerdeki yoğun propaganda bombardımanından etkilenerek, savaş cephelerine gidişlerin ve desteklerin azaldığı bir zamanda, Davut kardeş savaş cephesine gitmemiz teklifinde bulundu. Ben hiç itirazsız kabul ettim. Tahran’da yapacak işim yoktu. Kaybedeceğim bir şey de… Türkiye’den doğru dürüst haber almayışım kıyamete kadar devam edecekmiş gibi duruyordu. Cezaevlerindeki kardeşlerim ve dostlarım ağır baskılar altındaydılar. Sadece bu kadarını biliyordum. Diyarbakır’ın buz gibi duran taş duvarlarının arkasında, militarist yöntemlerle neler yapıldığı konusunda net bir bilgi sahibi değildim. Sağcılarla solcuların bir arada tutulduğunu ve şiddetli fiziki işkencelerle onlara devletin “Tek devlet, tek millet, tek bayrak, Ne Mutlu Türküm Diyene” türünden sloganlar öğretildiğini, Atatürk ilkelerini ezberlettiklerini duyuyordum. Gençliğinin en verimli zamanında ruhunu, bedenini ve bütün zamanını belli bir ideolojiye adamış ve teoriden pratiğe geçiş yapmış bilinçli insanların bu şekilde dönüştürülmesinin imkânsız olduğunu anlayamayanlar, en vahşi yöntemlerle gençleri sindirmenin yollarını arıyorlardı. Muhalefet, anında eziliyordu. Yurt dışına büyük siyasi göç vardı. Zulmün girdabında faili meçhul cinayetler, kayıplar artış gösteriyordu. Ülkenin düşünürlerinden büyük bir kısmı ya içerideydi, ya da yurt dışına kaçmak zorunda kalmıştı.

Afganistan’da birlikte olduğumuz arkadaşların büyük bir bölümü geri dönmüştü dönmesine, onlardan haber alamıyor, nasıl bir akıbetle karşılaştıklarını bilmiyorduk. İç ve dış muhbirlerden dolayı Tahran’da kuşatılmış haldeydik ve her an olabileceklere hazırlıklıydık. Geldiğimden beri, ne ailemden ve ne de geride kalan dostlarımdan bir haber alabiliyordum. İran’da görüştüğüm birkaç mollanın dışında, aralıklarla gittiğimiz Afgan cemiyetlerinde, derneklerinde de ümitlenebileceğimiz gelişmelere şahit olamıyorduk. Ne yapabilirdim? Şehit olma noktasında kuşkularım olsa bile, en azından İslam cumhuriyetini savunmak, mazlumdan, adaletten yana tavrımı netleştirmek gayesiyle bile olsa savaşa gitmeyi uygun görüyordum. İçine girmiş olduğum çıkmazdan dolayı, bunları düşünmeye bile gerek olmadığını biliyordum. Dünyanın kurtarılmasının, Afganistan’ın, Filistin’in, Kudüs’ün kurtarılmasının bu savaşlardaki başarıya endeksli olduğunu düşünüyor, adaletin sağlanmasının, özgürlüklerin ve dünya mustazaflarının kurtuluşunun İslam inkılâbıyla başlayan hareketin hedefine ulaşmasıyla gerçekleşebileceğine inanıyordum.

Karar verme ve hareket etme uzun sürmedi. En kısa sürede Meydan-i Muhammedi’den aldığımız üç beş parça askeri malzememizi içine bıraktığımız haki sırt çantalarımızla birlikte, kendimizi tren istasyonunda bulduk. Tren yolculuğunda, geçmiş anılarımızı geleceğe dair ümitlerimizi günlerce konuşma fırsatı bulduk. Ahvaz askeri karargâhına teslim olmadan önce savaşın harabeye çevirdiği şehrin içinde dolaşmaya ve Karun nehrinin kenarındaki kahvehanelerde gidip çay içtik. Nehzathay-i Azadibeğş’ten arkadaşlarla birlikteyiz. Davut, Habib, Hasan, Muhammed, Mehmet Ali, Murteza, Recep, Hemid, Yusuf, Kave gibi arkadaşlarla birlikte, henüz hayatlarının baharında olan gencecik insanlar da var yanımızda. Akşama doğru karargâhımıza teslim olduk. Pantolonumuzun üzerine sarkıttığımız beyaz gömleklerimizi, tabanını büktüğümüz spor ayakkabılarımızı çıkarıp, gönüllü halk güçlerinin giydiği askeri kıyafetlerimizi giydik. Nehir kenarına kurulmuş binlerce çadır var. Biz de birisine yerleştik. Ama yine sivrisineklerle başımız belada. Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar zalim ve insan düşmanı sivrisinek olabileceğine ihtimal vermiyorum.

Ertesi gün askeri disiplin altına alınmış olduk. Sabah koşuları, askeri spor, günümüzün tamamına yayıldı. Dinlenme saatlerimiz genellikle öğle ve akşam namazlarına bırakılıyor. Öğle yemeği, namaz ve namazın ardından yapılan dua ve sohbetler o günkü yorgunluğumuzu gideriyor. Zaman buldukça gelen gazeteleri okuyor veya kendi aramızda sohbet ediyoruz. Gelenlerin savaşa hazırlanması için gece baskını eğitimleri de devam ediyor. Olabildiğince uykusuz günlerle, eğitim devresini tamamlayacağımızı, önceki tecrübelerimizle daha iyi anlıyoruz. Uykusuzluğa dayanaklığı artırmak maksadıyla o yorgunluğun üzerine gece nöbetleri çıkıyor. Farsçayı rahat konuşamama ihtimaline karşılık, benim nöbetin genellikle binanın damında oluyor. İkiden dörde kadar olan nöbet dayanılmaz gibi. Ayakta uyuyorum. Uykuda yakalanmamak için bütün yöntemleri deniyorum. Olmuyor. Silahımı son pimine kadar söküyorum ve hızlı bir şekilde yeniden topluyorum olmuyor. Yorgun bedenimin olduğu yere yığılmasını engellemek için, sürekli hareket ediyorum.    

Birkaç gün sonrasında Dezful yakınlarındaki mekanize bölüğüne gönderiliyoruz. Genellikle birlikte geldiğimiz arkadaşlarla aynı yere düşmeye gayret ediyoruz. Tahran’dan tanışık olmak ve birbirimize karşı kompleks taşımamak en büyük ortak yanımız. Bulunduğumuz bölükte benden başka Sünni yok. Dolayısıyla köylerden veya taşradan gelenler benim her hareketimi takip ediyorlar. Gariplerine gidiyor veya merak ediyorlar. Bu durumdan rahatsızlık duyuyor ama belli etmemeye çalışıyorum. Bu bölükteki kısa eğitimden sonra, Davut kardeşle birlikte ismine PMP dedikleri tank eğitimi almak üzere farklı bir yere kaydırılıyoruz. Ancak, diğer arkadaşlarımız da bizimle birlikte. PMP tank şoförlüğü üzerine eğitim almaya başlıyoruz. Tankın motoru, paleti, silahları ve güdümlü füzesi konusunda teorik ve pratik olarak lazım olabilecek her bilgiyi pratiğimize yansıtıyor ve yaşayarak öğreniyoruz. PMP dedikleri zırhlı araç, kısa menzilli top, makineli silah ve güdümlü füze ile donatılmış, saatte 120 km hız yapabilen pratik bir araç. Ağır ve hantal tankların aksine manevra gücü yüksek. Suda hareket edebiliyor, yaklaşık bir metrelik düz beton duvara tırmanıyor ve gerektiğinde sis bombası atarak kendisini gizleyebiliyor.

Yaklaşık bir ay süren eğitimden sonra savaş cephelerine sevk edildik. İkinci cephenin hemen gerisinde kepçelerin oluşturmuş olduğu toprak savunma hattının arkasında mevzileniyoruz. Görüş alanımızda ön cephe var. Orası mermi mevzisi alanında. Biz ise uzun menzilli topların, uçakların ve havan toplarının mevzisindeyiz. Gece gündüz top sesleri kesilmiyor. Uçaksavar mermileri bizim bulunduğumuz alana kadar geliyor. Havan topları ise hiçbir şekilde susmuyor. Daha önce mevzi gerisinde bulunan tanklara nasıl saldırılar düzenlendiğini görmüş olduğumdan, her an ciddi bir hava veya kara bombardımanı  tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuzun bilinciyle, tankın altındaki kumdan toprağı eşerek, bir sığınak haline getirmeye çalışıyorum. Kendimce tedbir alıyorum, ancak toprağın gerisinde savaşın hareketini dürbünle izleyen arkadaşlarım bu durumuma gülüşüyorlar. Onlar, bunu savaşın şiddetinden duyulan korkuya yorumluyorlar. O gece yoğun bombardımana rağmen, Habip’le birlikte tankın altında yattık. Habip benim topçum. Bütün arkadaşların yüzünden eksik olmayan tebessümlerin de kaynağı. Her hareketi komik. Bulunduğumuz yerden, düşman mevzilerine ateş etmek istiyor, izin vermiyorum. Çünkü arada bizim güçlerimiz var. Aşk içerisinde her gün ateş etmeye hazır, silahları temizliyor. Güdümlü füzelerin, topun görünen kısmının toz kapmaması için özen gösteriyor.

Öğleye doğru yoğun hava saldırısıyla karşı karşıya kaldığımızda, Habib sevince boğulmuştu. Ateş edebileceği hedef üstünde duruyordu. Uçaklar onun hedefine girince makineli tüfekle çılgınca ateş ediyor ve çocuklar gibi -bu fazla da normal olmayan haline- seviniyordu. Onun bu çocuksu halini seyrediyor ve çevremize düşen bombalara aldırış etmeden Habib’in komikliğine gülüşüyorduk. Bizim hatta yoğun ateşimizden dolayı olsa gerek, isabet alan araç olmadı. Bununla birlikte arkadaşlarımız, olayın ciddiyetini anlamış ve tankın altındaki yumuşak toprağı biraz da mahcubiyet içerisinde kazıyarak mevzi haline getirmeye başlatmışlardı.

Sıcak savaşın içinde değiliz. Mevzi gerisinden silah, cephane ve erzakı ilk cepheye ulaştırıyoruz ve neredeyse gün boyu hareket halindeyiz. Toprak yolda, asfaltta, olabildiğince hız yapıyorum. Çoğu zaman Davut’la yarışarak savaşı bir oyuna dönüştürüyoruz. O, benden daha usta. Daha önceden direksiyon tecrübesi var. Kimi zaman da sıcak çatışmalardan sonra cepheden, geri birliklere yakalanmış esirleri götürüyoruz. Toz, toprak veya kimi zaman kana bulanmış bir halde, elimizden geldiğince zarara ve herhangi bir dış saldırıya uğramamaları için özen gösteriyor ve onları sağlam bir şekilde karargâha ulaştırmaya çalışıyoruz. Yol boyunca yanımızdan ayırmadığımız kek türü, yiyecek, meyve suyu veya içecek su ikram ederek, yüzlerine yansıyan endişe ve korkuyu azaltmaya çalışıyoruz. Bunların hepsinin Saddam zulmü altında inleyen yoksul ve çaresiz insanlar olduğunu iyi biliyoruz. Dünya emperyalizminin tuzağına düşen insanlar olarak gördüğümüz esirler, idam mahkûmları gibi suskun ama dehşet içerisinde oldukları her hallerinden anlaşılıyor. Onlar fiziki olarak etkisiz kalmış biçare insanlar olarak bizim davranışlarımıza güven duymuyor, idama mahkûm konumunda olanların son dileklerini yerine getirdiğimizi sanıyorlar. Aslında bıraksak, onların parçaları bile cephe gerisine gitmeyecek. Ölen insanlardan, sivil kesimlere yapılan yoğun saldırılardan, şehit törenlerinden ve harabeye dönmüş şehirlerden dolayı onlara büyük bir öfke var. Onların gönüllerini yumuşatmaya çalışıyoruz. Uzun süre bizimle birlikte kalanlar, abdest için su istiyorlar ve namaz kılıyorlar. Bu manzara karşısında yüreğimiz acıyor. Elimizde olsa hepsini serbest bırakacağız. İstisnai de olsa, davranışlarımıza güvenip içinde bulundukları durumdan dolayı kendi dilleriyle, lisanı hal ile sitem edenler de oluyor ve bununla yetinmeyip “el mevtul Saddam” diyerek tepkilerini dile getiriyorlar. Yaralı olanların, kan kaybını durdurmak için bulabildiğimiz paçavraları sargı bezi olarak kullanıyoruz. Yol boyunca götürdüğümüz esirlere yönelik saldırılar oluyor, biz müdahale ediyor ve onların kendi istekleriyle teslim olduklarını söyleyerek ortamı yumuşatmaya çalışıyoruz. Konuştuğumuz dili bilmeseler de, olayların seyrinden neler yaşandığının farkında olan esirler minnet duygularını sıcak bakışlarına yansıtıyorlar. Onların bakışından, Ortadoğu’da nasıl bir yaşamla karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla anlayabiliyorum. Mezopotamya’nın şahin bakışlı evlatları olmakla övünsek bile, her dönemde zalimlerin oyuncağı olmaktan kurtulamıyoruz. Esirlerin durumu, savaşın gidişatı bunu açıklıyor. Yaşamımız isyan renginde olsa bile, ruhsal ve fiziksel köleliklerden kurtulamıyoruz. Karın güneşte erimesi gibi korkunun, bakışlarımızda eridiğini söylesek bile, çaresizlikler, sahipsizlikler, bilinçsizlikler bizi modern kölelikten kurtarmaya yetmiyor.

Gün boyu devam eden bu trafikten sonra, akşam aynı mevzimize yerleşiyoruz. Yemeğimizi açık bir alanda yiyoruz. Tüp üzerinde kaynattığımız çaydan arta kalanı, şehirden aldığımız termoslara dolduruyoruz. Savaşın en şiddetli olduğu zamanda bile, termoslara doldurduğumuz çayı içerek, acıya, endişeye, korkuya renk katıyoruz. Gece boyunca bombardımandan dolayı uyuyamayınca, çay sohbetleriyle oyalanmaya çalışıyoruz. Herkesin plastik bardakta çay içmesine karşılık, küçük bir cam reçel kavanozu kendime özel bardak yapmam en önemli gündemimiz oluyor. Ateş, barut, kan ve ölümün her alanda, her an bizi tehdit etmesine rağmen gündemimizle dış dünyadan kopmaya çalışıyoruz. Kendimizi bir çay bardağına kilitlediğimizin farkında olmadan, korkularımızdan, endişelerimizden, ruhsal dengesizliklerimiz ve depremlerimizden kopmak istiyoruz. 

Karşı saldırı veya bizim taraftan yapılan her operasyona katılıyor, operasyon bittikten sonra yeniden kendi alanımıza çekiliyoruz. Çatışma anında Habib, son mermiye kadar ateş ediyor. Benim ısrarlarıma rağmen, güdümlü füzeyi de gönderiyor, ancak hangi hedefe ateş ettiği veya isabet edip etmediğini göremiyoruz. Durduğumuz zamanlarda da, topu yüz atmış derece döndürmeyi ihmal etmiyor. Normalde topu, aşağıya doğru sarkıtmaması gerekiyor. O bunu dinlemiyor ve çoğu zaman dışarı çıkarmış olduğum başımın belası. Irak’tan gelen havan toplarından çok, onun topun namlusunu çevirmesinden korkuyorum. Bir defasında, boynumu top namlusuyla yuvarlak kapağın demirine sıkıştırmıştı da başkalarının yardımıyla kurtulmuştum. Bundan sonra, onun hareketlerine karşı çok dikkatli olmaya çalışıyorum. Haddinden fazla heyecanlı. Yaptığı işe kendisini kaptırdığı için, dış dünyayla ilişkisi kesiliyor. Dolayısıyla tankın büyük gürültüsü arasında çoğunlukla benim sesimi duymuyor, ancak aşağıdan ayağına bir şeyler fırlatarak durdurabiliyorum. Hatasını gördüğü zaman da saatlerce özür diliyor, kucaklıyor… O kadar candan, samimi ki, onun hiçbir hatasına kızamıyorum.

Huzistan eyaletinin savaşa taraf olan ilk şehirlerinden Musyan ve Kürdistan’ın körfez yönündeki ilk şehri olan Dehloran bölgesinde Muharrem operasyonunun en sıcak sürecinde, biz de gücümüz oranında katkı sağlıyoruz. 3 merhale şeklinde süren operasyonun ilk sürecinde büyük kayıplar vererek geri çekildik. 2 ve 3. Merhalelerinde ise insan gücüyle Irak ordularına karşı büyük zaferler elde ettik. Operasyon boyunca başımızda, daha önceki çatışmalarda ağır yara almış ve bir kolu tamamen sakat olan İbrahim var. Savaşın ilk gününden beri cephelerden ayrılmamış. Muharrem operasyonunun son merhalesinde Irak topraklarına kadar ilerliyoruz. Zubeydat şehrini kuşatıyoruz. Operasyon dönüşü Davut ile birlikteyiz, kısa gerilla havan topu ve farklı silahları ganimet olarak tanklarımıza yerleştiriyoruz. Dönüştü hızla birbirimizi geçiyoruz. Yaptığımız işten dolayı çok mutluyuz. Her birimizin aracının üstü ve içerisi esir dolu. Irak, savaş boyunca ilk kez o kadar esir veriyordu. Ben öndeyim, aniden bir patlama sesi geldi. Durdum ve geriye baktım. Davut, bizi geçmek için yolun dışından gelmeye çalışırken bir mayına isabet etmiş. Geri döndük. Mayın arka kısmındaki paletleri parçalamış, ciddi bir zayiat yok. Hızlı bir şekilde paletimizi onardık, kullanılmayan kısma araçta bulunan parçalarla takviye ederek yeniden yolumuza devam ettik.   

Sıcak çatışmalarda bizim gruptan arkadaşların tanklarından bazıları isabet aldı, birkaç yaralıyla kurtulduk. Kimsenin ölümüne vesile olmamak için sürekli dua ediyorum. Savaş bana anlamsız geliyor, ancak savaşan tarafların belli hedefleri var ve ben de mazlumun yanında olmam gerektiğine inanıyorum. Irak, İran İslam İnkılâbının, düşüncesini halklara yaymasından ve dünya üzerinde yeni bir Fars imparatorluğu kurmasından korkuyor. Dünyada bu yönde oluşan düşünceyle, biraz da kendi militarist gücüne güvenerek İran’ı teslim olmaya zorlayacağını hesaplıyor. Arap ülkelerindeki diktatörlerin bu yönde korkuları var. Halklarından korkuyorlar ve bundan dolayı birçok desisenin yanında, İran hükümetinden, Mehdi Haşimi ve onun düşüncesinde olan Nehzathay-i Azadibeğş hareketinin etkisiz kılınmasını istiyorlar. Diplomatik taleplerin altında, kendi ülke halklarından ayaklanmasından duydukları korkular yatıyor. ABD de dünya üzerinde hâkimiyet kurma emellerinin önünde tehdit olarak gördüğü İran’ı sindirmenin yollarını arıyor. Bir yandan Irak güçlerine her türlü desteği sağlarken, diğer yanda uluslararası alanda baskı oluşturmaya, ambargo silahını kullanmaya çalışıyor. Son dönemde, İran’da gerçekleşen bazı olayların neticesinde, iç politikada da bu çerçevedeki çabaların etkili olduğunu düşünüyorum. Mehdi Haşimi’nin faaliyetlerinin sınırlandırılması veya Halkın Mücahitlerinin ülke çapında önemli bir güce kavuşması ve hatta Tudeh’in ülkenin en önemli makamlarını ele geçirmesi sıradan gelişmeler değildi. Belirli güçler onlar üzerinde hesaplar yapıyordu. Bunların başında da ABD vardı. Tehlikeli bir sürecin başladığı, ortaya çıkan her yeni gelişmeyle daha müşahhaslaşıyordu.

Elçilik işgalinden sonra, Bazergan’ın sistemin kendisine olan muhalefetiyle siyaset sahnesinden çekilmesiyle birlikte, Halkın Mücahitleri sistemin kadroları arasında süren çekişmelerden yararlanmaya çalışmıştı. Toplumun mollalara tepki duyması için her türlü propaganda imkânlarından istifade ettiler. ABD elçiliği görevlilerinin esir alınmasıyla birlikte gelişebilecek her türlü dış saldırıyı gündeme taşıyarak, günülü halk güçlerini kendi yanlarına çekmeye çalıştılar. İmam Humeyni bunun farkındaydı ve onların siyasal alanda daha fazla güçlenmemesi için, İslam’ın başka ideolojilerin emrine verilmek istendiği yolunda uyarılarda bulundu ve ilk kez Halkın Mücahitleri hareketini dolaylı olarak münafıklıkla suçladı. Recevi’nin cumhurbaşkanlığı adaylığının onaylanmaması ve İmam’ın işaretiyle hedef haline gelen ve büyük şehirlerdeki büroları, askeri birimleri, kültürel merkezleri müsadere edilip, çalışmaları yasaklanınca, legal faaliyetlerini illegal hale dönüştürdüklerini ilan eden Halkın Mücahitleri, en büyük tehlike olarak toplumun gündemine oturdu. Tehlike bu andan itibaren bütün ülkede sokak eylemlerine, saldırılara, teröre dönüştü. Halkın Mücahitleri, Beni Sadr ile işbirliği içerisinde olup, inkılâbın asli unsuru olan halktan kopmanın kendilerine ne kadar büyük zarar verdiğini anladıkları zaman iş işten geçmişti. Onlar artık halk nezdinde münafık konumundaydılar. ‘Cumhur-i İslami Partisi’ne, başbakanlığa ve devrim muhafızları liderlerine yönelik düzenledikleri suikast saldırılarında binlerce insanı katlettiler. Halkın nefret selinden kurtulmak için Kürdistan gerilla saflarına katılmaları, Şah’ı ülkeden kaçıran pilot albay Bezad Muazi’nin, kadın kılığına giren Beni Sadr ve Recevi’yi uçakla kaçırmaları ve onların da Fransa’dan siyasi sığınma almaları, hiçbir şekilde Halkın Mücahitlerini mağlubiyet sürecinden kurtaramadı. İslam ile Marksizmi harmanlayıp Müslüman sol sentezini modelleştirmeye çalışmaları, halkın değerlerine karşı savaş açmaları, geleneksel din temsilcilerinin katledilmesi, şiddeti sıradan insanlara kadar yaymaları, batı düşmanlığının zirvede olduğu bir zeminde, batı yanlısı Beni Sadır gibilerini desteklemeleri, Tahran gibi büyük şehirlerde toplumun içine sindiremediği çekiç-oraklı bayraklar, Marks, Lenin, Stalin benzeri ateist şahsiyetlerin kişiliklerini ön plana çıkarmaları, kendi yasalarını insanlığın bütün değerlerinin üzerinde görmeleri, onlarının samimi duygularla başlatmış olduğu mücadeleyi kirletti. Ayet, hadisle başladıkları mücadeleden geriye bayanlarının tek tipli tesettürlü hali ve geleneksel dini merasimlerde döktükleri gözyaşları kaldı. Şah’a meydan okuyan, halkın ekseriyetinin teveccühünü kazanan, ciddi ve birikimli bir halk hareketi olan Mucahidan-i Halk, içine düştüğü tarihi hatalardan kurtulamadı ve yeni dönemde yanlış tercihlerden dolayı kaybetti. Halkın nefretini kazanan bir hareketin, içine düşebileceği en aşağı makama layık görüldü.

İç çekişmeler, terör ve bazı kadroların sistemin derinlerini ele geçirme mücadelesi devam ederken, savaş da bütün boyutlarıyla insanları katletmeye, yerleşim alanlarını yıkmaya, ülkenin ekonomisini patlayan bombalarla havaya uçurmaya ve ülke liderleri inatlarını sürdürerek bu zincirin halkalarını arttırmaya devam ediyordu. Savaşın acımazsızlığını yaşamadan anlamak zordur. Gencecik insanların, inandıkları değerler uğruna ölüme gitmesi sanıldığı kadar kolay değil. Bunu bütün benliğimizle yaşıyoruz. Habib’in kabına sığmayan heyecanından dolayı, çoğu zaman komutanlarımızı dinlemiyor ve bize belirlenen noktalarda durmayıp çatışmalara daha yakın alanlara akıyoruz. Aralıksız yağan bombaların, belli belirsiz gelen kurşunların yönünü ve mesafesini tahmin ediyoruz. Çıkarmış olduğu sesten ne kadar yakınımıza düşeceğini anlamaya çalışıyoruz. Üzerimize gelme ihtimali olan havanların veya topların sesine göre yere yatıyoruz. Eğer araçta hareket halindeysek, isabet almamak için daha hızlı gitmeye çalışıyoruz.

Ön cephede savaşan birliklerin lojistik taleplerini götürdüğümüz bir gün, savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu. İnsanlar ağustos sıcağında kavrulmuş başakların tırpan karşısında yere düşmeleri gibi, karadan karaya ve karadan havaya patlayan havan topları ellerinde bayrak, alınlarında çeşitli dualar, sloganlar yazılı olan nur yüzlü gencecik insanları birer birer yere seriyordu. Havada patlayan mayın toplarından kaçabilmek zor. Havadan yere doğru parçalarını dağıttığından, çıplak arazide kurtulma ihtimali az. Savaş bölgesi de çorak, çıplak tepelerle dolu. Tepenin arkasında duruyoruz. Yoğun bir bombardıman var, ancak olanların acısından başımıza yağan demir parçalarının farkında bile değiliz. Tam karşımızdaki tepeden İran birlikleri hareket halinde, tepenin üstünden tek sıra halinde ellerinde bayraklar yürüyorlar. Modern çağın bütün askeri teçhizatına karşı bir avuç insan, yürekleriyle meydan okuyorlar. Ölüme, toplara, misket bombalarına, makineli tüfeklere, tanklara meydan okuyorlar ve tepeye çıkan birliklerin neredeyse tamamı buğday başakları gibi biçiliyor. İmam’ın “biz insan gücüyle savaş makinelerinizi mağlup edeceğiz” şeklindeki meydan okumasının karşılığı bu olmalı. Bunu izliyoruz. Çaresiz bir şekilde, yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Aynı manzarayı üçüncü kez izledik. Onlar da aynı akıbetle karşı karşıyaydılar. Her defasında insanlar vuruluyor ve yaralıları kurtarmaya gidenler de düşüyorlar. Buna komuta eden komutanı bulup parçalamak geçiyor içimizden, aramızda bunu dillendiriyoruz ve neden tepenin arkasından değil de üstünden hareket edildiğine bir anlam veremiyoruz.

Bundan fazlasına dayanamıyorum. Anlam veremediğim bu manzarayı daha fazla görmemek için Habibe, baskı yapıp oradan ayrılıyoruz. Oradan ayrılıyoruz, ancak kanayan yüreğimiz orada kalıyor. Cepheye yeniden lojistik destek getirmek üzere asfalt yoldan, toprak yola saptığımız esnada yoğun bir hava saldırısı başladı. Irak topçu birlikteleri de, bizim tankı vurdukları zaman İran’ı mağlup edebilecekleri duygusuyla bütün bombalarını bizim üzerimize yağdırıyorlardı. Hava bombardımanı yol boyunca şiddetini sürdürdü, her an isabet alabileceğimiz duygusuyla üst kapak açık ve biz de kafamız dışarıda hareket halindeyiz. Her bırakılan bombada toz-toprak içerisinde kalıyoruz. Çoğu yerde galiz tozun içerisinde aracımızı ezbere sürüyoruz. Aracımıza çarpan bomba parçaları, motorun sesini bastırıyor. Toz-ter içerisinde, hava savunma sahamızın güçlü olduğu alana geçiyor ve ondan sonrasında normal seyrimizi takip edip karargâha varıyoruz.

Prefabrik şeklinde yapılmış alanda duş aldıktan sonra, tozun içerisinde hiçbir şekilde temiz tutamadığımız saçlarımızı kısaltmak için gönüllü berberlere gidiyoruz. Boynuma beyaz bir önlük sarıp, kafama makineyi dokundurdukları an, ben kopuyorum. Biraz önce yaşadıklarımızı unutarak, ölümü, savaş dehşetini, yaralıları, korkuları geride bırakıp Bayrampaşa cezaevine uçuyorum. Tecritten sonra, pis bir alanda, üzeri yılların kirleriyle kaplı makine ile saçlarım kazındığı zaman, gözlerimden akan yaşların derinliklerine dalıyorum. O kadar duygusal bir an içinde kaybolmuştum ki, elimde olmadan gözlerimden yaşlar boşandı. Bir anlam veremiyordum, dolayısıyla kimsenin görmemesi için gözüme kıl kaçmış gibi davranıp, ıslaklıkları sildim. Aslında, ağlamamam için hiçbir gerekçem yoktu. Gencecik insanları, tepelerde ölüm makineleri karşısında birer birer düşerken görmüş, o da yetmemiş gibi yol boyunca bombardımandan kurtulmaya çalışmıştım ve traş makinesi saçlarıma değdiği an, Bayrampaşa cezaevinde duvarlarında bitler yürüyen tecrit odasını, ondan sonrasında kesilen saçlarımı ve şubat ayında yerdeki suyu buz kesilen betonda bir askeri battaniyenin içerisinde sabaha kadar oturarak geçirdiğim günleri hatırlamıştım. Gerçek gerekçem bu değildi aslında. Diyarbakır cezaevinde yatan iki kardeşimin neler yaşadığını gelen haberlerden tahmin edebiliyordum. Yorgun bir şehri rivayet eden surların içerisinde yer alan, kapalı demir kapılar arkasında hızla çarpan yürekler bulunan zindandan hergün yeni hikâyeler duyuyordum. Demir kapıların arkasında insanlık dışı her şey yaşanıyordu. Ölüm, işkence, ayrılık, özlem, ihanet, onursuzluk, ümitsizlik, acı, insana ait bütün değerlerin ayaklar altında ezilmesi gibi. Yılmaz, Ömer, Mekki ağabeylerimiz ordaydılar, ama Sadrettin, Hacı, yüreğimden bir parça koparıp, dipsiz kuyularda boşluğa karışıyorlardı. Korkunun, vahşetin, cinayetin, işkencenin doruğa çıktığı, insanlık onurunun çiğnendiği işkence merkezinde Allah’tan başka sığınakları yoktu. Ölenlerin, sakat kalanların, onurları kırılanların, hasta düşenlerin, hayvan muamelesi görenlerin sesinin kısıldığı bir mekânda nasıl bir yaşam içerisinde olduklarını tahmin edebiliyorum. Yüzlerce tutuklunun zor şartlar altında ve kirlilikten dolayı vereme yakalandıkları, tahlil yapılacak diye verem hastası olanların balgamlarının toplanıp gizlice yemek karavanalarına karıştırıldığını duyunca düşmanlığın, kinin, nefretin, öç almanın, öfkenin boyutlarını daha iyi anlıyordum.

Ben aslında, bu çaresizliğe ağlıyordum. Tepelerde ellerinde bayraklarla, ölüm kusan savaş makinelerinin karşında çırpınarak yere düşen gencecik insanların acısını, Diyarbakır cezaevindeki zulümlere karıştırıyor ve hıncımı gözyaşlarımdan çıkarmaya çalışıyordum. Boğazımda düğümlenen acıyı gözyaşlarımla hafifletmeye çalışıyorum. İçim yanıyor. Boğulacak şekilde, gözyaşlarımı kandamlaları halinde yüreğime akıtmayı tercih ediyordum. İnsanların bu kadar kolay ölmesine tahammül edemiyoruz. Aslındaysa İran içinde de savaşla ilgili ciddi tartışmalar var. Huremşehrin alınmasından sonra bu iki görüş kanaatlerini dillendirmeye başladılar. Biri “biz kan dökme ve ülkeleri işgal etme taraftarı değiliz. Dolayısıyla iki tarafın daha fazla can kaybına yol açmaması için savaşa son verelim.” Diyordu. Diğer bir kesim ise, Saddam’ın saldırılarını sürdürme ihtimali devam ediyor, dolayısıyla Irak şehirlerine kadar ilerleyelim ve onu kendi topraklarında engellemenin yollarına bakalım.” Bu resmi görüştü. Savaşın uzamasında ve barış yapılmamasında diğer görüşleri ihanetle suçlayarak susturdu ve tek hakim tez olarak savaşı sürdürdü.

Azeri olan berberle muhabbet ederek, acımı gizlemeye çabalıyorum. Kelimeler boğazımda düğümlenirken, berberin esprilerine tebessüm etmeye zorluyorum kendimi. Habip, barakanın dışında, bir grup arkadaşı etrafına toplamış sesli bir şekilde gün boyu yaşadıklarımızı hararetli bir şekilde anlatıyordu. O da tepenin üstünde gencecik insanların kurşun ve top yağmuru altında ölümle buluşmalarını içerleyerek anlatıyordu. Her taraf yangın yeri olduğundan, ölüme, yaralıya ve çaresizliklere alıştığımıza vurgu yapıyor.

Akşama doğru yeniden mevzilendiğimiz bölgedeki birliğimize, yemeğimizi alıp geri döndük. Akşam geç saatlere kadar ambulanslar çalıştı, bizim payımıza da akşam yemeğinden sonra geri cephelere beş Irak’lı esir götürmek düştü. Geç saatlerde mekânımıza geri döndük. Ben de, Habib de yorgun düşmüştük. Çay yapıp içmeye bile takatimiz yoktu. Tankın altına yaptığımız mevzimizde üzerimize örttüğümüz ince battaniyenin altında nasıl uyuduğumu hatırlamıyorum. Gece topçu atışı yoğunlaştı mı, sakin mi geçti haberimiz olmadı. Irak güçleri saldırıya geçmiş olsaydı, büyük ihtimalle bizi uyur halde bulacaklardı.

Ertesi günü baharın en güzel günlerinden biriydi. Güneş, ömrümün hiçbir döneminde bu kadar güzel görünmemişti bana. Savaş, sanki durmuş gibiydi. Arada bir patlayan toplar, havanlar olmasa kendimizi farklı bir âlemde zannedeceğiz. Çayımızı küçük tüpün üzerine bıraktık. Tankta bulunan bolca kahvaltılıkları, köylülerin kurutarak kamyonlar dolusu gönderdikleri saç ekmeklerden payımıza düşeni çıkardım. Bize yetecek kadar ekmeğin üzerine biraz su serperek bir poşetin içerisine yumuşamak üzere beklettim. İbriği alarak, biraz ileride abdest almaya gittim. Daha yeni oturmuştum ki, bir ses geldi. Vııj, güm… Kısa ve sert bir ses. Ne olduğunu anlayamadım. Havan topu gelen sesten anladığım kadarıyla beni hedef almıştı ve üzerime düşmüştü. Üzerime bir şeyler düşmüştü, ama yukarıdan gelen toprak parçalarıydı. Demirlerden iz yoktu. Hayal âlemindeydim. Şaşkınlık içerisinde yerimi değiştirip, daha güvenli bir yere geçtim. Devamı gelmedi. Bedenimi kontrol ettim hiçbir iz yoktu. Geri döndüm oturduğum yere yaklaşık yarım metre yakına düşen havan topunun açtığı büyük çukurdan henüz toz yükseliyordu. Bu mesafede top parçalarının bana isabet etmemesi veya en azından patlama tesirinden etkilenmemem mümkün değildi. Ancak, beni koruyan bir gücün yardımıyla bu patlamadan kurtulabilirdim. Sabahın güzelliğine bir güzellik eklemişti bu patlamadan kurtulmam. Tebessüm edip, başımı sallayarak Habib’in yanına giderken, onun da bana doğru koştuğunu ve telaş içerisinde olduğunu gördüm. Topun benim üzerime düştüğünü görmüş ve bana doğru gelirken kurtulma ihtimalimin olmadığını düşünerek korku ve endişe içinde koşmaya başlamış. Göz göze geldiğimizde tebessüm etmekle yetindik. Toplu bir halde kahvaltımızı yaptıktan sonra, yeniden belirlenmiş işlerimizin başına geçtik.

(Devam Edecek)

Davut kardeşle bir dağ yürüyüşü

 

Davut kardeşle Irak topraklarındayız

 

Eğitim sonrası barakamızdayız

 

Eğitim sonrası barakamızdayız

 

Eğitim sonrası barakamızdayız

 

Irak topraklarında çatışmalar esnasında çay yapıyoruz

 

Nehzathay-i Azadibeğş'ten arkadaşlarla birlikteyiz. Davut, Habib, Hasan, Muhammed, Mehmet Ali, Murteza, Recep, Hemid, Yusuf, Kave

 

Nehzathay-i Azadibeğş'ten arkadaşlarla

 

Oturan 3 kişi Iraklı esir

YAZIYA YORUM KAT

2 Yorum