1. YAZARLAR

  2. Bilal Koldaş

  3. Bir Komplo Teorisi: Amerika Türkiye’yi İşgal Edecekti
Bilal Koldaş

Bilal Koldaş

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Komplo Teorisi: Amerika Türkiye’yi İşgal Edecekti

28 Temmuz 2016 Perşembe 17:51A+A-

15 Temmuzda Türkiye’nin üzerine bir karabasan gibi çöken darbe kalkışması aslında büyük bir işgal planının ilk adımıydı. Ancak bu planı daha iyi anlayabilmek için Afganistan ve Irak’ın işgal sürecini hatırlamakta fayda var.

Afganistan’a Saldırı

Michael Moor’un “Fahrenheit 9/11” isimli belgeselinde 11 Eylül olaylarının profesyonelce tasarlanmış ve hayata geçirilmiş bir oyun olduğu tezi delilleriyle işlenmişti. Bu konuda binlerce makale ve belgesel yayınlandı. Artık bugün hiç kimse 11 Eylül olaylarının El Kaide gibi bir örgüt tarafından yapılmış olabileceğine ihtimal vermiyor. 11 Eylül saldırıları vahim bir olaydı. Ancak daha da vahim olanı, bu olayların sonuçlarıydı.

11 Eylül olaylarından bir gün sonra BM Güvenlik Konseyi toplanarak 1368 Sayılı kararı almıştı. Güvenlik Konseyi 11 Eylül olaylarını ve ABD’nin Afrika’daki bazı elçiliklerinin bombalanması gibi eylemleri milletler arası barış ve güvenliğe karşı bir tehdit olarak değerlendirmiş ve BM Antlaşmasına uygun olarak bireysel ve ortak meşru müdafaa hakkını onaylamıştı. Bu hakkın, hedef alınan “terörist gruplarla” sınırlı olup olamayacağı tartışılsa da Amerikan ve İngiliz kuvvetleri 11 Eylülden 26 gün sonra Afganistan’da hem El Kaide örgütüne hem de Taliban rejimine karşı kapsamlı bir harekâta girişmiş ve diğer devletlerden de herhangi bir tepki gelmemişti.

Amerikan doktrininindeki yazarlar, Afganistan’ın silahlı saldırıyı benimsediğini belirterek ABD’nin bireysel meşru müdafa hakkını kullanabileceğini belirtmişlerdir. Her ne kadar burada bireysel / örgütsel bir hareket söz konusu olsa da Afganistan Hükümetinin yapılan çağrılara rağmen bu kişilere barınak sağlaması, başka ülkelere zarar verici eylemleri önlemede ihmalinin olması gibi sebeplerle doğrudan Taliban yönetimindeki Afganistan devleti sorumlu tutulmuştur.

Dinstein gibi bazı yazarlar, Caroline olayında ileri sürülen argümanlara atıf yaparak ABD’nin meşru müdafa hakkını kullanabileceğini ve bu çerçevede ülke aşan hukuk uygulatma yetkisine (extra-territoriallawenforcement) sahip olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Irak’ın İşgali

Irak’ın işgaline geçmeden önce Bush doktrini ve 17 Eylül 2002 tarihinde yayınlanan ABD’nin Ulusal Güvenlik Strateji Raporundan bahsetmek gerekecektir. George W. Bush’un 20 Ocak 2001 tarihinde seçilmesinden ve 11 Eylül olaylarından sonra Amerika’nın güvenlik anlayışı ve stratejisi değişmişti. Clinton’un demokratik barış ve uluslararası adalet söyleminden vaz geçilmiş ve hedef olarakterörizm ve terörizmi destekleyen rejimleralınmıştı.

Bush, 1 Haziran 2002’de Birleşik Devletler Askeri Akademisi’nde yaptığı konuşmada:

Terörle savaş, savunmayla kazanılmayacaktır. Savaş alanını düşmanın bölgesine götürmeli, planlarını bozmalı ve ondan kaynaklanacak tehditleri, ortaya çıkmalarına fırsat bırakmadan etkisiz hale getirmeliyiz. Günümüz dünyasında, güvenliğe giden tek yol, eylemden geçmektedirHer ulus şimdi bir karar almak zorundadır. Ya bizimlesiniz ya da teröristlerden yanasınız. Bu günden sonra terörizmi koruyan ve destekleyen hangi rejimolursa olsun Birleşik Devletler tarafından düşman bir rejim olarak addedilecektir.” diyerek ABD’nin yeni stratejisini dile getirmişti.

Bu yaklaşım düşmanı tanımsız bırakmış ve ABD’nin istediği hedefi vurma imkânının önünü açmıştı. Bu doktrin 17 Eylül 2002 tarihinde yayınlanan Ulusal Güvenlik Strateji Raporunadaaynen yansımıştı. Raporda özelliklekitle imha silahlarına sahip olan veya sahip olmaya çalışan haydut devletlere ve terör örgütlerine karşı önleyici saldırı yapılması ilkesi, atılacak adımların meşruiyetini (ya da bahanesini) ortaya koyacaktı.

Nitekim ABD Savunma Bakanı D. Rumsfeld tarafından Mayıs-Haziran 2002 tarihli Foreign Affairs dergisinde kaleme alınan makalede bilinmeyen, beklenmeyen ve görülmeyene karşı mücadelede hedefin savaşıp kazanmak değil, önlemek olduğu ifade edilmiştir.

ABD’nin Irak’ı işgalinin önünü açan BM Güvenlik Konseyi’nin 1441 sayılı kararın taslağı, BM Güvenlik Kurulu tarafından alınan 687 Sayılı kararın gereklerini yerine getirmediği iddiasıyla ABD ve İngiltere tarafından hazırlanmıştı. Rusya ve Fransa’yı ikna çabalarından sonra 8 Kasım 2002 tarihinde BM Güvenlik Konseyi 1441 sayılı kararı aldı. Kararda özellikle Irak’ın elinde kitle imha silahları olduğu dile getirilerek Irak’ın BM ile işbirliği yapması ve silahsızlanma çağrısı yapılmaktaydı. Irak 13 Kasım 2002’de bu karara uyduğunu açıkladı ve aralarında Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu başkanı Muhammed Ali Baradey’in de bulunduğu silah denetçileri heyeti Irak’a dönerek araştırma yaptılar. Araştırmalarda herhangi bir silaha rastlanmadığı halde heyet başkanı HansBlix BM’ne sunduğu raporlarda Irak’ın kitle imha silahlarını imha etmediği ve Irak’ın elinde tonlarca sinir gazı stoğu bulunduğu iddiasında bulundu. Bu iddialar özellikle CNN’de yayınlanarak uluslararası bir algı oluşturulmaya başlandı. Irak’a karşı silahlı kuvvet kullanma konusunda BM Güvenlik Konseyi’nden yeni bir karar çıkaramayacağını anlayan ABD, 1441 sayılı kararda,Irak’ın karara uymaması halinde harekât hakkının doğacağının işaret edildiğini ileri sürerek aralarında İngiltere’nin de bulunduğu bir koalisyonla Irak’ı işgal etti.

Afganistan saldırısına bahane edilen ve dünya tarihinin belki de en ustaca yazılmış ve oynanmış11 Eylül tiyatrosunun arkasında El Kaide gibi teknolojiden uzak bir ortamda neşvü neva bulmuş bir örgütün olduğu iddiası nasıl koca bir yalansa, Irak’ın işgaline bahane edilen;“Irak’ın elinde kitle imha silahları bulunduğu” iddiası da o derecede büyük bir yalandı. Nitekim işgalden sonra da varlığı iddia edilen silahlar bir türlü bulunamamıştı.1

Amerika, soğuk savaş sonrası Ortadoğu’da hakimiyet kurmakiçin yeni dönemde kendisine tehdit olarak İslam dünyasını seçmişti. Bu kapsamda ilk olarak kendi icadı olan Taliban örgütüne karşı kapsamlı bir terörizm kampanyası başlatmıştı. Taliban’ın radikalliğine vurgu yapılarak el kesme, recm, insan öldürme, celahet, kadınlara yönelik baskılar ve şiddet gibi konular sıkça işlenmeye başladı. Ancak bu arada Afganistan dışında da örgütlenen ve faaliyet gösteren El Kaide örgütü ABD’nin harekât planı için bulunmaz bir fırsat sunmuştu. ABD, 11 Eylül olaylarını El Kaide örgütüne yükleyerek bölgede bir hakimiyet mücadelesine girişmişti. Irak’ın işgali sırasında da “İslamcı Terör Örgütleri” tarafından işlenen vahşi cinayet görüntüleri ve hikayeler bol bol medyada servis edilmekte ve ABD’nin Irak’ı işgalinde ne kadar haklı olduğu propagandası yapılmaktaydı. Öyle ki bu propagandalar kitle imha silahları bahanesini ve ABD’nin bölgede işlediği cinayetleri örtbas etmeye hizmet etmekteydi.

2011 yılında Suriye’de başlayan olaylardan sonra ön plana çıkan İŞİD örgütüise malzeme açısından Taliban ve El Kaide örgütlerinden farksızdı. Afganistan’ın işgali örneğinde de görüleceği üzere ABD’nin İŞİD ile ilişkilendirdiği bir devlete karşı harekâta girişmesinin önünde uluslararası hukuk açısından herhangi bir engel bulunmamaktadır. Nitekim El Kaide ve İŞİD örgütlerinin yok edilmesi hedefi ABD’nin 2015 Milli Güvenlik Strateji Raporuna da yansımıştır.2

Darbe teşebbüsünden biraz geriye gidecek olursak, ABD güdümündeki Fetullah Gülen örgütünün Tayyip Erdoğan’a ihtiyacı sona erince önce Erdoğan’ın kolon kanseri olduğu ve ömrünün az kaldığı söylentisi yayılmıştı. Amaç Erdoğan’ı ameliyat masasında öldürmek ve doğal yollardan ölmüş gibi servis etmekti.  Bu plan tutmayınca Gezi Olayları üzerinden Tayyip Erdoğan’ın diktatör olduğu vurgusu yapılmaya başlandı. Çünkü totaliter rejimler uluslararası barış ve güvenlik için bir tehdit unsuruydu.Bu vurgu halen de devam etmektedir. Ancak en büyük plan Erdoğan hükümetinin İŞİD’i desteklediği yönünde bir algı oluşturmaktı. Eğer bu algı yerleşirse Erdoğan hükümeti ve dolayısıyla Türkiye, terörü desteklediği ve barındırdığı gerekçesiyle doğrudan uluslararası müdahaleye açık hale gelecekti.

Adana’da MİT tırlarının durdurularak aranması ve İHH’ya yapılan operasyonlar bu planın bir parçasıydı. Bu şekilde Erdoğan hükümetinin terörü desteklediği kanıtlanmış olacaktı. Milli Eğitime bağlı okullarda bile projeler üreten İHH da İŞİD’in bir unsuru olarak lanse edilerek terörizm algısı daha da genişletilecek ve hükümetle irtibat kurulacaktı.

Hükümetin ve İHH’nın (veya hükümete yakın başka İslami grupların) İŞİD’i desteklediği yönündeki kirli propagandaya PKK/HDP’liler, ulusalcılar, solcular, aşırı sola kaymış Aleviler ve hatta bazı muhafazakâr gruplar da alet olmuştur. PKK/HDP, hükümetin temsil ettiği İslam anlayışını İŞİD algısına dönüştürmek için sistematik bir kampanya yürütmeye halen devam etmektedir.  İŞİD üzerinden İslami değerlere yönelik hakaretler, 6-7 Eylül olaylarında sakallı kişilerin İŞİDçi ilan edilerek linç edilmesi, İslami hayat tarzını benimsemiş insanlara yönelik vahşice saldırılar ve benzerleri,darbe teşebbüsünden sonra 18 Temmuzda açıklama yapan Demirtaş’ın darbeye direnen göstericiler üzerinden İŞİD vurgusu yapması tesadüf değildir. Aynı şekilde solcu grupların üniversitelerde İHH sergilerine İŞİDÇİ diyerek saldırmaları, darbe teşebbüsünün yaşandığı günde yüzlerce insanın hayatını yitirmesine ve binlerce insanın yaralanmasına rağmen “köprüde askerin başını kestiler” yalanıyla darbeye karşı direnen insanlarla İŞİD arasında bağ kurma çabaları da dikkate değerdir.Bu algı çalışmalarının bir kısmı Erdoğan düşmanlığına dayansa da ABD tarafından desteklenen PYD ile aynı çizgide yer alan PKK/HDP tarafından yürütülen kampanyanın o kadar masum (?!) olduğu söylenemez.

15 Temmuzda başlatılan darbe girişiminin başarısızlığa uğramasının hemen ardından BBC’nin, İŞİD’in en büyük düşman kabul ettiği Alevilere yönelik saldırılar olduğu yönündeki provakatif haberler de İŞİD algısının değişik bir versiyonudur. Ancak şükür ki Alevi vatandaşlar sağduyulu davranarak bu oyunun bir parçası olmaktan kaçınmışlardır.

Darbe teşebbüsünden hemen sonra kameraların karşısına geçen Fetö lideri, Erdoğan Hükümetinin İŞİD’in arkasında olduğuna dair iddialara istinaden “ısmarlama” İŞİD sorusu üzerine Türk hükümetinin İŞİD ve El Nusra’yı desteklediğini, yakalanan TIR’ların Türkmenlere değil İŞİD’e silah taşıdığını, Türk hükümetinin bölgede yayılmacı bir politika izlediğini ve bu kapsamda Suriye’ye ve hatta Mısır’a girme planları yaptığını,  Türkiye’nin bu coğrafyada bir kısım emelleri olduğunu, İŞİD’in de bu emelleri realize etmeye çalıştığını, dünya kamuoyunda ve bazı istihbarat örgütlerine göre yardımların halen devam ettiğini, İŞİD militanlarının Türkiye’de tedavi edilerek dünyanın çeşitli yerlerine, Almanya’ya, Fransa’ya3, İngiltere’ye gönderildiğini, şu anda bile Türkiye sokaklarında İŞİD’in gezdiğini, iktidara muhalif hareket eden dindarların evlerinin İŞİD tarafından basıldığını, öldürüldüğünü ve kesildiğini, hükümete yakın bir kanalda İŞİD’in müdafasının yapıldığını… söyleyerek “Dünyada İŞİD’in en büyük müdafii, bizdekiler, iktidardakiler. El Nusra’nın en büyük müdafii onlar”4 şeklinde devam etmiştir. Yalan ve iftiralarla dolu bu beyanatın zamanlaması da göze alındığında nasıl bir amaca hizmet ettiği açıktır.

Darbe planının arkasında ABD’nin olduğu iddiası gün geçtikçe delilleriyle ortaya çıkmaktadır. Peki bu durumda Amerikancı bir cuntanın iş başına gelmesi halinde ABD ne yapacaktı? Eğerdarbe girişimi başarıya ulaşsaydı terörü destekleyen bir yönetim alaşağı edilmiş olacaktı. ABD’nin müdahalesi için de herhangi bir gerekçe kalmayacaktı. Bu sorunun cevabını İncirlik Üssü’nde toplantılara katılan ve Kilis’te yakalanan Fetö mensubu bir subay vermiştir.5 Subayın ifadesine göre ülkenin değişik bölgelerine çok sayıda İŞİD militanı, şii milisler ve Suriye muhaberatına mensup kişiler sokulacak ve kontrollü bir kaos planı uygulanacaktı. Bu şekilde uluslararası barış tehlikeye girecek ve bölgede cirit atan terör örgütlerine karşı Türkiye operasyonel hale gelecekti. Bu subayın ifadesi abartılı ve gerçek dışıolsa bile darbe neticesinde Türkiye ABD’nin açık oyun alanı olacağı için her türlü senaryo oynanabilecek ve ABD’nin müdahalesi için zemin hazırlanacaktı.

Şu ana kadar gözaltına alınan üst düzey cuntacıların hiç biri darbe planını sahiplenmemiştir. Herkes bir yerlerden emir aldığını ifade etmektedir. Eğer planlı bir ifade verilmezse darbe planı ortada kalacaktır. Zira darbe planını ABD yapmıştır. Cuntacılar ise bu planı vekaleten hayata geçirmeye çalışmışlardır.1980 darbesini her zaman eleştirsek dedarbenin yapılması için haklı ya da haksız birtakım sebepler mevcuttu. Oysa 15 Temmuzda başlatılan darbe kalkışmasının hiçbir “haklı” sebebi bulunmamaktaydı. Ayrıca hükümetten en çok rahatsız olan kesimler bile darbeden zararlı çıkacaklardı. Cunta yönetimi de kendi meşruiyetini kolay kolay sağlayamayacaktı. O halde bu kalkışmada cuntacılar nasıl bir rol oynayacaklardı?

Hatırlanacağı üzere ABD’nin Irak’ı işgali sırasında Irak ordusu ciddi bir direniş göstermemişti. Hatta Bağdat doğrudan teslim edilmişti. Bunun sebebi Kesnizani (ben bir şey bilmiyorum) isimli bir tarikattı. Tarikatın lideri Kürt asıllı Şeyh Abdulkerim Kesnizani ölünce yerine oğlu Muhammed geçmişti. Şeyh Muhammed, Sukuti Memioğlu’nun 1992 yılında yaptığı Fethullah Gülen tarifi gibi menkıbelerle efsaneleştirilmiş ve dinin odağı haline getirilmişti. Şeyh Muhammed, yazdığı kitaplarda tıpkı Fetö lideri gibi kabala öğretilerini İslam mistizmi kılıfında müridlerine sunuyordu. Tarikatın içine MOSSAD iyice yerleşmişti. Tarikat o kadar etkiliydi ki Genelkurmay Başkanı, Genel Askeri İstihbarat Başkanı, Hava Kuvvetleri Komutanı gibi üst düzey komutan ve yöneticiler Şeyh Muhammed Kesnizani'nin ayağını öperek müritleri arasına girmişti. Tarikatın askeriyede, yargıda ve bürokraside binlerce müridi bulunmaktaydı. Hatta Saddam’ın karısı ve Saddam'dan sonra BAAS'ın ikinci adamı olarak bilinen İbrahim İzzet El Durib ile tarikatın üyesiydi. ABD’nin Irak’ı işgali sırasında Şeyh Muhammed, askerlere verdiği talimatla ABD’ye karşı direnilmemesi çağrısında bulunmuştu. Bu sebeple ABD Irak’ta ciddi bir direnişle karşılaşmadan işgal planını hayata geçirmişti. İşte Türkiye’de de bundan farklı bir olay yaşanmayacaktı.

 

Dipnotlar:

1- Büyük yalanların arkasına sığınarak ülkeleri işgal eden bir devletin Fetö liderini iade etmemek için “güçlü deliller” talep etmesi dikkate değerdir

2- 2015 Milli Güvenlik Strateji Belgesinde BM’nin yeniden yapılandırılması yönündeki eleştirilere de değinilmiş ve “bu değerlere saygılı olmayan ülkelerin ekonomik ve siyasal yaptırım mekanizmalarıyla cezalandırılacağı” ifade edilerek revizyonist ülkelere gözdağı verilmiştir. BM yapısına yönelik en çok Tayyip Erdoğan’ın eleştiride bulunduğu ve her fırsatta “dünya beşten büyüktür” vurgusu yaptığı unutulmamalıdır.

3- Darbe teşebbüsünden bir gün önce Fransa’da gerçekleştirilen terör saldırısında yüze yakın insan ölmüştü. Bu saldırıyı İŞİD üstlenmişti.

4- https://www.youtube.com/watch?v=2P6jyBcj_GE

5- http://www.yenisafak.com/gundem/darbeden-sonra-turkiyeyi-isgal-edeceklerdi-plan-incirlikte-yapildi-2498091

YAZIYA YORUM KAT

2 Yorum