1. YAZARLAR

  2. BAHADIR KURBANOĞLU

  3. İntifada ne ‘Ekmek İsyanı’ ne de Liberal-Demokrasi Talebidir
BAHADIR KURBANOĞLU

BAHADIR KURBANOĞLU

Yazarın Tüm Yazıları >

İntifada ne ‘Ekmek İsyanı’ ne de Liberal-Demokrasi Talebidir

06 Şubat 2011 Pazar 13:59A+A-

İlk tespitten başlayalım. Bu kökten oryantalizm ve materyalizm kokan tespit ile ilgili birileri çıkıp Batılıları ve bizim Batıcıllaşmış zihinlerle değişim/dönüşüm/devinim ve gelişmeleri okuyanlarımızı uyarmalı.

Zübeyde hanım kültür merkezinde geçen Çarşamba günü aynı hususun altını defaatle çizen Turan Kışlakçı kardeşimiz de tespitlerine destek anlamında Mısır’da mezar evlerde yaşayan iki milyondan fazla insanı örnek olarak göstermişti. Kışlakçı kardeşimizin ufuk açıcı değinilerini gölgelediğini düşündüğüm ve isyanların sebeplerinin başına oturttuğu bu “açlık”, “sefalet” merkezli değinileri üzerine -formata uygun olsa- yerimden kalkıp “Acaba o meydanda o mezar evlerde yaşayanlardan kaç kişi vardır acaba?” diye sorasım geldi.

Dünyanın pek çok ülkesinde açlık ve sefalet kol gezmekte. Afrika ülkelerinin durumunu yansıtan fotoğraflara bakamayıp gözlerimizi kaçırmak zorunda kalışımız da biraz bundan. Bir deri bir kemik kalmış insanların bu duruma gelinceye kadar ne ile meşgul olduklarını sorabilmek için, önce birkaç defa yutkunmanız gerekir. Sonra da bu soruyu sormak zorunda kaldığımızdan ötürü utanmamız!

Mustezaflığın türleri vardır. Bunu Beheşti “Mustezaflar” isimli eserinde çok güzel anlatır.

Bazılarımızın elinden düşürmediği Brezilyalı yazarın “Ezilenlerin Pedagojisi” adlı kitabında da bir şekilde aslında bilinçlenme yolunda harekete geçirebileceğiniz kitlelerden bahseder. Sorun ezilmişlikten ziyade, bu ezilmişlik olgusunun kanıksanmışlık ve aldatılmışlık halidir. Bu ezilenlerin nasıl ezenlerine galebe çaldıktan sonra onlara benzedikleri de örneklerle anlatılır. Ama burada da sonuçta bir şekilde ezilmişlik haline son vermeye ahdetmiş olanların yaşadıkları değişime şahit oluruz, öyle ya da böyle.

Fransız İhtilalinden Rus ve Çin devrimlerine kadar aynı hikaye ile donanırız. Bu devrimler ne kadar ve hangi anlamda devrimdirler, diye insana sorular sordurtur. ‘Madem ki başa gelenler gidenleri aratmakta ve kitlelerin içinden çıkan önderler ezenlerinin mantığıyla tarihi tekerrür ettirmek istiyorlarsa, o halde bu olup biten de nedir?’ dercesine!

Burada bir noktalı virgül koyalım ve Afrika ve Asya’daki fakirlik ve yoksulluğa geri dönelim. Bu ülkelerde adeta açlığın sosyo-kültürel yapısı oluşmuştur. Yokluklar içerisinde yaşayan kitleler, bu yaşam tarzına alışmıştır. Günlük yaşam standartları, tekdüze olmuş bu hengamenin, nereye uzadığı belli olmayan geleceksiz, umutsuz, günübirlik bir hayatın sosyolojisini sunar bizlere. Ve bu durum da elbette incelenmeye muhtaçtır.

Fransa’nın Cezayir’i işgalinden itibaren sürdürdüğü bilinçli kolonyal program sayesinde kitleler sadece ellerindekileri kaybetmemişler, aynı zamanda kişiliklerini, kimliklerini, hayattan ne isteyip neyi beklediklerine dair umutlarını yitirmişlerdir. Başkaları adına, farklı zümreler adına yaşayan, onlar gibi olabilmek için uğraşıp didinen ama kuyruğuna teneke kutu bağlanmış kedi misali, kendilerini çevreleyen mahzenlere mahkum edilmiş insanlar. Frantz Fanon ve Malik. B. Nebi’nin eserleri bu durumu veciz bir şekilde ortaya koyar. Ancak aynı Cezayir’de Reşid Rıza’nın öğrencisi Abdülhamid b. Badis’in müthiş gayretleri, sosyo-kültürel alanlardaki ıslah çabaları, kitlelere kimlik aşılayan uğraşları bir milyondan fazla insanın hayatını kaybettiği Cezayir Bağımsızlık mücadelesinin de başlatıcısı olmuştur.

Hakeza yine ıslah çizgisinin Mısır’daki devamcısı Hasan el-Benna da selefleri Abduh ve Rıza’nın öğretilerinin Mısır’da sosyalleşmesi, kültürel dönüşümlere kavuşması, seküler çözümsüzlüklerin bataklıklarında dolaşan Mısır halkına özgüven hamleleri yaşatması da bu meyandadır. Ve bugünlere miras kalan pek çok gelişimin tohumları da o dönemlerde atılmıştır.

Tıpkı İran İslam devriminde orta sınıf esnafın ve öğrencilerin etkilerinin görülmesi örneğinde olduğu gibi, sokaklara inenler boş mideler değil, bilinçlenmiş zihinlerdir.

Bir önceki yazımda Hamas örneği üzerinden anlatmaya çalıştığım husus buydu.

Afrika insanı maalesef açlık toplumu olma yolunda bilinç eksikliğinin verdiği çaresizlikler içerisinde Beheşti’nin sıraladığı biçare mustezaflığa düçar olmuşken, bazı toplumlar da meleklerin “hicret etseydiniz ya!” buyruğuna muhataplık düzeyinde seyrederken, bazıları da “Ya rabbi halkı zalim olan bu şehirden bizi çıkar, bize katından bir yardımcı gönder” diyen mustezaf halkların yaşadığı seviyede olabilir.

Bu yüzden klasikleşmiş sosyolojik (ve dahi ideolojik) tezler üzerinden, sanki dünya üzerinde tekil topluluklar yaşıyormuş, hepsi aynı kültürel kodların, aynı yasaların kalıplaşmış determinizmlerine düçar olmuşlar gibi bir anlayışın bizlere meseleler hakkında vuzuha kavuşturulmuş tablolar sunmayacağı aşikardır! Onca tecrübeden sonra bizler hala bu tozlanmış tespitlerle tatmin olacaksak diyecek bir söz yok ama çıkıp “Yağma yok, öyle değil böyle!” diye haykırabilecek potansiyeller de sadece İslami kesimlerde var. Çünkü bu ülkelerin gerçeklerine en yakın olanlar bizleriz!..

Sadece Tahrir meydanında atılan sloganlar bile, bunun böyle olmadığının, pek çok değişkenin bu süreçte rol aldığının, hatta bu değişkenlerin çoğunun emperyalizmin yüzüne ayna tutmanın yanında, son elli yıllık süreçten hesap soran, bunun artık sonlanmasını isteyen, tek adamların gidişinden tatmin olmayan, bölge politikalarının yakıcı etkilerini de dillendiren (anti-siyonizm bağlamında) mahiyetlere sahiptir.

Eğer çulsuzluk tek başına en temel etken olsaydı, eminim ki Mübarek sahip olduğu 67 milyar doların önemli bir kısmını sadece milis güçlerine değil, meydanda toplanmış halk kitlelerine dağıtarak; onları şirketlerine ortak ederek halletme yolunu tercih edebilirdi. Bu traji-komik gibi görünen karikatürizasyon bile bu türden sözde sosyolojik tespitlerin nelerin üzerini örttüğünü göstermesi açısından manidardır.

Biz kanımca bundan daha önemli bir boyutu tartışıyor olmalıyız.

Gerek Tunus’ta, gerekse Mısır’da Nahda ve İhvan üzerinde geliştirilen ve Müslüman mahallesinde kendisine yer bulan tespitlerde bundan sonrasına ilişkin pek bir şeyin değişmeyeceği, bu hareketlerin demokratik ilkelere sadık kaldıkları, seçimler, meclis, anayasa gibi sözler telaffuz ederek halkın biriken öfkesini liberal-demokratik bir sürece kurban verecekleri endişeleri üzerinde yoğunlaşması ilginçtir.

Diktatörlerin gidişini, halkın öfkesi ve onurlu direnişini, bilinçlilik halini, İhvan ve Nahda’nın yeniden siyaset arenasında temsil gücü kazanabileceği umutlarının yeşerdiği bu süreçte, daha bu gelişmelere sevinebilecek zaman bulamadan, sembolik olarak alerji duyulan (seçim, meclis, anayasa gibi) kavramlar üzerinden ve endişe kabilinden bu hususları dillendirip gelişmeleri gereğince okumayı zorlaştıran kulvarlara yönelmek üzerinde de tartışmak gerekiyor.

Bu Endişeler Üzerinden Yapılan Süreci Okuma Biçimleri Zaaf ve Eksiklik Barındırmakta ve Bunlardan Kaynaklı Bir Zihniyet Problemini Yansıtmaktadır!

Benzer eleştiriler Hamas’ın seçimlere katılım sürecinde de dillendirilmiş ve hatta “Hamas AKP’lileşiyor mu?” sorularını sordurtan bir ortamın da kıvam bulmasını körüklemişti. Burada birkaç konu göz ardı ediliyordu kanımca ve süreç böyle düşünenleri haklı çıkardı: Bunlardan ilki yaşanan sorunlar karşısında devrimcilik/inkılapçılık adı altında tarihin bir safhasında aniden belirivereceği zannedilen bir tutumdan sapmışlık ithamıyla, yirmi yıldan fazladır mücadele veren bir çizgiyi yargılamak; İkincisi bölge siyaseti ve işleyen süreçle ilgili bilgi eksikliği; Üçüncüsü, yıllardır faaliyetleri ortada olan İslami hareketlere olan güvensizliğin aceleci tespitlerle dışavurumu; Dördüncüsü ise aynı bölge üzerinde faaliyet gösteren diğer muhalif unsurların fikirlerinden faydalanmada gösterilen gevşeklik ve umarsızlık.

Netice itibariyle İslami Cihad’ın Hamas’la ilgili düşüncelerine ve verdiği desteğe vakıf olduk, Hamas’ın silahlı mücadeleyi akamete uğratacak bir savrulmaya düçar olmadığına ve İsrail’in başlatmak zorunda kalmasına rağmen, ölü bir cenini andıran Oslo sürecine karşı geliştirilmiş bir manevra olan malum süreci yaşadık. Ve bu sürecin ardından gelen gelişmeleri hep birlikte takip edip liderlerinin onurlu mücadelesine, ambargo altındaki bir halkın gönülden desteğine şahit olduk. Önceleri umut olarak baktığımız ve izlediğimiz bu süreç, bölge halkı ve genel İslami kamuoyu açısından öğretici ve geliştirici bir mahiyet arzetti. Hatta diğer dünya halkları açısından öğretici-eğitici ibretamiz şahitlikleri beraberinde getirdi.

Kanımca aynı yaklaşım biçimine burada da sahip olmalıyız. İlkin halkın onurlu direnişi ile ülkelerini terk etmek zorunda kalan ve diğer coğrafyalarda tağutlara korku salıp bir takım düzenlemelere gitmek zorunda bırakan sürecin hepimiz için taşıdığı umutların sevincini yaşamalıyız. “Daha kötü olabilir!” demeden önce “Daha kötü ne olabilir(di)?!” diye basiretle düşünmek için kendimize fırsat vermeli, bir nefes soluklanıp gelişmeleri takip etmeliyiz.

Bir takım şekilsel tartışmalara teorik manada takılıp seçim, koalisyon yapıları, meclis, zalimlerin muhtemel yargılanma süreçleri ve yeni bir anayasa dışında ne gibi çözüm önerilerimiz olabilir? diye düşünmemiz gerekir.

Ve belki de hepsinden önemlisi bu coğrafyaların tecrübelerine sahip İslami hareketlere tıpkı Filistin coğrafyasında olduğu gibi güven duymalı; İsrail’in telaşının ardında yatan siyasi sebepleri kavramaya çalışmalı, o veya bu şekilde gelecek değişimin K.Afrika ve Ortadoğu denklemine yapacağı etkiler üzerinde kafa yormalıyız.

Bu toplumların ve toplumlara yakın tarihte önderlik etmeye soyunmuş hareketlerin yaşadıkları nice seküler tecrübelerin ardından yepyeni dünyevi/seküler laik ortamlarda nefes alacakları alanlar mı, yoksa bunları aşma cehdi içerisinde İslami ıslah projelerinin tecrübelerini mezkur siyasaya ve sosyo-kültürel ortamlara nüfuz ettirmeye mi çalışacaklarını düşünelim…

Unutmayalım ki özgürlük ortamları olmadan, insanların ve toplumların iradeleri özgür bırakılmadan ve belki de yepyeni sancılı süreçler yaşanmadan zihnimizde tahayyül ettiğimiz ıslah olmuş toplumlar ve toplumları yönlendiren ideal sistem tasavvurları karşılık bulamaz. İdeal olan toplum yapıları ve yönetim biçimlerine yaklaşmak, ıslah süreçlerinin süreklilik arzettiği ve devamlılığını kendi ayakları üzerinde sağladığı yapılarda oluşur. Buna bundan önceki yazıda kültürleşme olarak işaret etmeye çalışmıştım. Diktatörlerden kurtulan toplumların, yılların tortularını üzerinde barındırdıkları ruczlardan kurtulabilmeleri bir süreç, bir kültürleşme meselesidir. Devrim dediğimiz olguların başarısızlıklarını bir kez daha tecrübe etmektense, İnkılab olarak nitelenmeye layık tedrici süreçlerin tecrübelerine zaman tanımak kanımca sünnetullaha da en uygun yaklaşım biçimidir.

Üstelik bu toplumlar artık, “Senin için en iyisi Batı’da!” sloganına karınları tok toplumlardır. İntifadaların İslam coğrafyalarında yükselmesini avantaj olarak nitelemem de bundandı. Zira bu tecrübeler, siyasi kazanımlarla beslendiğinde sadece bölge halklarına değil, inanıyorum ki şahitlik bağlamında tüm dünya halklarına örneklik oluşturabilecek potansiyelleri bünyesinde barındırmaktadır. Geçmişin hataları en aza indirilip, hamasi süreçlere razı olunmayacak, sosyalizan, nasyonalist, marksizan, liberalist söylemlerin yaldızlı iklimine yeniden savrulmaların azalacağı kültürel inkılapların umudunu diri tutmalıyız ki, bundan sonrasına ilişkin üretimlerimiz de bu minval üzere işlesin. Kanımca Tunus ve Mısır örnekleri bu açıdan da bir laboratuar vazifesi görecek, müslüman düşünürler bu tecrübelerle yepyeni tartışmaları uygulamalı olarak yapma şansını da yakalayacaklar.

Ben gerek Gannuşi’de, gerekse İhvan’da bu tecrübelerin olduğunu düşünüyorum ve bu hareketlere bu bağlamda güveniyorum. Güvenimin tek sebebi sahip oldukları birikim değil; aynı zamanda dünyanın son yıllarda yaşadığı değişimler. Değerler bağlamında liberalize edilen dünyada, liberalizmin yarattığı kahredici neticelerin savaşlar, bozulan ekonomiler, beslenen diktatörler, bozulan fıtratlar ve karıştırılan zihinler bağlamında faş olması, yeter derecede tecrübe edilmesi. Dolayısıyla özgürlük kavramından ahlaka, adaletten hukuka ve demokrasiden temel haklara kadar bu kavramların yepyeni tanımlarının ve şahitliğinin belki de Müslüman halklar üzerinden test edileceği ve belki de yeniden inşa edileceği bir süreç.

Fukuyama’nın sözü aklıma geliyor: “Tarihin Sonu”. Fukuyama bunu liberalizmin küreselleşmesine atfen kullanmıştı. Bu sözü ona iade ediyorum: “Liberalizmin Sonu!”; İslami-İnkılabi dönüşümlerin çağcıl başlangıcı! İnşaallah!..

YAZIYA YORUM KAT

17 Yorum