1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (18)
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (18)

21 Şubat 2011 Pazartesi 00:35A+A-

[email protected]

Kaldığımız villada, misafirlerimiz eksik olmuyor. Kum medreselerinde okuyan bazı öğrenciler ve Türkiye’den İran’a gezmek için gelenler sabır ve dayanağımız haline geliyor. Gelen misafirlerin bize ulaştırdığı bilgilerle, Türkiye’de neler olduğunu anlayabiliyor, darbeden sonra yaşanan sosyal ve siyasal gelişmeleri okumaya çalışıyoruz. Daha bir-iki yılımızı doldurmadan derin bir özlem başlıyor. Yeşil bitkileri kavurup kurutan bir hasret alevi, içimizi acıtıyor. Hicret kültüründen dolayı bunu dışarıya sezdirmemeye gayret ediyoruz. Gizliyor, içimize atıyoruz. Türkiye plakalı bir aracı gördüğümüz zaman verdiğimiz tepki aynı olduğundan, gizlenen hasretlerin, özlemlerin farkındayız. Özlediğimiz topraklar, daha çocukluktan itibaren baskı gördüğümüz, mahrumiyetlerin, yoksullukların, zulümlerin hayatın bütün alanlarına yayıldığı özellikler taşıması açısından da bizim için farklı anlamlar ifade ediyordu.

Fazla masraflı olur diye ısıtma sistemini çalıştıramadığımızdan, elektrik ocaklarıyla ısınıyoruz. Bütün binayı ısıtmak önemli bir bütçe gerektiriyordu, biz de bu imkana sahip değildik. Bunu yapamayınca, en azından oturduğumuz alanı ısıtmaya çalışıyoruz. Çoğu zaman bahçeden topladığımız kuru odunları en soğuk günlerde yakıyoruz, şömine kısa süreliğine de olsa ısısını evin büyük bir bölümüne yayıyor. Her pencereyi ince battaniyelerle izole etmeye çalışıyoruz. Tahran’ın tamamında camların hava saldırısına karşı karartılması bir gelenek, ancak biz soğuktan korunmak için bunu yapıyoruz. Kuzey Tahran, normal zamanda bile serin geçiyor. Kış aylarında ise, sert bir ayazla adeta donduruyor.   

Bağ-i Şiyan’da bir grub Müslüman, geçmişe dair ümitlerimizi, ideallerimizi, mücadele yöntemimizi, tarihi yanılgılarımızı konuşuyoruz, ileriye daha sağlam adımlarla yürüyebilmek için değerlendiriyoruz. Aramızda doktor, öğretmen, öğrenci var. Kenan Evren’in yeni çıkarmış olduğu “yemin genelgesi”yle birlikte, İslami hassasiyetleri olan onlarca insan, onursuzluk konseptini kabul etmeyip işten ayrılmak zorunda kalmıştı. Bir kısmı, Türkiye’de serbest çalışma veya işporta alanlarında geçimini sağlamaya başlamış, diğer bir kısmı rotası belli olmayan macera okyanuslarına açılmıştı. Buraya gelenler veya başka ülkelere gidenler ise, darbenin dayatmasına teslim olmayacak şekilde yeni ümitler ve alanlar oluşturmanın peşindeydi. Türkiye’den gelenler, genellikle İslam İnkılâbını zor durumda bırakmaya çalışan emperyalist kaynaklı savaşta fedakârlıklar göstermek ve hatta savaşa katılıp “şehit olmak” üzere gelmişlerdi. Bir kısmı Cihad-i Sazendegi (Yapım Onarım Hareketi) bünyesinde savaş cephesi gerisinde gayret gösteriyordu. İran, Türkiye’de tahmin edilen veya hayallerde gelişen, kitaplardan okuduğumuz ve özellikle de Seyyid Kutub’un Fizilal’i Kur’an’da yoğun işlediği “ensar-muhacir”in önemli bir yer kapladığı Medine-i Fazıla şeklinde idealize edilen İran değildi. Kendisine göre şartları, gelenekleri, tarihi, sosyal yapılanması, kültürü, geçmişten süregelen tarihi birikimi olan bir ülke idi. Dolayısıyla, sınırdan geçtikten hemen sonra derenin üzerindeki kalın buzu kırıp abdest aldıktan sonra, karın üzerinde şükür namazı kılanların kısa sürede uğradıkları hayal kırıklığını, değişik gayeyle gelenler de kısa bir zamanda yaşıyorlardı. Elbette ki, İslam hükümlerinin yürürlükte olduğu bir devletin sınırları içerisinde yaşamak, ayrı bir mutluluktu. Bunu hepimiz iyi biliyorduk. Ancak, İran’ın kendisine has olan sosyal ve mezhebi yapısı topluma entegre oluşumuzu zorlaştırıyordu. Ne yaparsak yapalım biz yabancıydık, sığınmacıydık, başka bir kültürden gelmeydik ve bunlardan da önemlisi sonradan mezhep de değiştirsek, hakkımızdaki “acaba!”lardan kurtulamazdık. Okuduğumuz kitapların yönlendiriciliğinde, sıkıntılı zamanlarda “hicret” edilmesi gerektiğini öğrenmiş ve onu pratiğimize yansıtmıştık. Ensar örneğiyle muhacirlerden fazlaca beklentilerimiz vardı. Özellikle, siyasi bir bilinç sahibi olanlarımızın beklentileri daha fazlaydı.

Geçmişte yaşadığımız siyasal kırılmayı, yenilgiyi birlikte değerlendirdiğimiz öğretmenlerimiz, doktorlarımız, esnaflarımız, yazarlarımız vardı. Kendi aramızda konuştuğumuz zaman öğretmenlerimiz, istifa edip geldikleri okulda ne kadar etkili olduklarını ve öğrencileriyle kurdukları diyaloglarla onları şekillendirme imkânlarının oluştuğunu anlatıyorlardı. Onlarca öğrenci üzerinde oluşturdukları güven ortamıyla, onları İslam’la tanıştırıyor, onların kitap okumalarını ve belli bir düşünce zeminine çekilmelerine yardımcı olduklarını anlatıyorlardı. ‘Yemin Genelgesi’nden önce, düzenli bir hayata, iyi bir ekonomiye ve kirlenmemiş genç dimağları şekillendirme imkânlarına sahip olduklarını anlattıklarında, nasıl bir ruhsalı yaşadıklarını rahatlıkla görebiliyorduk. Gizliden, kendi dünyalarında iyi muhasebe etmeden verdikleri kararı sorguladıklarını, iç çekmelerinden, verdikleri kararla alay edercesine tebessüm edişlerinden rahatça anlayabiliyorum. Darbe zihniyeti bu saf endişeleri devre dışı bırakmak için, kurnazca bir oyun oynamış ve bizim arkadaşlarımız da tuzağa düşerek, çaresiz olarak hazırlanan projenin hedefe ulaşmasında önayak olmuşlardı. Tıpkı, Cuma namazını protesto edenlerin sistem tarafından baskı altında tutulması veya yakalanarak sorguya çekilmesinde izlenen politik tavırda olduğu gibi… Çıkarılan yemin uygulamasıyla, İslami hassasiyet sahibi memurlar, iman ile küfür arasında itikadi tercih yaparcasına devlet kurumlarından kaçmak zorunda bırakıldılar. Yol gösterici bir makam olmayınca, çaresiz olarak işten ayrılmak zorunda kaldılar. Bu konuda en belirgin, açıklama Sadrettin Yüksel hocadan geldi. Çevresindeki istişare grubuyla yaptıkları toplantıların devamında, “böyle bir uygulamaya teslim olmanın imanî sorumluluk getireceği”  yolunda fetva verdi. Bu daha önce, Dırar mescitlerinde namaz kılınmaması, diyanetin imamlarının arkasında namaz kılınmayacağı, sakalsız imamın imamlığının caiz olmadığı, cumanın sahih olmayacağı ve içinde bulunduğumuz hukukun Dar’ul Harb hukuku olduğu yolunda verilen fetvaların tamamlayıcısıydı. Verilen fetvanın yanlış olduğuna inansak bile, kendimiz olma özgüvenine sahip olamadığımızdan camilerden uzaklaştık ve bu yeni fetvayla kamudan/toplumdan, sosyal alanlardan kopma sürecine girdik. Sonuç, bizi marjinalleştirdi. Toplumdan kopuk metodlarla hazırlıklı olmadığımız zeminlere çekildik.  

Cuma günlerinde her zaman buluştuğumuz Tahran üniversitesinin yan kapısında her yeni görüşmede, farklı misafirlerle tanışıyorduk. Yine böyle bir görüşmeden sonra toplu olarak eve gittik ve öğle yemeğinden sonra oturup muhabbet etmeye başladık. Batmanlı Mesut, aramıza yeni gelmiş, içi kıpır kıpır kaynıyor. Yakın bir zamanda keşfettiğimiz Kerec barajı,  geleli beri sürekli dilinden düşürmediği ve ısrarla görmek istediği bir yer. Sadece buraya gitmek için ısrar etmiyor, bir an önce savaş cephelerine gidip müstekbirliğin bayraktarlığını yapan Baas ordularına karşı savaşıp şehit olmak istiyor. Ve ikinci arzusu da Kerec barajına birlikte gitmemiz. Israrla baraja gitmemizi istiyor. Radyoda, değişik kültürel kurumlarda çalışan arkadaşlar var. O güne kadar görmediğimiz derecede mutlu ve bu mutluluğunu baraja gitme ısrarına yansıtıyor. Öylesine şen şakrak ki, arkadaşlar dayanamıyor ve gitmeye karar veriyoruz. Ertesi gün, öğle yemeğini orada yiyecek şekilde karar alıyoruz. Yaz aylarında dayanılmaz hale gelen Tahran sıcağından, barajın serin kıyılarına sığınıyoruz. Arkadaşlar biraz oturup, dinlendikten sonra suya girme kararı üzerinde anlaşmaya varmadan, soyunup suya giriyorum. Çıktıktan sonra ateş yakmak için çevreye göz attım, yakacak hiçbir şey kalmamıştı. Piknik alanı olarak kullanılan bu kesimde, yanacak ne varsa yakmışlardı.

Barajın karşı tarafında odun bulabilirim ümidiyle yavaş bir şekilde karşıya geçmeye karar verdim ve kimseye söylemeden, sessiz bir şekilde oradan uzaklaştım. Baraj suyu, deniz suyuna benzemiyordu. Kimi yerlerde soğuktu. Yoğunluk olmadığı için, insanın su üstünde kalmasına yardımcı olmuyordu. Yine de bir şekilde karşıya geçtim ve orası biraz daha dik olduğu için oturmaya ve piknik yapmaya müsait değildi. Dolayısıyla, el değmemiş halde duruyordu. İstediğim kadar odun toplayabilirdim, ancak karşıya sudan geçmekten başka yol yoktu. Bize yetecek kadar odunu topladım ve suya değdirmeden, sırtüstü yüzerek karşıya geçmeye çalıştım. Barajın ortalarına geldiğim zaman bizim arkadaşların konakladığı yerden sesler gelmeye başladığını duydum. Önce şakalaştıklarını zannettim. Sonrasında bağrışmalar başladığında olayın ciddi olduğunu anladım ve hızlı bir şekilde oraya doğru yüzmeye başladım. Batmanlı Mesut, daha önceki hayatında küçük nehirlerde, göletlerde yüzmeyi öğrenmiş ve bu özgüvenle barajda yüzmeye kalkışmış. Konakladığımız yerden birkaç metre ötede büyük bir kaya vardı. Arkadaşlar yüzerek o taşın üstüne çıkıp güneşleniyorlardı. O da ısrarla yüzüp o taşın üstüne çıkmak istemiş, arkadaşların bütün itirazlarına rağmen suya atlamış ve baraj suyunun soğuk sularında zorlanınca telaşlanmaya başlamış ve bağırmış. Ölüm korkusu ve endişesi orada bulunan bütün arkadaşlarımızın beyinlerini izole etmişti ve ne yapacaklarını bilmeden birbirlerine endişelerini dile getirmekle, bağrışmakla yetiniyorlardı. Ben ağaçlarımı bir kenara attım ve Mesud’un yardımına koştum. Tıpkı Afganistan’da Oktay’ın Kabil barajına akan nehirde boğulması gibi bir olayla karşı karşıyaydım.

Yorgundum. Sudan çıkmaya fırsatım yoktu. Ölümle bocalayan gencecik bir insan vardı karşımda. Çaresiz bir şekilde onu kurtarmaya gittim. Korkmaması için telkinde bulunuyordum. Ama nafile. Bilincini kaybetmişti. Ben yaklaştıkça, kafamın üzerine atlıyor ve tırnaklarıyla boğazımı tırmalıyor, tutunmaya çalışıyordu. Bende de bilinç yok. Tamamen hayal dünyasında bütün gücümle o kısa mesafeyi onunla birlikte aşmaya çalışıyorum. Beni her yakalayışında suyun derinliklerine götürüyor ve yüzerek onu yeniden suyun üzerine çıkarıyorum. Boğazımı tırnaklarıyla bıçak gibi kesmişti ancak, bu durumu düşünecek durumda değilim. Kısa bir mesafe var ikimizin kurtuluşuna. İkimizin, çünkü her defasına beni suların derinliklerine kadar çekiyor. İkimiz de gönüllü olarak, o ince çizgiyle mücadele ediyoruz. Yalvaran gözlerle çevreme bakıyorum, bizim yardımımıza koşmaya cesaret edebilecek bir tek Allah kulu yok. Ölümle kucak kucağayız. Acı veren bir ölüm. Zamansız bir buluşma, bize göre. İkimizle birlikte bir de ölüm var ve dışarıdan bakan herkes bunu rahatlıkla görebildiği için, hiç kimse yardımımıza gelmiyor. Bizi ince çizgiye çeken gücün tutsağı halindeyiz. Dünyanın bütün kapıları üzerimize kitlenmiş gibi. Bilincimiz başka bir gücün elinde. Karanlık bir hisarın içerisinde el yordamıyla hayata tutunarak, bu esaretten kurtulmak istiyoruz. Olmuyor. Karanlıklarda her defasında derin bir kuyunun içerisine düşer gibiyiz. Yeniden bir çaresini bulup, hayatın içine geri dönüyoruz. İkimizin de gücü bu esarete son vermeye yetmiyor.

O büyük kayaya bir metre gibi bir mesafe kalmışken, Mesut mücadelesini sonlandırıyor. Benim de sonlandırmamı istiyor. Esarette de benimle birlikte olma arzusu var. Kurtulma yolundaki bütün çabalarıma rağmen, o sanki ikimizin birlikte olması duygusuyla suyun üstüne çıkmaya çabalayacağına ikimizi de dibe çekiyor. Ben inat ediyorum, o da ediyor. Ben suyun üstüne çıkmaya çabalıyorum, o ise ikimizi dibe çekiyor. Bütün bunlarda bilinç yok aslında. Tırnaklarıyla bir kartal gibi boğazımdan tutarak beni suların derinliklerine çekti. Derinlere doğru hızla indiğimizi hatırlıyorum. Barajın soğuk suları derinlere doğru daha da soğumaya başlamıştı. Ama bu soğukluk bilinç kilitlenmesinden kurtulmamızı sağlayamadı. Bir kayadan daha hızlı bir şekilde aşağılara doğru gidiyoruz. Bir ara, beni kendisiyle birlikte götürmekten vaz geçti ve ellerini benim boğazımdan ayırdı. Yarı baygın bir halde onun hızla dibe çöküşünü gördüm. Suyun yüzüne nasıl çıktığımı ve karaya nasıl taşındığımı bilmiyorum. O gittikten sonra ben de bu dünyadan gittim. Birkaç dakika sonra kendime geldiğimde, midemde bulunan her şeyi dışarı attım. O zaman ne kadar su yuttuğumu daha net görebiliyordum. Gözlerim barajın soğuk sularında donup kaldı ve her an onun geri gelebileceğini düşünmekten başka aklım hiçbir işe yaramaz hale geldi.

Gözlerimi sudan ayıramıyordum. Yüreğimden, canımdan bir parça kopmuştu. Onun bir daha geri dönmeyeceği gerçeğini aklıma bile getirmiyordum ve her an suyun yüzüne çıkmasını bekliyordum. Bu bekleyişim, cesedinin bulunduğu bir hafta sonrasına kadar da devam etti. Cesedi bulunduğu zaman bile o olmayabilir ihtimalinde ısrar ettim. Akıl tutulması bu olsa gerek. Sudan çıktıktan sonra olayın travmasıyla hastalandım ve yatağa mahkûm oldum. Cenazesi bulunduğu zaman arkadaşlar beni götürmek istemediler. Yataktan kalkacak halde değildim. Beynimin üzerindeki örtüden bir türlü kurtulamıyordum. İçimden kendime, arkadaşlarıma kızıyordum. Ama şunu da iyi biliyordum ki, iyi bir yüzücü olan benim gibi birinin kurtaramadığı Mesud’u kimse kurtaramazdı ve ona yaklaşan her insanın ölümden kurtulma ihtimalinin de olmadığını iyi biliyordum. Yüreğimde yas travmaları katmerleşiyor, içimdeki acıyı dışarıya çıkaramadığımdan boğulacak gibi oluyorum. Defalarca ölümle burun buruna gelip, kurtulmuş olmaktan dolayı sıkılıyorum, kendime isyan ediyorum. Böyle bir acıyı yaşamaktansa yüz bin kez ölmeyi tercih ederdim.  

Onun yasını tutacak bir aklım da yoktu. Birkaç ay sonra, Davut kardeşle birlikte mezarını ziyarete gittik. Behişti Zehra’ya şehitler bölümüne gömülmüştü. Siyah bir mermer taş yaptırdık. Taşın üzerinde Davut’un irfanî ifadeleri vardı. “Gurbette şehid olmuş bir Türkiyeli Müslüman” ifadesi benim için çok şeyler ifade ediyordu. Ailesine haber verdik. Babası geldi ve o zaman Mesud’un gerçekten bizim kardeşimiz olduğunu ve bizden başka hiç kimsesinin olmadığını daha iyi anladım. Babasının umurunda bile değildi. Yaptığı ilk şey Bünyad-i Şehid’e başvurup onun tazminatını almaya çalışmaktı. Birlikte mezarını ziyaret ettiğimizde, duygusuz bir şekilde olaya yaklaşması bir kez daha yüreğimizi parçaladı.

Yeniden normal hayata döndüm. Kendimi gönüllü olarak kapattığım yas hapishanesinin kilitli kapılarını açtım ve dünyaya küskün olma haline son verdim. Esasen, kendimi tutsak hale getirdiğimin farkında değilim. Eve kapandığım yerde sadece cismen tutsak değilim, fikren ve ruhen de kendimi dar bir hücrenin içine hapsetmiş durumdayım. Belli kavramlara, geleneklere, psikolojik ve sosyal olgulara kendisini hapsedenler, dünyayı da bu zindandan ibaret olarak görürler. Ben de öyleydim. Ve her an bir mucizenin olmasını bekliyordum. Zihnimin üzerindeki esaret örtüleri kalkınca, gerçeği artık kabullenmemin kaçınılmaz olduğunu gördüm. Hayatın acı gerçekleriyle yeniden buluştum. Belli bir süre sonra, cepheyle ilgili sevk ve hastane raporlarımı alarak Devut’un da aşırı ısrarıyla Bünyad-ı Şehid’e gidiyor ve kaydımı yaptırıyoruz. Savaş yaralısı olarak yapılan kaydım da tam bir paradoks örneği. Kimlik bilgilerimi, kısmen veriyoruz. Adres konusunda hayali bir adres yazdırıyoruz.

Gurbetin gerçeklerinin zindanından kurtulduktan sonra, yeniden toplumun arasına sessiz bir inkılâpçı olarak katıldım. Mücadele alanında en doğru sözün pratik olduğuna inanıyordum. Daha önceden deneyimimiz vardı. Fatih’te küçük bir grup arkadaştık. Teorilerle, nutuklarla, metod tartışmalarıyla uğraşmıyorduk. İnandıklarımızı hayata, pratiğe aktarmaktan başka bir endişemiz, düşüncemiz yoktu. 77 yılında Milli Gazete’de çalıştığım dönemlerde, akşam mesaiden sonra Metin Yüksel ve çevresindeki 3-5 arkadaşı nerede bulabileceğimi iyi biliyordum. Ya Sofular çay evi, ya Fatih camisi çevresindeki yurtta veya caminin arka bahçesinde çimlerin üzerinde. Onlarla buluştuğum her zamanda, bir kenarda oturur ve daha sonra yapacağımız eylemin komutunu beklerdim. Korsan gösterilerde, yazı yazmada, afiş asmada, komünistlerin semtlerine yönelik eylemlerde hep onun yanında olmaya özen gösterirdim. Ona zarar gelmesini istemiyordum. Onun yanındaydım. Ona olan sevgimi, onu yalnız bırakmayarak göstermeye çalışıyordum.  

Yine bir akşam, Fatih camiinin çimleri üzerinde oturuyoruz. Bir grup genç militan. Onların ateşli konuşmalarını dinliyorum. Metin hep bana bakıyor ve konuşmamı bekliyor. Ben konuşmuyorum. En sonunda dayanamadı ve beni arkadaşlara tanıştırdıktan sonra konuşturmaya çalıştı. Benim cevaplarım kısa ve hep kaçamak doluydu. En sonunda orada bulunan arkadaşlara, “bizim arkadaşımız da böyle. Her eylemde bizimle birlikte, ama konuşmaz, karışmaz, tartışmaz, hep susar.”  Biraz iltifat ve biraz da eleştiri içerikli bir açıklamaydı.

Tahran’da da görüştüğümüz arkadaşları genellikle dinlerdim. Kısa sürede yaşadıklarımız da daha fazla ketum hale gelmeme yol açmıştı. İslam İnkılâbının dünyaya yayılma yankısı henüz bitmemişti. Mehdi Haşimî ve çevresindeki kadronun dünyanın bütün alanlarında irtibat kurma, emperyalizmin etkisini kırma ve örgütlenme çabaları köklü muhasaraya rağmen devam ediyordu. İslam İnkılabının mücadelesi, halk hareketi ve mollaların öncülük yapması metodu Türkiye’de güçlü bir yankı bulmuştu. Samimi olanların bu irtibat çemberinin içine atlamaya hazırlanmalarının yanında, başka maksatları olanlar da devredeydi. Şimdiye kadar birçok art niyetli, kötü emeller taşıyanların çabalarına şahit olmuştuk. İsmail Nacar gibi İslamcılar da dahil sahnede olan herkesle, özellikle Maocu kanattan solcularla yakın diyalog kurmaya çalışıyorlardı. Sistemin derinleri de hummalı bir çalışma içerisindeydiler. Her yönden giderek alenileşen bu akımın kontrol altında tutulması için bütün imkânlarını seferber ediyordu. Örneklerini yaşıyor, hissediyor ve görüyorduk.

Güvenlik ağının muhasarası altında çaresizlik boşluğuna düşmek üzereyken yeni yollar bulmaya çalışıyordum. Tahran’da Mela Halil, Kerec’de Mela Huseyin Marunisi ve Qum’da Mela Halil. Gönül rahatlığıyla sohbetlerine gidebildiğim üç âlim. Hepsinin kendisine has özellikleri var. Tahran’daki Mela Halil, Irak Kürt hareketinin içerisinde bir ömrü tüketmesine karşılık, ders okumaya ve ders vermeye devam eden bir âlim. Kürt tarihi ve edebiyatı üzerinde yoğunlaşmış. Kürtlerin yaşadığı bütün bölgelerin konuşmalarından, şivelerinden derlediği sekiz ciltlik bir Kürtçe sözlük hazırlamış. Yıllarını alan bu sözlüğü bastırmak için Şah döneminde müracaat etmiş, baskıya izin vermemişler. İslam İnkılâbından sonra da İrşad-i İslam’a başvurusunu yapmış, ama netice alamamış. Yorgun düşmüş, gözleri zayıflamasına rağmen gözlük kullanmamakta ısrar eden, kendi halinde, yoksullukla pençeleşen bir alim.

Kerec’de Azimiye semtinde oturan Mela Huseyin Marunisi, aslen Hakkârili. Uzun zaman önce Irak’a göç etmişler. Orada medrese okumuş. İlk Filistin kurtuluş hareketine gönüllü olarak katılmış, oluşturduğu silahlı birimle İsrail askerlerine karşı uzun bir zaman sıcak çatışmaların içerisine girmiş. Bütün Kürt ayaklanmalarında ileri saflarda savaşmış, Barzani ayaklanmasının bastırılmasından sonra İran’a göç etmiş ve Şah’ın onlara tahsis ettiği Azimiye semtindeki mütevazi evde oturuyor. İslam İnkılâbını ve İmam Humeyni’yi, ümmetin birliğini, savunuyor ve değer veriyor. Onlarla yakın bir diyalog kurma gayretlerini sürdürüyor. 

Qum’daki Mela Halil, aslen Türkiyeli. Türkiye’de iken sivri fikirleriyle tanınıyor. Selefi düşüncelerinden dolayı toplum arasında Vahhabilikle suçlanıyor. Irak ve oradan da İran’a geliyor. İran Kürdistan’ında belli bir süre kalıyor ve daha sonrasında Qum’a gidiyor. Orada Şialığı kabul ediyor ve şeceresini çıkararak seyitliğini ispatlıyor. Kürdistan’da beyaz sarık, Qum’da siyah sarığa dönüşüyor. Bu, ona belli imtiyazlar sağlıyor. Bizden biri. Bir alime yakışan mütevazi duruşunu koruyor, yaldızlı bir yaşantısı, lüksü yok. Evine gittiğimiz zaman, hiçbir hizmeti eksik bırakmıyor. Dünyanın gündemi ne olursa olsun, olayı mezhebi alana çekiyor ve özellikle beni sevdiğinden olsa gerek ısrarla şia olmamı istiyor. Onun çocuklarıyla güzel bir diyalogumuz var. Ahmet’le, Mübarek’le, Ali’yle bir aile gibi dertleşiyoruz, ileriye yönelik planlar yapıyoruz. 

Her üçünden de çok şey öğreniyorum. Türkiye’den gelen arkadaşlarla da düzenli bir şekilde görüşüyoruz, ancak belirli çekincelerimiz de yok değil. Cuma toplantı yerine gelmeyenlerle daha fazla ilgiliyim. Zira Cuma toplanma alanına gelmeyenler, belli bir cemaat disiplini içerisindeler. O alana bir-iki defa gelip, daha sonra gelmeyi kesenlerden biri İrfan Çağrıcı. Herkesten önce o, bu şekilde aleni görüşmelerin fazla sağlıklı olmadığına dikkat çekiyor. İrfan’ı Türkiye’den tanıyorum. Yakından görüşme imkânımız olmasa da onun kişiliği konusunda olumlu bilgilere sahibim. Genellikle gözden uzak alanlarda buluşuyor ve Türkiye’nin içinde bulunduğu durum, geleceğe dair ümitlerimiz, hedeflerimiz üzerine konuşuyoruz. Türkiye’deki baskı rejimini değiştirme, dönüştürme veya en azından ıslah etme çerçevesinde ne yapılması gerektiği konusunda görüş alışverişinde bulunuyoruz. Türkiye’den benimle ilgili olumlu referansları olduğundan, her yönüyle bana güveniyor. Özellikle, onu soru yağmuruna tutmayışıma seviniyor.    

Selefi çizgisini burada da sürdürüyor ve kişiliğinden taviz vermiyor. Çalışkan, iradeli, zeki, pratik, sadık ve vefalı bir arkadaşımız. Dağ gezilerimize o da katılıyor. Çevreye karşı tamamen kapalı, bana ise olabildiğince güven yüklü bir açıklık taşıyor. Batmanlı arkadaşlar da beraber görüştüğümüz arkadaşlardan. Kendileriyle ilgili olabildiğince ketum davranan ve neredeyse hepsinin ismi “Abdullah” olan bu arkadaşlarımız, bizimle ilgili her şeyi merak ediyorlar. Bazıları Hizb-i Dava mensubu Iraklı arkadaşlarla diyalog halindeler. Diğer bir Batmanlı da Hüseyin Velioğlu. Tahran’a geldiği zaman genellikle kimsenin haberi olmuyor ve izbe bir otelde sadece belirli insanlarla görüşmeler yapıyor. Darbeden birkaç yıl önce Diyarbakır’da Menzil Kitabevi açılmış. Ardından bir-iki yıl sonra da İlim kitabevi açılıyor ve her iki kitabevi çevresinde kümelenen Müslümanlar, diyalog içerisinde İslami bilinçlenmenin yaygınlaşmasının çabasını sergiliyor.  İslamcılık kökenli şahsiyetler, mollalar, tam bir uyum içerisinde, darbenin meydana getirmiş olduğu derin enkazı temizlemeye çalışıyor. Velioğlu da bu mücadeleyi veren cemaatlerin önderlerinden biri. Türkiye’den tanışıyoruz, ancak ilk defa burada örgütsel anlamda birebir görüşebildik. İstihbarat ağına düşmemek için, tanımadığı insanlardan uzak durmaya çalışıyor. İran’dan görüştüğü insanlar var, ancak ben hiçbir zaman bunu öğrenmek de istemiyorum, ne görüştüklerini sormuyorum, merak da etmiyorum. Hemen ilk görüşmemizde, bazı noktalarda beni de uyarıyor. Özellikle de, ilk geldiği günden itibaren şu tavsiyesini devamlı olarak yapıyor: “Kürdistan’daki Müslümanlar seni seviyor ve senin kişiliğine güveniyor, önemsiyorlar. Dolayısıyla İran’da belli endişelerle mezhep değiştirmen senin bu kişiliğine zarar verir. Biz, sana güveniyoruz…” Bu tavsiyesine sadece tebessüm etmekle yetiniyorum. Her gelişinde yanında bir mollayla geliyor. Onlarla tanışıyor, muhabbet ediyoruz. Bizden biri olması, aramızda sıcak bir diyalogun oluşmasına yol açıyor. İslamcılık geçmişimiz, mücadele süreçlerimiz, beslendiğimiz kaynaklar, olaylara bakış tarzımız ve geleceğe dair düşüncelerimiz ortak vurgular taşıyor. İran İnkılâbından çok etkilenmiş, dolayısıyla halkın etkisini iyi biliyor ve bundan dolayı halkın içinde olmayı tercih ediyor. Cemaat genellikle halktan oluşuyor, Sait Havva’nın kitaplarını Arapça üzerinden ders olarak okuyorlar. Taif konferansından sonra, Sait Havva’nın vermiş olduğu fetvaya tepkiliyiz. Belki de bunun tartışmasına girmemek için Tahran’daki arkadaşlarla görüşmek istemiyor. Kendilerinin dışında kalanları ciddiyetsizlikle, davanın ilkelerine bağlı olmamakla suçluyor. ‘Batıdaki İslamcıların ülkenin gerçeğinden uzak projelerin içerisinde mevsimlik düşüncelerle oyalandıklarını, çözüme dair, toplumun özgürlüklerine dair herhangi bir modellerinin, çözüm formüllerinin olmadığını ve dolayısıyla bu tarz bir mücadele için birikimli şahsiyetler yetiştirmeye yönelmediklerini’ söylüyor. Toplumun mustaz’af kesimine yönelmesi, tarz olarak hoşuma gidiyor. İslam İnkılâbıyla birlikte, “mustaz’af” kelimesi bütün düşüncelerimizin, pratiğimizin yönünü belirliyor. Kendimizi yeryüzünün mustaz’afları olarak görüyor ve dünyanın değişiminin de ancak bu ‘yalınayak’ olarak vasıflandırılan sınıfla mümkün olabileceğine inanıyoruz.

İmam Humeyni, İnkılâbın mustaz’aflar eliyle gerçekleştiğini ve dolayısıyla dünyadaki büyük inkılâbın da yine onların çabası, gayreti ve eliyle gerçekleşeceğini söylüyor. Hayatında ve pratiğinde bu çizgiyi önemsiyor. Sade ve sıradan insanlar gibi yaşama çabası, onun hayatının her anını sembolleştiriyor. Belli bir sınıfın dışında kalanların hepsi onun gibi yaşamayı, peygamberi bir ahlak olarak benimsiyor. Katlanmış battaniyeler üzerinde uyumak, gösterişsiz, sade ve israftan uzak bir yaşam, mutluluğun kaynağı olarak görülüyor. Biz de elimizden geldiğince buna özen gösteriyoruz. Bu yaşam tarzını benimsemeyenlerle saflarımız ayrışıyor ve onları müstekbirlikle suçluyoruz. Suçlamakla kalmıyor, ilişkilerimizi de donduruyor, sınırlandırıyoruz. Ticaret, para, zenginlik, refah içerisinde yaşamak, lükse yönelmek bizim işimiz olamaz. 

Atasoy Müftüoğlu, Eskişehir’den Mustafa isminde bir arkadaşı yanıma göndermişti. Bizimle birlikte kalıyor. Saf, temiz bir genç. Rahat bir hayatın içerisinden gelmiş. Bağ-i Şiyan’daki villada bizimle birlikte. Elimizden geldiğince, gurbetin sıkıntısını yaşamaması için gayret gösteriyoruz. Özellikle Atasoy Müftüoğlu’nun bize teslim etmesi yetiyor. Ona büyük bir emanet gözüyle bakıyoruz. Ağabeyimiz, İslami birikim sahibi, geçmişinden dolayı insanlara gururla bakmıyor, toplumun değişimi için belli bir modeli ortaya çıkarmanın gayreti içerisinde. Bize emanet ettiği Mustafa da, zihninde şekillendirdiği “toplumun değişmesi için gerekli olan modele örneklik teşkil edecek şahsiyetlerin yetişmesi” gayesiyle gönderdiği arkadaşlardan biriydi. “İslami hareketlere aydınlar öncülük etmeli” tezimizi çürüten İran İslam İnkılabı, toplumu mollaların daha rahat bir şekilde yönlendirebilme ve kutsalların yardımıyla rahat bir şeklide dönüştürebilme modeliyle hazır alim arar olmuştuk. Bizim biçtiğimiz kaftana uygun âlim bulamadığımızdan, yenilerinin hareketle birlikte oluşması için gözümüz Qum kentindeydi. Türkiye’de şia kökenli olanların böyle bir performans gösterebilme veya mezhep kalıbından sıyrılabilmesi ihtimali zayıf göründüğünden, yeniden kendimize dönmüştük. Bizim cephede de, psikolojik baskı veya başka nedenlerden dolayı şia olanlar bu şanslarını kaybediyorlardı. Geriye kalıyordu böyle bir endişeleri olmayan, sadece ilim tahsil etmekle, Arapça grameri öğrenmekle kendilerini sınırlayanlar. Hüseyin Velioğlu, mollaların etkisini gördüğünden bölgede bu misyonu taşıyabilecek insanlar arayışına girmiş, kısmen başarılı da olmuştu. Bölgenin önde gelen âlimlerini siyasi açıdan da yönlendirerek bir cemaat ferdi haline getirebilmişti. Ev sohbetleri biraz da bu misyon doğrultusunda şekillenmişti. Said Havva’nin kitapları Arapça okunmaya başlanmış, derslerde medrese eğitimi görenlerin yönlendirici olmasına çalışılmıştı. Qum kentine gönderilenler de bu yeni metodu destekleyecekti. Bölgenin en ciddi hareketlerinden biri olarak anlatıyordu çalışmalarını. Halka inebilen, halkla bütünleşebilen ve biraz da Kürt özelliklerini, toplumun hassasiyetlerini taşıyan bir hareket olarak Şeyh Sait’ten sonra sisteme karşı başlatılan en büyük İslami mücadele olduklarını vurguluyor ve her birimizin bu hareketin olgunlaşmasına, sağlam temeller üzerinde şekillenmesine çaba göstermemizin gerekliliğine işaret ediyordu.

Bir halk hareketi olması, mollaların, medreselerin ön-plana taşınması ve hareketin içerisindeki insanları  tanıyor olmam beni ümitlendiriyordu. Birkaç çekincem vardı. Türkiye’de selefi çizgide olan bir cemaatin, inanç bağından çok başka sebeplerden dolayı İran’a yönelmesi; özellikle Velioğlu’nun o zamana kadar değer verdiğimiz Selahattin ağabey gibi aydınlarımıza, öncülerimize, yazarlarımıza, soğuk bakması veya onları eleştirmesi, batılı Müslümanlarla ayrışma sinyallerinin verilmesi, İslami hareketin Kürt orijinli olma görüntüsü ve biraz da kemiyetten dolayı oluşan gururun vitrine yansıması, karar verme noktasında ağır davranmama vesile oluyordu. Buna rağmen, Tahran’a her gelişinde görüşüyorduk. Görüşme tamamen güvene dayalıydı. Batıda darbeden sonra kitap okumanın zayıfladığını, Kürdistanlı gençlerin yoğun bir şekilde kitap okuduğunu söyleyen Velioğlu, İlim kitabevinde tahmin edilmeyecek kadar kitap satıldığını söylüyordu. Askeri darbeyle uğradığımız bozgundan sonra, bitip tükenenlere, tökezleyenlere, dönüşenlere, eriyenlere, saf değiştirenlere inat başlayan bu yeniden dirilme hareketi her birimizin içini ısıtıyordu. Buna rağmen geçmişten çok dersler çıkarabiliyorduk. Geçmişe nazaran kendimizi daha akıllanmış görüyorduk. Aceleciliğin, köksüz ve sağlam temelsiz hareketlerin, içi doldurulamayan kalabalıklara güvenmenin, hedefsiz/metodsuz kalabalıkların bize nelere mal olduğunu iyi biliyorduk. Dolayısıyla acabalarımızdan kurtulamıyorduk. Özellikle de köklü Şah rejiminin korku ve dehşet politikaları içerisinde yoğrulmuş bir politik toplumun içerisinde oluşumuz, bütün gelişmelere kuşkuyla bakmamızı sağlıyordu. Onların her davranışı rahat bir şekilde bize de yansıyordu. Olaylara kuşkuyla bakmak, şeffaf olmayan güven ortamlarına dayanmamak hayatımızın bir parçası haline gelmişti.

Savaş cephelerinde şiddetli çatışmalar devam ediyordu. Bunun yansıması Tahran’a düzenlenen yoğun hava saldırıları şeklinde kendisini hissettiriyordu. Saddam’ın ilerleme sağlaması bizim de moralimizi bozuyordu. ABD’nin güdümündeki bu savaşın İran’ın mağlubiyetiyle sonuçlanması durumunda, dünyadaki bütün kurtuluş hareketlerinin, İslamcı mücadelenin ciddi mevziler kaybedeceğini iyi biliyorduk. Dolayısıyla savaşta taraf olma ve bu taraf olmanın gereklerini yerine getirmenin gerekliliğini iyi biliyorduk. Savaş uçaklarının bombaladığı yoksul kesimlerdeki yıkıntılar arasından çıkarılan küçük cansız bedenler bizim de yüreğimizi yakıyordu. Canımız pahasına bile olsa bu savaşı kazanmalıydık…

(Devam Edecek)

YAZIYA YORUM KAT

8 Yorum