1. YAZARLAR

  2. Muhsin Kızılkaya

  3. Bir dilden düşman yaratmak
Muhsin Kızılkaya

Muhsin Kızılkaya

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir dilden düşman yaratmak

27 Temmuz 2011 Çarşamba 18:23A+A-

Aynur’a çemkirdikleri sırada, Silvan’da yanarak öldürülen birkaç askerin evinde Kürtçe ağıtlar yükseliyordu. Belki de o asker annelerinin yoksul, toprak damlı evlerinde, oğullarının ardından söylediği ağıttı Aynur’un modern şehrin sahnesinde söylediği. Bir dili bilmezseniz, onun duygusunu da bilemezsiniz. Bir ağıtın nelere karşılık geldiğini bilmeniz için o ağıtın dilini bilmelisiniz.

Varsayalım ki, -Allah göstermesin- resmi dili İngilizce olan bir devletle başımız belada. Bu devlet hadi Amerika veya İngiltere olsun. Biz büyük bir ülkeyiz; Amerikalılar veya İngilizler bizim dağlarımıza gerillalarını göndermiş, her gün bir karakolumuzu basıyor, dağa adam kaldırıyor, rahatsızlık veriyor, bize hayatı haram ediyorlar. Ve an geliyor, hepimizi infiale gark edecek büyük bir eylem yapıyorlar. Elimiz kolumuz bağlı, yüreklerimize kan damlıyor. Bir türlü bu “teröristlerle” baş edemiyoruz. Savaşın sonunu getiremiyoruz.

Böyle bir durumda ne yapmalıyız?

Mesela Robert Kolejini kapatmak, İngilizce eğitim veren Anadolu Liselerinin kapısına kilit vurmak, okul müfredatlarından İngilizce derslerini kaldırmak, Shakespeare’in bütün eserlerini meydanlarda yakmak, isimleri İngilizce olan bütün markaların tabelalarını indirmek, adı İngilizce olan Show tv gibi televizyon istasyonlarına Bulgar zulmü uygulayıp isimlerini değiştirmek, konuşurken Türkçeden çok İngilizce kelimeler kullanan reklam ve bankacılık sektörü gibi sektörlerde çalışan cümle beyaz yakalı beyaz Türk taifesini Malta’ya sürmek mantıklı, akıla yakın, sorunu kökünden halledecek, bizi selamete kavuşturacak, yaralarımıza merhem olabilecek çözüm yolları mıdır sizce?

Böyle yaparsak, yani hayatımızdan İngilizceyi söküp atarsak, İngilizce konuşan teröristlerin sırtını yere getirmiş olur muyuz?

Eğer yıllar yılı size, her türlü araçla baş düşman olarak bir dil gösterilmişse, olabilir. Kendinize bir “dili” düşman bellemişseniz, o dili hayatınızdan çıkarırsınız, düşmanınızı da yenmiş olursunuz belki.

Kürtçe bizatihi bir ‘sorun’ mudur?

Bütün bunları niçin söylüyorum. Bir caz konserinde Kürtçe şarkı söyleyen Aynur’un protesto edilmesi hadisesi karşısında çok kişi çok şey söyledi. Hatta Murat Yetkin, Serdar Turgut ve Yalçın Doğan gibi bazı muharrirler “ama Aynur da Türkçe söyleseydi” bile dedi, bazıları daha ağır şeyler de söyledi; kim ne derse desin bütün meselenin gelip dayandığı yer Kürtçenin bir dil olarak bizzat sorunun kaynağını oluşturmasıdır.

Önce ben mi söyledim bilmiyorum, ama kendimi bildim bileli sakız gibi çiğnediğim bir cümle var; bana göre “Türkiye’de Kürt sorununun gelip dayandığı yer Kürtçe sorunudur.” İsterseniz bunu biraz daha köşeli, biraz daha kışkırtıcı bir biçimde söyleyebilirim: “Türkiye’de Kürt sorunu yok, Kürtçe sorunu var.” Çünkü bana göre Kürt sorunu eşittir Kürtçe sorunudur.

Bütün mesele dilden doğmuş. İlk gün böyleydi, son gün de böyle olacak. Siz Kürtçe sorununu hal etmedikçe, PKK kadar güçlenmiş birkaç siyasi Kürt örgütünü yenebilirsiniz, ama Kürtçe sorununu yenemezsiniz.

Kürt sorununu Kürtler yaratmadı; bu sorunu bizzat devletin kendisi yarattı. Yüzyılın başında Kürtçe yasaklı bir dil değildi. Örneğin 1919 yılında İstanbul’da “Jîn” (Hayat) diye bir dergi çıkıyordu. Birçok muharrir, Dr. Abdullah Cevdet gibi; birçok alim Bediüzzaman Said-i Kurdî gibi, Musa Anter’in kayınpederi, Cüneyt Zapsu’nun dedesi Abdurrahim Rahmi gibi dönemin birçok siyasetçisi bu dergide yazılar yazıyor, görüşlerini özgürce yayıyorlardı. Kürtçe medreselerde bir eğitim diliydi ve bu dille hiç kimsenin bir sorunu yoktu. Yani o dönem Seîdê Kurdî gibi alimler rahatlıkla cami minberlerine çıkıp Kürtçe hutbeler okuyor, bu hutbeler sırasında cemaat infiale kapılıp, “in oradan be adam, veya oraya çıkmışken bir de Türkçe hutbe oku yoksa tahrik olurum ha” diyen bir Allah’ın kuluna rastlanmıyordu.

Peki ne oldu da aradan yüz yıl geçtikten sonra, bir tiyatro sahnesine çıkıp Kürtçe şarkı okuyan bir sanatçıya, “ya Türkçe şarkı söylersin, ya da sana minder fırlatırız” noktasına geldik? Değil mi, gelişme dediğin ileriye doğru olur, ne oldu da yüz yıl öncesinin gerisine düştük?

Aslında bütün hikaye Kürtçenin yasaklanmasıyla başladı.

Kürtçenin yasaklanması, Kürtün varlığının inkarı anlamına da geldi. Çünkü millet değil devlet, bir Cumhuriyet kurmuştu, Cumhuriyet de imparatorluktan devraldığı çok etnisiteli yapıyı parçalamış, ortak bilgeliği inkar etmiş, birçok ulustan bir tek ulus, “Türk ulusunu” yaratmaya karar vermişti. Yeni bir teori ortaya atılmıştı; Türkçe bir güneşti, diğer gariban halkların dili inkar edilmiş, Türkçe hayatımızı idame ettireceğimiz “tek dil” haline getirilmişti. Çünkü bu yapıyı kuranlar, örneğin Kürdün varlığı dilinden geçer, çünkü onu Türk’ten ayıran başka hiçbir özelliği yoktur, ondan dilini aldığım zaman aynı zamanda kimliğini de almış olurum, böylece uzun yıllar boyunca onu kendi kültürümün içinde eritir, ondan “makul bir vatandaş” yaratabilirim duygusuna kapıldı. Bir süre sonra bu duyguya kendisi de inandı, sonra bu “yapay” teorisine yabancılaştı, bir süre sonra onu gerçek sandı. Bu gerçeklik de kuşaklar boyunca müfredat programlarından, kitle iletişim araçlarına kadar her türlü vasıta kullanılarak insanların beyinlerine şırınga edildi. Yeni kuşaklar, Türk kültürü dışındaki her şeye “düşman” haline getirildi.

Kürt’ten çok Kürtçe hedef alındı

Bir ara Kürtçe konuşana telgraf tarifesi başına ceza kesildi. Şehir ve kasaba pazarlarında mallarını getirip satan Kürt köylülerinin peşine zabıtalar takıldı, ellerinde makbuzla Kürtçe konuşana cezalar verildi. “Vatandaş Türkçe konuş, çok konuş” kampanyası meyvesini verdi, yoksul Kürt köylüleri dilini bilmedikleri devletin memurlarını bir süre sonra “düşman” belledi. İki toplum arasına kara kedi gibi dilleri sokuldu. Ne Kürtler devletin dilini doğru düzgün öğrendi, ne de devlet Kürtçenin bir dil olduğunu kabullendi. Yıllar yılı Kürtçenin dokuz yüz kelimeden müteşekkil bir karma, uyduruk, hatta “dağ Türkçesi” olduğu propagandası yaygınlaştırıldı. İçindeki Arapça, Farsça ve Türkçe kelimeler çıkartıldığında geriye Kürtçeden eser kalmayacağı yalanı yaygınlaştırıldı. (Buna hala inananlar var, onları benden bir sınav sorusu: “Bir lisanı lisan yapan içindeki menşei ecnebi kelimeler değil, onun söz dizimi ve sentaksıdır” cümlesindeki Türkçe kelimeleri bulup bana söylesinler, ben de Kürtçenin kırma bir dil olduğu tezine katılacağım.)

Kürt’ten çok Kürtçe hedef alındı. Asimilasyon yaygınlaştırıldı. Bir süre sonra Kürtçe kamusal alandan kovuldu, evlere hapsedildi. Evdekiler de dışarı çıktığında kendi dilini kullanmaktan “utandı”, inkarla gelen asimilasyon tuttu. Kürtçe iyi giyimli, eli ayağı düzgün, modern, şehirli insanların dili olmaktan çıkıp köylülerin konuştuğu, inşaat işçilerinin türkü söylediği, hamalların yük altında çıkardığı iniltinin adı oldu. Büyük bir haksızlık yapıldı. Ehmedê Xanî’nin, Feqiyê Teyran’ın, Melayê Cizîrî’nin dili, cahillerin, eşkıyanın, katillerin konuştuğu bir şiveye dönüştürülmeye çalışıldı.

Dil dolaylı olarak siyasetin aracı haline getirildi. Artık Kürtçe konuşmak siyaset olarak algılandı. Bir insan Kürtçe konuşuyorsa, Kürtçe şarkı söylüyorsa mutlaka anamaza avradımıza, devletimize nizamımıza küfrediyor gözüyle bakıldı.

Bırakın yakasını Kürtçenin!

Cumhuriyet doksan yaşına geldiğinde bu zihniyet; Kürtçeyi düşman gören, sahnede Kürtçe bir şarkı duyar duymaz tahrik olan, birbiriyle Kürtçe konuşan iki Kürdü görünce kendisine küfrettiğini sanan, Kürtçeyi sadece ama sadece siyaset dilinden ibaret bir dil olarak gören, o dilin aynı zamanda bir edebiyat, bir müzik, bir resim, bir ibadet, bir muhabbet dili olduğundan bihaber aklı prangalı, fikri dumura uğramış kalabalık bir güruh yarattı. Ve o güruh, geçen günlerde bir caz konserinde Aynur’a hücum etti.

Oysa Aynur Kürtçe şarkı söylesin diye oraya çağrılmıştı. Aynur’u diğer kadın sanatçı arkadaşlarından ayıran Kürtçe gırtlağıydı. Aynur’u Kürtçe bugün dünyanın neredeyse sayılı ses sanatçıları arasına sokmuştu. Seksen yıldan sonra devlet, bu hükümet eliyle inkar ve asimilasyondan vazgeçmiş, bunun sonucunda da Aynur sahneye çıkma fırsatı bulmuştu. Buna bile tahammül edemeyen yukarıda özelliklerini saydığım güruh, sanki bütün hayatını Türkçe üzerine kuruyormuş gibi, sanki çocuklarını Türkçeden çok yabancı dille eğitim veren okullara göndermiyorlarmış gibi Kürtçeyi hala düşman olarak görüyordu.

Oysa Aynur’a çemkirdikleri sırada, Silvan’da yanarak öldürülen birkaç askerin evinde Kürtçe ağıtlar yükseliyordu. Belki de o asker annelerinin yoksul, toprak damlı evlerinde, oğullarının ardından söylediği ağıttı Aynur’un modern şehrin sahnesinde söylediği. Bir dili bilmezseniz, onun duygusunu da bilemezsiniz. Bir ağıtın nelere karşılık geldiğini bilmeniz için o ağıtın dilini bilmelisiniz. Aynur’un ve ölen asker annelerinin dudaklarından dökülen dile kulak verseydiniz, sizi büyüten askeri marşlardan çok daha insani şeyler anlattığını bilmeseniz de hissederdiniz.

Dile düşmanlık yapmayalım. Kürtçeye düşmanlık yapanlar, seksen yıl sonra vebalini çekiyor işte, görüyorsunuz. Bugün sürdüreceğiniz aynı düşmanlık, seksen yıl sonra bir “kelime davası” olarak tekrar gelip yakanıza yapışır. Bütün beddualar kelimelerden oluşur çünkü.

Benim dilim masumdur, hiçbir yerine kardeşinin kanı bulaşmamıştır.

Bırakın yakasını Kürtçenin!

STAR 

YAZIYA YORUM KAT