1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Bizimkine değil, başka diktatörlüklere ölüm! Ama, ’bizim diktatörümüz iy
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Bizimkine değil, başka diktatörlüklere ölüm! Ama, ’bizim diktatörümüz iy

07 Nisan 2011 Perşembe 20:07A+A-

[email protected]

Çevremizdeki diktatörlüklerden sözetmek, o diktatörlüklere karşı olanları alkışlamak ve diktatörler aleyhine konuşmak hoşumuza gidiyor.. Ama, kendi gerçeğimizle yüzyüze gelmeyi bir türlü istemiyoruz..

Kendi gözümüzdeki merteği göremeyip, el-âlemin gözündeki çapaklara takılıyoruz..

Söyleyebilir miyiz, etrafımızdaki hangi ülkede ve hattâ dünyada, (bugün oğlu tarafından da sürdürülen ve yarınlar için de aynı iktidarı sürdürmek üzere torunu şimdiden belirleren) Kuzey Kore’deki Kim İl Sung’un isim, resim, büst ve heykelleri karşısında bütün bir milletin zorla boyun eğdirilmesini temel prensip kabul eden ve bunun bir resmî ideoloji halinde sistemleştirildiği örnek dışında, hem de ölümünün üzerinden üççeyrek yüzyıl geçtiği halde bir siyasî kişinin adına tesis olunan ve acaib bey’at törenleriyle, bağlılık yeminleriyle zorla sürdürülmeye çalışılan bir başka diktatörlük örneği?

*

İki ay sonra genel seçimler yapılacak ve yeni seçilecek 550 m.vekili, meclis kürsüsüne birer birer gelip, anayasada yazılı olan yemin metnini okumak ve bütün bir millet de, onların bu yeminlerini, tv. ekranlarından saatlerce dinlemek zorunda kalacaklar.. O metni okumadan, m.vekillikleri başlamış olmayacak.. (Merve Kavakçı Hanım’a 1999 Nisanı’nda bu yüzden, o yemin ettirilmeden engel olmuştu, Ecevit ve diğer kemalist-laikler..)

Ama, bu gibi görüntü ve gürültüler üzerine asıl konu gözlerden ırak kalıyor ve o yemini edenlerden veya etkili yerlerde bulunanlardan kimsecik de, ’Yahu, bu kişileri millet kendilerine vekil olsun diye seçti, ’gitsinler de üççeyrek yüzyıl önce ölmüş bir siyasetçinin fikirlerine bağlı kalmaları şartıyla m.vekilliği yapsınlar..’ diye seçmemişti..’  diyemiyor..

Mes’ele sadece oradaki yeminle bitmiyor ki..

Bütün madenî ve kağıt paralarda onun resmi, hattâ MİT’in ve TSK’nın amblemlerinde, onun kabartma resmi.. Bütün mahkemelerde, hâkimin arkasındaki duvarda, tapınılan bir nesne, bir ikon halinde bir kabartma resim.. 

Kamuda vazife alacak bütün kişiler halinde, aynı kişinin ismine, ilkelerine bağlı kalacaklarına dair yeminler ederek işbaşı yapabiliyorlar.. Üniversitelerden mezun olan bütün öğrenciler de, o noktaya gelinceye kadar bütün tahsil hayatları boyunca kendilerine okutulan devrim tarihi derslerini başarıyla geçmeleri yetmiyormuş gibi, bir de diplomalarını alabilmek için aynı yemini metinlerini okuyorlar..

80 yıla yakın bir zamandır, halkımızın çocukları, hattâ körpecik yavrucuklar, okul kapılarında, sabahın köründe, kavurucu sıcak veya soğuklarda, kar-yağmur, tipi altında bile, titreyerek, ne dediklerinin farkında bile olmayan yavrucuklara, ’Türk’üm, doğruyum, çalışkanım..’ gibi lafları sıraladıktan sonra, ’Ey yüce Atatürk..’ diye, 73 yıl öncelerde ölmüş bir kişiye seslendiriliyorlar, onun ideallerine bağlı kalacaklarına dair yemine, yani, zorla bey’at’ etmeye sürükleniyorlar.

Kemalist-laikler, müslümanları, ’bey’at / biat’ nesli diye hafife almayı pek severler.. Doğrudur, müslümanlar Allah ve Resulü’ne bey’at etmiş kimseler olmak açısından bey’at ehlidirler; ama, müslümanların temel niteliği, kula kulluğu kabullenmemektir.

*

BDP Gen. Başkanı Selahattin Demirtaş, oğlunun bu ’and’ı okumayacağını bildirmiş okul yönetimine.. Keşke, böyle bir kölelik anlayışını kabul etmiyeceğini düşünen herkes de Demirtaş gibi hareket etse..

Hemen ekleyelim ki, kemalist -türkçüler kendilerini kandıra-dursunlar; ama, kürd çocukları da zâten o metni okurken, ’türk’üm yerine, ’kürd’üm diyorlardır.. Ve herhalde, ’atatürk’ kelimesine de, kendilerine göre bir karşılık uydurmuşlardır..

Hatırlayalım ki, merhûm Erbakan, 1994’de Bingöl’de yaptığı bir konuşmada, ’Siz çocuklarımızın ağzından Besmele’yi ve Elhamdulillah Müslümanım’ı alıp, yerine ’türküm, doğruyum, çalışkanım..’ dedirttirirseniz, benim müslüman kürd kardeşim de ’ben de kürd’üm, doğruyum, ben de çalışkanım..’ demek hakkını elde eder..’ dediği için, bölücülük’le suçlanıp muhakeme edilmiş ve muhakemesinde de, ne yazık ki, çevresindeki hukukçularının yanıltmasıyla yanlış bir savunma yapmış, ’o sözler bizim görüşümüzdür, inancımızdır, ve bölücülük ne kelime, halkımızın birliğinin harcıdır..’ demek yerine; teknik bir takım tahriflere bağlanarak suç isnadını kırmaya çalışmış ve yine de mahkûm olmaktan kurtulamamıştı..

Bu arada bir diğer konuya daha değinelim.. 20 Mart günü de, BDP m. vekili Sırrı Sakık, Mersin’de binlerce kişiye hitaben yaptığı konuşmada,  ’Çanakkal'de Türk-Kürd beraber savaştığını’ söylüyor, "Ancak sonra İttihad ve Terraki geleneği bu ruha ihanet etti" diyordu.

Sakık, daha sonra,  Mustafa Kemal ve İsmet Paşa başta olmak üzere, geçmiş birçok cumhurbaşkanı ve başbakanın ismini tek tek sayarak inkarcılıkla suçluyor ve kalabalık da, isimleri sayılan bütün bu isimleri yuhluyorlar ve medya da, haberi, ’Atatürk’ün yuhlatıldığı’ şeklinde yansıtıyordu, tabiatiyle.. Sakık sözkonusu konuşmasında, şunları da dile getirmişti: ’Kürdistan, 4 parçaya ayrılmıştır. Bunu sorumlusu kürdler değil, emperyalist güçlerdir. İttihad ve Terakki’ciler burayı fethedemedi. Şimdi de Erdoğan ve Fethullah Gülen kürd halkının İslamî duygularıyla oynayarak, halka müslümanlığı öğretmeye çalışıyor. Buraya gelen vali, kaymakam ve emniyet müdürleri tek kelime kürdçe bilmiyor. Bu sömürgeciliktir ve bunlar halkı yönetemezler. Sizi öldürerek yok edemediler. Cami, okul, kışlalarda asimile ederek de bitiremediler. Hepimiz dağa çıkamayız, zindanlara giremeyiz. Ama, onların asimilasyonlarına 'Evet' demek zorunda değiliz.."

Bu sözler üzerinde elbette bir takım karşı görüşler geliştirilebilir..

Ama, tamamını yanlış olarak bir kenara itmemek -atmamak gerekiyor.. Hele de o bölgedeki Vali, Kaymakam, Emniyet Müdürü, Kumandan gibi kamu vazifelilerinin kürdçe bilmemesi, mahallî halka hizmet edemiyeceğinin en açık delili.. Hatırlayalım ki, birkaç sene önce, bir kürd kadını, general rütbesindeki bir kumandandan kürdçe olarak yardım isteyince, o general, utanmadan, ‘Önce türkçe öğrensin, o zaman yardım yapılır..’ diyebilmişti.. Bu bakımdan, sözkonusu m.vekilinin,  ‘.. Buraya gelen  Vali, kaymakam, emniyete müdürleri tek kelime kürdçe bilmiyor. Bu sömürgeciliktir ve bunlar halkı yönetemezler..’  şeklindeki sözlerinin mânası üzerinde durulmalıdır.. Vatandaşlarından milyonlarcasının konuştuğu bir dili bilmeyen, onu 80 yıl kadar dil olarak bile kabul etmeyen bir devlet mekanizmasının bir takım buhranlarla karşılaşması tabiî değil midir?)

*

Dışdünyadaki diktatörlere bakarken, bir de aynaya baksak..

Evet, biz hepimiz diktatörlüklere karşı olduğumuzu söylemeyi pek seviyoruz, ama, kendi diktatörümüze gelince.. Onu hatırlamak bile istemiyoruz..Ve giderek, öyle bir diktatörümüzün olduğunu bile unutuyor ve neredeyse, onu cedleri, zorla, dârağaçları kurularak, kabul etmemişlercesine, o kabulleri kendi hür iradeleriyle belirttiklerini düşünüyorlar.. ’Bizim diktatörümüz iyidir..’ dercesine..

Birkaç ay önce, eski b.elçilerden İnal B.’nun kızı P. Batu, bir tv. proğramında, ’300 sene kadar sonralardaki insanlar gelip bizim bugünkü durumumuzu anlamak için arkeolojik kazılar yaptıklarında, herhalde, ’epeyce yakışıklı bir putları/ tanrıları varmış..’ diyeceklerdir..’  kabilinden ilginç sözler etmişti..

Sahi, bizim toplumumuzda istemiye -istemiye de olsa, kabullenilmiş gibi gözüken diktatör görüntüsünden çok farklı bir diktatörlük mü sözkonusu, bugün diktatörlükle suçlanan tiplerle kıyaslandıklarında..

Geçenlerde, Foreign Policy isimli ve 31 Mart tarihli bir Amerikan dergisi, bıyık ile diktatörler arasında bir ilgi kurarak T.C. rejiminin eşsiz diktatörü  de ’bıyıklı diktatör' ilan etmişti.. Stalin ve Hitler’i, II. Wilhelm’ı,Franco’yu, Saddam’ı ve sair benzerlerini de bıyıklı göstererek.. Adıgeçen dergi, M. Kemal’e ’The Kaiser / Kayzer’ (Sultan) sıfatını da yakıştırmıştı.. (Bu biraz haksız olabilir, çünkü, ölümünden 70 küsur sene bile hükmünü icra ettiren hiçbir sultan veya kayzer örneği yok..)

Amerikan dergisindeki  ilgili yazı şöyle idi: 

"Modern Türkiye'nin babasıyla ilgili neredeyse her şeyin tarihi bir önemi vardır; buna üst dudağı da dahildir. Atatürk'ün genç bir subay olduğu dönemdeki (üstteki resim, yıl 1907) bıyığı Osmanlı döneminde popülerdi. Bu bıyık Kayser İkinci Wilhelm'den esinlenilmişti ve Türk entelijansiyasındaki Alman kültürünün etkisini yansıtıyordu. Ancak Atatürk 1923'te yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin otokratik lideri olarak koltuğa oturduğunda, bıyığı muhafazakar bir dikene dönüştü. Atatürk ilerleyen yıllarda Türkiye'nin ekonomik ve siyasi liberalleşme sürecinin liderliğini yaparken bıyığını da tamamen kesti. Bu da Türkiye'nin modern bir gelecek için Osmanlı geçmişini geride bırakmasının sembolik bir örneğiydi.

"Ancak Türk bıyığı o kadar kolay ortadan kaybolmadı; sonraki onyıllarda hem boyut hem de önem açısından gelişmeye ve dönüşmeye devam etti. 1970'lerde mors tarzı bıyıklar solcular arasında popüler bir aksesuara dönüştü. 1990'larda alt ve orta sınıfları, tıraşlı şehirli elitlerden ayıran bir sınıf sembolü haline geldi. 2002 yılında ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın popülist yaklaşımının bir jesti olarak dudağının üzerinde iktidara geri döndü."

Tabiî, Erdoğan’ın da bıyıklı oluşuyla bıyığın iktidara dönüşü arasında bir ilgi kurmak tutarlı değildir. Çünkü, İsmet Paşa da bıyıklı idi,  Ecevit ve Erbakan da..

Amerikan dergisinin bu değerlendirmesine karşı hemen karşılık veren T.C.’nin Washington b.elçisi Namık Tan, ’modern Türkiye'nin kurucusu Mustafa Kemal’in Atatürk'ün Hitler, Stalin gibi isimlerle aynı yere konulmasını ve "otokrat" olarak tanımlamanın "çok talihsiz, çirkin ve küstahça" bir davranış olduğunu belirtiyordu.

Ama, daha önemlisi,  sözkonusu haber ve benzerlerinin altına yazılan sıradan okuyucu vatandaş yorumlarında, öyle ibareler yer alıyor ki, şaşırmamak elde değil.. Hele de kendi diktatörümüze sahib çıkmak sözkonusu olduğunda ortaya çıkan tablo, insanı şaşırtıyor..

Kendi atasını -dedesini kaale almayan veya  bile unutmuş kimseler, söz  T.C.’deki ’resmî ideoloji atası’na gelince feveran edebiliyorlar.. Geçenlerde, İslamî dikkatleri açısından daha bir gelişmiş oldukları kabul olunan bir yerde, Gaddafî’nin diktatörlüğünün M. Kemal’inki gibi olduğu dile getirilince..

Orada, misafir olarak bulunan bir yaşlıca zat, feveran etti, ’Lütfen biraz saygılı olun..’ diyerek.. Ve, ’M. Kemal hakkında böyle konuşulmasına asla gözyumamam’ gibi cümleleri de ekleyerek..

Neyse ki, oradaki  konuyu tebessümle geçiştirdiler..

Hatırlıyor muyuz, bugünlerde devamlı gündemde olan bir cemaat lideri, 20 sene öncelerde, ’devletimizin başında olanlar her kim olursa olsun, onlara dil uzattırmam..’ diyerek,  cemaati içinden o sözkonusu diktatöre karşı bazı itiraz cümlelerini dile getirenleri kesinlikle susturmuştu da, ’Devletin başındaki fir’avun olsa, o zaman da mı söz söyletmezdin?’ diye yazmak zorunda kalmıştık..

*

'ATATÜRK İLKELERİNİN VE CUMHURİYETİN BEKÇİSİ DEĞİLİM!'

Tabiî, bu arada ilginç gelişmeler de olmuyor değil..

M. Kemal’in ve onun adına iktidarlarını onun adına devam ettiren kadroların ülkemize ve halkımıza dayattıkları diktatörce uygulamalar karşısında, büyük kitleler, istemiye –isitemiye de olsa baş eğmeyi kabullenmiş ve bu  durumu da bir geleneke haline getirmişken..

Bizzat kemalist kadroların içinden de, kendi tuhaflıklarına, tutarsızlıklarına karşı daha yürekli çıkışlar sergilenebiliyor..

Nitekim, 28 Mart günü, N.Akman'ın TRT Haber'de sunduğu bir proğramda, konuşan CHP Gen. Başk. Yard. Sena Kaleli, başörtülü milletvekilleri konusunda ve yaklaşan seçimlerle ilgili ilginç açıklamalarda bulunuyor ve ’Birbirimizi dışlamamızı doğru bulmuyorum" diyen Kaleli, sözlerine "Hiçbir partinin bunu başarabileceğine inanmıyorum. Çünkü bu gerçek bir mesele değil. Dolayısıyla bu sorun olarak algılanmamalı" şeklinde devam ediyordu..

Akmanın ’hafta içinde şöyle çelişkili bir durum yaşadık. Gürsel Tekin önce dedi ki, bizim başörtülü adayımız olmayacak ama bir başka partinin olursa, ona Merve Kavakçı muamelesi yapmayız, sıra kapaklarına vurmayız. Demek ki içeriye başörtüsü ile girilebileceğini düşündü. Sonra ne oldu? Sayın Kılıçdaroğlu çıktı, böyle biri gelirse eskiden MHP'li Nesrin Ünal modeli var, genel kurula girdiğinde başını açar dedi. Bu tuhaf bir manzara yarattı. Bunu siz nasıl yorumluyorsunuz? İstenirse, karar verilirse sanki bu konu çok kolay çözülebilecekmiş gibi...’ şeklindeki sorusuna, Kaleli, ’Bu aslında CHP'nin sorunu değil. Bu tamamen AK Parti'nin istediği bir şeyse AK Parti'nin çözmesi gereken bir sorun. Burada insanların aş sorunu, istihdamı diye düşünmektense olayı türbana kilitlemenin çok doğru olmadığını düşünüyorum. Umarım bu konular zaman içerisinde aşılacaktır. Ama dediğim gibi önce kaygı ve korkularımızı aşabilmemiz gerekiyor.’ diye karşılık veriyordu..

Akman, bu arada, Kaleli'nin daha önce bir tv. kanalında da yayınlanan, "Atatürk ilkelerinin ve Cumhuriyetin bekçisi değilim, olmak da istemiyorum" şeklindeki sözlerinin arkasında durup durmadığını sordu. "Sözlerimin arkasında her zaman durdum. Bu defa da duruyorum" diyen Kaleli, sözlerini şöyle açıklıyordu: "Söylemek istediğim, aslında bizim bekçi değil, yönetici konumunda olmamız gerektiği. Artık sadece koruyan, muhafaza eden konumunda olmayalım, iktidarda ve yöneten konumunda olalım. Türkiye'nin gelişmesine, değişmesine katkı sunalım. Artık statükoyu veya birtakım değerleri savunurken, gelişmenin önündeki engelleri kaldıralım anlamında söylemiştim. Bunun da arkasındayım. Hiçbir şekilde de reddetmiyorum."

Bakalım, Dersim’li Kemal Kılıçdaroğlu da, Dersim’i yerle bir eden, adını bile değiştiren diktatöre ve diktatörlüğe karşı, bir tavır takınabilecek midir ve  kendisinin yardımcısı özellikle parti içi eğitim konusunda Gen. Başk. Yard. olan Kaleli’den ne kadar etkilenecek? 

’Kahırdan geberememiş atatürkçüler’

Bu gelişmeler olurken, Doğan Medya’nın  amiral gemisi sayılan mâlûm cerideden bir yazıcı efendi ise, 31 Mart günlü yazısını ’kahırdan geberememiş atatürkçüler’  laflarıyla noktalıyordu. Bu laflarda anlatılanlar kimlerden önce anlatan kimdir diye baktım..

Yazıcısının ismi, internet adresinde yozdil diye yazılmış..

Sorgusuz-sualsiz tutuklamalardan yakınıyordu, bu kişi..

’.....Yapılmamış darbenin/ düşürülmemiş F16'nın/  bombalanmamış caminin/ varolmamış suikastın,,/ teşebbüs edilmemiş planın/ kurulmamış komplonun/
tanışmamış insanların / buluşulmamış toplantının/ bulunmamış delilin/  yazılmamış haberin/ basılmamış kitabın davasına...
Gazetecilik yaptığı için enselenen gazetecilerden sonra, (...)

Sıra geldi...
Düşünülmemiş fikir'e.
*
Bilahare?
Sıradan vatandaş olduğu için henüz bi kulp bulunup içeri tıkılamamış, bu yaşananlara rağmen hâlâ kahırdan geberememiş Atatürkçülere.
’’

Sahi, atatürkçülerin kahırdan gebermesini gerektirecek gelişmeler de oluyor mu, ülkede;  onun değerlendirmesini, herkes kendi anlayış ve ölçüsüne göre düşünebilir..

*

Bütün bunlardan sonra, M. Kemal’le 1,5 sene kadar evli kalıp boşanan Latîfe Hanım’ın yeğeninin piyasaya çıkan kitabı, diktatörlük tablosuna birkaç fırçalık daha  renk kattı..

Latîfe Hanım’ın hatıratı, 2008 yılında, üzerindeki mahkeme yasağı kalktığında, yayınlanacakken, dönemin T. Tarih Kurumu Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu, ’Ben bu hatırât’ı okudum, bu hatırât yayınlanamaz; yayınlanırsa, bütün T.C.  tarihini baştan başa yeniden yazmak gerekir..’ demiş ve aldırılan yeni bir mahkeme kararıyla ve Latîfe Hanım’ın ailesinden geride kalanların isteği adına denilerek, bu hatırât’ın hiç bir zaman yayınlanmaması hükme bağlanmıştı..

Şimdi, o aileden bir kişi, ’teyze’sinin hayatını kaleme almış.. Özetinden anlaşıldığına göre, suya sabuna dokunmadan anlatılmaya çalışılmış bazı konular..

Ne güzel bir zencire vurulmuş bir özgürlük..

Yaşasın bizim diktatörümüz ve diktatörlüğümüz!. Çünkü, bizim diktatörümüz diğerlerinkinden farklıdır ve de bizler cellâdına âşık idâm mahkumları veya gönüllü köleleriz!

YAZIYA YORUM KAT

10 Yorum