1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Bangladeş’deki Cinayetler Daha da Süreceğe Benziyor
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Bangladeş’deki Cinayetler Daha da Süreceğe Benziyor

20 Nisan 2015 Pazartesi 20:00A+A-

[email protected]

Yaklaşık 16 ay kadar önce, 15 Aralık 2013 tarihinde ’Bangladeş müslümanlarının yeni bir cinayetle imtihanı’ başlığıyla  bir yazı yazmıştım. Bu yazıyı bugün tekrarlamak durumundayım.. Çünkü, o günlerde işlenen bir cinayet, bugünlerde bir kez daha tekrarlandı ve anlaşılıyor ki, Bangladeş’in bugünkü yöneticileri bu cinayetleri işlemekten kalıcı bir iktidar devşireceklerini umarak, cinayetlerini sürdürmekte kararlı gözüküyorlar

Nitekim, geçtiğimiz hafta, Muhammed Qamer-uz’Zaman isimli bir müslüman daha öldürüldü.  Qamer-uz’Zaman (zamanın qamer’i, ayı mânâsına geliyor. Gerekçe de, vatana ihanet!.. Yani, Doğu Pakistan’ın Pakistan’dan ayrıldığı kanlı bir iç-savaş  sırasında da, ’Müslümanlar olarak ayrılmayalım, bölünmeyelim,  birliğimizi koruyalım..’ diye düşünen ve buna göre davranan müslümanlardan olmak.. Dün, birlik çağrısı yapanların  bugün vatan haini diye nitelenmesi.. 

Şimdi bu traji-komik  ve çarpık zihniyete bu kadar işaret ettikten sonra, 15 ay öncelerdeki yazının genişce bir özetine dönebiliriz..

*

Merhûm Ebû-l’Âlâ Mevdudî’nin kurucusu olduğu Cemaat-i İslamî’nin Bangladeş’deki en önde gelen isimlerinden Abdulqader Mollah, 12 Aralık akşamı, salben (asılarak) öldürüldü.. İdâm değil, öldürülme.. Çünkü, idâm, hukuk terminolojisinde, ‘öldürülmeyi hakk edenin öldürülmesi fiili için kullanılan bir ıstılah / terim.. (...)

Hindistan, Gaznelilerden başlayarak uzun asırlar, Müslümanların hâkimiyetinde olmuştur. Hele de, Babur Şah ve oğlunun 1480 ve 1550 yılları arasındaki hâkimiyeti ve bu arada, yine aynı zaman diliminde İmam Rabbanî ve Muiniddin-i Çeştî gibi  müslüman önderlerin çabalarıyla, İslam’ın insanlara verdiği özgürlük ve hak-hukuk ölçülerinden, Hind kast sisteminde, necîs sayıldıklarından ‘dokunulmayanlar’ diye bilinen ve  resmî makamlara ve mâbedlere girmelerine bile izin verilmeyen ‘haricanlar’ın haberdar olması başta olmak üzere, yüzmilyonların kitleler halinde İslam’a geldikleri de hatırdan çıkarılmamalıdır.

Ama, 1947 yılından önce, Pakistan diye bir devlet yoktu.

Hindistan ise, 200 yıla yakın bir süredir ingiliz sömürgesi idi ve halkın yaklaşık üçte biri müslüman; gerisi hinduizm, brahmanizm, budizm vs. gibi Hind dinlerinin müntesibi idi. İngiliz emperyalizmine karşı 1900’yü yılların başından itibaren başlayan mücadele, adım adım gelişiyor ve Hind İstiklal Savaşı derinden derine şekilleniyordu. Ama, ingiliz emperyalizmi, müslümanlarla, başta hindular olmak üzere müslüman olmayan diğer halklar arasındaki farklılığı derin düşmanlıklara dönüştürmeye ve tahriklerle, tertiblerle bu iki büyük kitleyi birbirine kanlı-bıçaklı hale getirmeye çalışıyordu. Elbette, bu mücadelede, büyük müslüman liderler de yerlerini alıyor ve Hind İstiklal Savaşı’nın tıpkı Mahatma Mohandes Gandhi ve Jawaharlal Pandit Nehru gibi seçkin hindu liderler yanında, Mevlanâ Ebu-l’Kelam Âzad gibi isimler de yer alıyordu. Ancak, ingiliz emperyalizmi, müslümanlarla hindular arasındaki fitne ateşini derinleştirmeye, yaygınlaştırmaya muvaffak olmuştu..

Bunun için de birçok müslüman liderin ve mütefekkirin zihninde, istiklal / bağımsızlıktan sonra müslümanların ayrı bir devlet halinde yaşaması gerektiği giderek güç kazanıyordu.

Bu düşünceyi en etkin ve yaygın şekilde ilk telaffuz edenlerden birisi de merhûm Muhammed İqbâl idi. O, 1936’larda ilk kez, (...) ayrı bir devlet ve coğrafya düşünüyor ve kurulmasını düşündüğü bu ülkeye ‘Pâk insanlar ülkesi’ mânâsında, Pakistan adını öneriyordu.

Ebu-l’Kelâm Âzad gibi ünlü isimler başta olmak üzere bir kısım müslümanlar, ingiliz güçleri Hindistan’dan çekildikten sonra hindularla geçmiş asırlarda olduğu üzere birlikte yaşamak ve ayrılmamak tarafdarı idi. Bir kısmı ise, kesinlikle ayrı bir devlet oluşturmak fikrinde..

Bu ikinci görüş ağır bastı ve onmilyonlarca müslüman, çok farklı dilleri konuştukları halde, İslam Milleti’nden olmanın idrakiyle, müslümanların yoğunluklu olarak yaşadığı bölgelere doğru göçetmeye başladı.. İngilizler iki yer göstermişti, müslümanlara:

1-Hind Yarımadası’nın doğusundaki Bengal Körfezi denilen coğrafya,

2- Hind Yarımadası’nın kuzeybatısında bulunan Pencab Vâdisi..

Halbuki bu iki coğrafî bölge arasında 2500 km’yi aşan bir mesafe vardı ve arada da, dev bir düşman olan Hindistan’ın ana gövdesi yer alacaktı.. İngilizler, bu duruma da bir çare önermişler ve iki parçalı bir tek devlet fikrini ortaya atmışlardı. Ama, bu iki parçalı tek devletin parçaları arasında kara ve hava bağlantısı bulunmuyordu. Çünkü arada Hindistan vardı, o da düşmandı.  (...)

Ama, müslüman kitleler, milyonlar-onmilyonlar halinde, bu iki bölgeden kendilerine yakın olan tarafa doğru aktı.. Hindu fanatikleri ise, müslümanları kovalamak için, onbinleri katlediyor ve onların ölülerini bile trenlere yükleyip, bu bölgelere göndererek korkunç bir tedhiş / terör havası estirmeye çalışıyorlardı.

Bütün bunlara rağmen, sırf müslümanlar için ve onların yaşayabilecekleri bir bağımsız ülke tesis olunmuştu: Pakistan.. Resmî adıyla, Pakistan İslam Cumhuriyeti.. (...) Ne var ki, gerek insan gücü ve gerekse ekonomik güç bakımından daha ileride olan Batı Pakistan, Doğu Pakistan’a açıkça adaletsiz ve hattâ bir sömürge ülkesi gibi davranıyordu. Yönetim, daha çok Batı Pakistan’lıların elindeydi.

Yeni kurulan bir devlette yığınla problemler, tabiatiyle olacaktı. (...)Ama, özellikle de Nisan-1970’de Doğu Pakistan’da meydana gelen korkunç bir sel felaketinde yaklaşık 750 bin insan hayatını kaybedince..

O büyük felaketin önünde hemen hiç bir beşerî gücün durması ve sosyal hayatı yeniden tanzim etmek gücünü göstermesi mümkün değildi.. O günlerde, Awamî League (Halk Birliği) isimli bir siyasî hareket oluşturan  Şeyh Mûcib-ur’Rahman o yönetim boşluğunu iyi kullandı ve isyan bayrağını en etkili şekilde yükseltti. (Ki, o günlerde bazı müslüman kalemler ona ‘Şeyh Mûcib-uş’Şeytan / Şeytan’ın çağrısına icâbet eden / uyan Şeyh) derlerdi. Ortaya çıkan derin ve büyük sosyal problemler, Doğu Pakistan’daki bir milyonluk dev bir ordu tarafından oluşturulan baskı ile halledilmiş gibi gözüküyordu. Bu ordunun başında bulunan Muhammed  Tikka  Khan ve Niyazî Khan gibi kumandanlar orduyu kahredici güç olarak acımasızca kullanıyorlardı.

Bu durumda, etki-tepki mes’elesi de tabiatiyle sosyal plana çıkıyor ve o baskılar, mukabil sonuçlarını da ortaya çıkarıyor, o bir milyonluk ordu, erimekten kurtulamıyordu..

O büyük sel felaketinin ortaya çıkardığı dev problemlerin daha bir alevlendirdiği isyan ateşi her tarafı sarınca.. ‘Mukhti Bahini’ denilen bir ‘gönüllü halk savunma güçleri’ öylesine organize bir hâle gelivermişti ki, bunun karşısında o dev ordu bile dayanamıyor ve perişan oluyordu. Çünkü, halk o isyan ateşine destek veriyordu. Şeyh Mûcib ise, Batı Pakistan’da zindanda tutulduğu halde, mesajlarıyla Doğu Pakistan’daki yönetim mekanizmasını  darmadağın ve felç ediyordu.

Sonunda, 1971 yılında, Doğu Pakistan, -tabir caizse, Hindistan Başbakanı İndira Gandhi hanımın ebeliğinde, Hindistan’ın desteğinde- Bangladeş adıyla yeni bir devlet olarak dünyaya geliyor ve Batı Pakistan da yapacak fazla bir şeyi kalmadığı için, durumu kabulleniyordu.

 ‘Mazlum kanları ve feryadları, zâlimleri adım adım takib edecektir!

Ama, işte o bölünme boğuşması içinde, Cemaat-i İslamî tarafdarı olanlar, İslamî bir sorumluluk duygusuyla hareket ediyorlar ve müslümanların dağılmaması ve ayrı bir devlet oluşturmaması fikrini savunuyorlardı. Ancaak, bu düşüncede olanlar, hemen Bengal halkının düşmanı, halk düşmanı olarak niteleniyorlardı. (...) Ama, Cemaat-i İslamî üyeleri ve tarafdarları başta olmak üzere, nice çevreler de ısrarla ayrılığa karşı idiler.

Bir ülkenin bölünmemesi için çırpınmanın, sonra vatan hainliği olarak suçlama konusu olabileceğine örnek arıyanlara işte çarpıcı ve düşündürücü, acı bir örnek.. (...)

Ve Şeyh Mûcîb-ur’Rahman, yeni devlet’in ilk başkanı oluyordu.. Ama, tıpkı M. Kemal gibi, halkın inançlarına karşı bir savaş vermeyi herşeyin önüne getirerek.. ve o fakir ülkenin temel mes’elesi, bir takım üst yapı devrimleri yapmak imiş gibi.. Şeyh Mucib,  kendisine de, tıpkı onun ‘Atatürk’ soyadını almasını hatırlatacak şekilde, ‘Bengal halkının babası’ mânâsında, ‘Banga Bandu’ ismini de almıştı.

Ama, bu durum çok sürmemiş, 1974 senesinde gerçcekleşen bir darbe sırasında -14 yaşındaki kızı Hasine’nin gizlenip kurtulması dışında- Banga Bandu ve bütün aile efradı toptan katledilmişti. O kız ise, Almanya’ya götürülmüştü. Şimdiki başbakan, işte o küçük kızdır.

Banga Bandu’nun katlinden sonra, darbeler birbirini takib etti.. (...)

*

Ve Şeyh Hasine, daha önceki dönemlerde iktidarda olduğu zaman, akletmemişken, bu son döneminde, ‘vatan hainleri’ni cezalandırmak adına, müslüman avına çıktı.. ‘Vatan hainleri’, yani, 1971’de Pakistan’ın -hukuken de- bölünmesine ve Bangladeş adında yeni bir devlet kurulmasına karşı çıkanlar!?

Bu av sürecinin ilk kurbanı, Cemaat-i İslamî’nin önde gelen isimlerinden Abdulkadir Molla oldu. O, önce yargılanıp, müebbed hapse mahkûm edilmişken, Bangladeş Temyiz Mahkemesi, bu kararı bozup, ona idâm cezası verilmesini hükme bağladı. (...)

*

145 bin km. karelik (Türkiye’nin 5’te biri büyüklüğündeki) bir coğrafyada, 180 milyonu aşan dev nüfusuyla dünyanın en fakir ülkelerinden birisi olan Bangladeş’te hükûmetler halkın temel problemlerini halledecek yollar bulamayınca, kitleleri sun’i, temelsiz ve hattâ yalan iddia ve düşmanlıklarla kutuplara ayırarak, böyle uyduruk konularla meşgul ediyorlar; dârağaçlarını çalıştırarak, korkularla, neticeler devşirebileceklerini sanıyorlar. (...) Şehadeti saadet bilen bir insan için, yenilgi sözkonusu değildir.

Bu inançta olan bir kimseyi idâm etmekle, zafer kazandığını zannedenler, asıl zaferi, öldürdüklerinin tarafdarlarına sunmakta olduklarını anlayamazlar elbette.. 

*

Sözü, Bengal halkının ve dilinin büyük şairi Nazr-ul’İslam’ın 1920’lerde dile getirdiği bir mısraı tekrarlayarak noktalayalım:

’Benim ormanımın ağacı, ya minber olur, ya dârağacı..’

*

Evet, Abdulqadir Molla’dan sonra.. Dârağacı, Bangladeş’deki laik diktatörlerin elinde, müslümanlar arasından bir meyva ve bir şehid meyvası daha verdi: Muhammed Qamer-uz’zaman..

‘Dârağacında haz verir insana iman..’ demişti, şair..

Evet, gerekirse, öyle.. başta Bangladeş müslümanları olmak üzere hepimiz bir şehîd daha kazandık.. Ve, şehadeti saadet bilen bir dâvâ için yenilgi ve başarısızlık sözkonusu değildir.

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum