1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Allâme Fazlullah’ın ve diğer kayıplarımızın ardından...
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Allâme Fazlullah’ın ve diğer kayıplarımızın ardından...

05 Temmuz 2010 Pazartesi 22:07A+A-

[email protected]

 

Allâme Seyyid Muhammed Huseyn Fazlullah,  4 Temmuz Pazar günü vefat etti.. (Türkçedeki Fazlullah olarak telaffuz edilen ismin ingilizce yazım şekli olan Fadlallah’ın başka bir isim zannedilmemesi gerekir.) Merhûm Fazlullah, ‘Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir..’ şeklindeki hadis-i nebevî  rivayetinin misdakı olacak tipteki örnek isimlerden birisi olarak gösterilebilir..

(Merhûm Fazlullah için, İİC’deki şiî ulemâ için kullanılan son 100 yıldır kullanılan ‘âyetullah’ sıfatı TC medyasında kullanılmış ise de, o bu sıfatı kullanmazdı.. ‘Âyetullah’  (Allah’ın âyeti) sıfatı, Şiî – İslam kültüründe sadece Hz. Ali için kullanılmıştır, tarihte..  Ulemâya asırlarca ‘şeyh, âlim, faqîh, molla, muhaqqiq, allâme’  vs.  gibi sıfatlar verilmişken, özellikle -Osmanlı’dakiyle aynı döneme rastlayan İran’daki- Meşrutiyet yıllarında ulemâya karşı mustagribler/ garbzedeler, Batı çarpılmışlarınca yapılan aşağılamalara karşı bir tepki olarak, ulemâ için, bu ‘âyetullah’ sıfatı kullanılmaya başlanmıştır.  Merhûm İmam Rûhullah Khomeynî de hemen bütün muhatablarına daima ‘Huccet-ul’İslam’  diye hitab ederdi, bütün yazışmalarında..

Merhûm Fazlullah için de daha çok ‘allâme’  sıfatının kullanıldığını hatırlatırken bu ek bilgileri de gözönünde bulundurmakta fayda olabilir..)

İİC ile yakın bağlarına rağmen, Fazlullah'ın‚ ’Velayet-i Faqîh’ anlayışına İİC’ndeki resmî söylem çerçevesinde bakmadığı bilinmekteydi..  O, ’hiç kimsenin hakikat üzerinde, İslam adına tekel sahibi olması kabullenilemez..  diyordu..

Fazlullah, dünyadaki bazı gelişmelere dair beyanlarında, kendine özgü görüşleri açıklayabiliyordu.. Onun, B. Amerika içinde gerçekleştirilen ve binlerce sivil insanın ölümüne yol açan ‘11 Eylûl 2001 Saldırıları’nı gerçekleştirenleri suçlaması ve o eylemcilerin, ‘şehid olmadıklarını, sadece intihar etmiş olduklarını’  belirtmesi de bu kabilden idi.. (Bu vesileyle, hele de Pakistan’da ve Irak’da, dinmek bilmeyen ve müslüman halk kitlelerinin hattâ mescidlerde, ibadet ânında bile, yüzler halinde katledilmesiyle sonuçlanan ‘intihar saldırıları’nın, bazı gruplarca İslam için yapılmış eylemler gibi  gösterilmesindeki akıl tutulmasını da, bu vesileyle bir daha yüreğimize bir kurşun ağırlığıyla çökmüş bir acı olarak hatırlayalım..)

Bu arada,  İİC makamlarının ‘nükleer silahlar üretmenin şer’an haram olduğunu’ ısrarla belirtmelerine rağmen, merhûm Fazlullah’ın ‘düşmanlar karşısında, İslam’ın da her türlü silaha müsaade ettiği’ne dair  farklı görüşler açıklaması da ilginçti..

Merhûm Fazlullah, çeyrek yüzyıl öncelerde ‘Lübnan Hizbullahı’nın manevî önderi’ olarak bilinirdi ve öyleydi de.. İngiliz yayın organı BBC farsça yayınında Fazlullah’ın vefatından birkaç saat önce, onun sağlık durumuyla ilgili bilgi verirken, onun ‘Hizbullah’la irtibatını reddettiğini, ama, talebelerinin pek çoğunun Hizbullah içinde yer aldığının bilindiğini’ iddia ediyordu.. Halbuki, Fazlullah’ın böyle bir reddinin sözkonusu olmadığı, o konuya vâkıf hemen herkesçe bilinirdi..

Fazlullah’ın ‘Âşurâ günü mâtem merasimlerinde şiî müslümanların birbirlerine sopalarla vurmaları veya zincirlerle kendilerine eziyet vermeleri’  gibi âdetlerin bu müslümanları ilkel ve vahşi gösterdiği gibi itirazları vardı.. Ayrıca, İran’da İmam Khomeynî’nin vefatından sonra, yeni Rehber’in belirlenmesinde, - İİC Anayasası’nda cumhurbaşkanının İranlı olması şartına rağmen, Rehber’in İranlı olması gibi bir şart olmadığı halde,- Fazlullah’ın görüşünün bile sorulmamasıyla başladığı bildirilen bir gönül kırgınlığının olduğu söylenirdi ve hattâ, bu ve benzeri iddialar üzerine bir defasında, Qum’daki yüzlerce ‘talebe’, onun aleyhinde ağır ithamların dile getirildiği sloganlarla yürüyüşler yaptığı zaman Cumhûrî-i İslamî gazetesinin bu hususu kamuoyuna duyurarak, görüşlerine karşı çıkılan herkese derhal, en ağır suçlamalar yapılmasının İslam ahlâkıyla bağdaşmadığının belirtildiği hatırlanmalıdır.. Kaldı ki, Fazlullah’ın halihazırdaki İnqılab Rehberi’ni 18 sene öncelerdeki bir beyanıyla açıkça teyid ettiği, amma, onun aleyhinde herhangi bir beyanının bulunmadığı da hatırlanmalıdır..

*

Merhûm Fazlullah, özellikle de Lübnan ve Filistin’a  karşı gerçekleşen siyonist İsrail saldırılarına karşı çok net tavırlar sergilemesi hasebiyle, Tayyîb Erdoğan’ın siyasetlerini hararetle övüyor ve hattâ öyle birisinin başbakanlığa gelmesine yol açan TC.’deki mevcud sistemi de teyid edici mahiyette görüşler açıklıyordu. Ve bu da, bir ayrı tartışma konusu idi.. Onun bu görüşleri, mevcud durumdan heyecana kapılarak beyan ettiğini ve amma, bir genel kaide olarak dile getirmediğini sanıyorum..

Fazlullah’ın vefatından önceki son sözlerinden birinin, kendisine bir ihtiyacının olup olmadığını soran hemşîreye, ‘sadece siyonist rejim (İsrail) yıkıldığı zaman huzûra kavuşurum..’ dediğine dair bir açıklamayı da burada kaydetmiş olalım..

Merhûm Fazlullah’ın vefatı münasebetiyle, İslam İnqılabı Rehberi’nin yayınladığı mesajda, merhûma ihtiram ve muhabbet besleyen herkesten ayrı olarak, ‘bütün Lübnan şiîlerine başsağlığı’ (be umûm şiayân-ı Lubnan tesliyet..) dileğinde bulunulması ilginçti.. Keşke, ‘şiîler’ diye bir ayrıma ayrıca gidilmeseydi.. Çünkü, merhûm Fazlullah’ın vefatı, her müslüman açısından büyük bir kayıp idi..  Ve hele de Lübnan’daki müslümanlar şiî ve sünnîsiyle, merhûm Fazlullah’ın kaybından derin bir elem duymuş olmalıdırlar..

Lübnan’ın ünlü sünnî ulemâsından merhûm Şeyh Said Şa’ban aracılığıyla şahsen de tanışmak imkanını bulduğum merhûm Fazlullah’ı, sorumluluğunun idrakinde bir müslüman âlim ve bir bilge kişi olarak tanıdığımı tekrarlıyarak,  ona, bu son yolculuğuna çıkarken, rahmetler niyaz ediyorum.

*

‘Nisyan’a isyan ve Gazze kurbanları üzerine..

 

‘Gazze’ye yardım‘ gemisi etrafında gelişen hadiseler, zamana terkedilirse, konu giderek nisyana / unutkanlığa veya sulandırılmaya terkedilmeye varabilir..

Siyonist İsrail rejiminin Gilat Şalit isimli bir askeri 4 yılı aşkın zamandır HAMAS’ın elinde, Gazze’de esir.. Bu esiri kurtarmak için, siyonist İsrail rejimi, önce Güney Lübnan’a 34 gün süren şiddetli bombardıman ve kara harekâtıyla, binlerce sivil insanı katletti, hertarafı yakıp yıktı, ama netice alamadı.. Sonra, geçen yıl Gazze’ye saldırdı.. Orayı da yakıp yıktı..Yine sonuç alamadı..

Bu müdahaleler ve bombardımanlar sırasında Şalit’e bir zarar gelmediği anlaşılıyor.. Çünkü, onun en son durumunu gösteren video görüntülerine göre, sağlığı yerinde..

İsrail rejiminin bir kısım vatandaşları, Netanyahu Hükûmeti’ne, Şalit’in kurtarılması için baskı yapmaya çalışıyor.. Ve Netanyahu da kendilerinin belirleyeceği bin kadar Filistinli mahkûmun serbest bırakılacağını söylüyor.. HAMAS yetkilileri ise, kaç kişinin değil, kimlerin serbest kalacağı önemli..’  diyorlar..

TC. Dışişleri Bakanı Ahmed Davudoğlu, geçen hafta, ‘onlar bir vatandaşları için bu kadar hassas olabiliyor da, bizim 9 vatandaşımızın üstelik de silahsız ve savunmasız olarak ve sırf ‘insanî yardım’ götürürken katledilmeleri daha mı az önemlidir?’ diyordu,  bir bütün olarak..

Bu mantıklı yaklaşımın gereği yerine getirilmeli ve giderek, hattâ, siyonist İsrail rejimi Dışbakanı Avigdor Liebermann’ın diliyle, ‘İsrail değil, Türkiye özür dilemelidir..’ diyecek kadar küstahlaşan, siyonist İsrail rejimine karşı dile getirilen şartlar yerine getirilmezse; iş fazla tavsatılmadan, Davudoğlu’nun belirttiği üzere, ‘diplomatik ilişkilerin tamamen kesilmesi’ noktasına da vardırılmalıdır..

Bu arada, İHH Başkanı Bülend Yıldırım dostumuzun (Hürriyet’in eski Gen. Yy. Md.) Ertuğrul Özkök’ü bir yemeğe davet edip kendisiyle görüştüğünü, Özkök’ün yalanlanmayan, 1 Temmuz tarihli yazısından anlıyoruz..

Bu görüşme konusunda, henüz bir yalanlama veya düzeltme gelmedi.. O yazıda anlatılanlar ve hele ‘Biz Türk-İsrail ilişkilerine güvendik’ şeklindeki sözler söylendi ise, bu konunun üzerinde durulmalıdır..

Şimdilik, bu kadarca bir hatırlatma..

*

 

Gidenlerin hizmetlerini unutanlar, temelsiz kalırlar..

 

5 Temmuz 1980 günü, bizim neslimizin en parlak yıldızlarından Sedat Yenigün’ün katledildiği gündür..

Şimdi, 30 yıl geride kalmış bulunuyor..

Kaç kişi hatırlıyor, bu  kalb/ gönül/ tefekkür ve kalem adamının hizmetlerini?

Mes’ele dünya hayatındayken veya dünya hayatından sonra çekildikten sonra unutulmak ve unutulmamak değil.. Çünkü, aslolan, zerre kadar hayırlı hizmetin de, şerrin de ilahî adâlet terazisinde kaybolmayacağı açıktır.. ‘Fe men y’amel misqale zerre-t-in khayren yere, ve men y’amel misqale zerre-t-in şerren yere..’  (Zilzal, 7-8.)

Ama, dünyada yaşıyanlar olarak, kendi inancımızın hizmetiyle şereflenmiş olanları unutmamak, sadece bir vefâ örneği değil, aynı zamanda yolumuzu aydınlatan bir meş’ale hükmünde olabilir.. Aksi halde, hayat çizgimizin, inancımızın seçkin isimlerini ve hizmetlerini sıfırlamak ve sonra da ortaya çıkan bir takım olumsuzluklar karşısında, ‘Bizim cenahımızda sağlam karakterli kimse niye yetişmiyor?’  diye yakınmak kaçınılmaz olur ve tabiat boşluk kabul etmez,  fir’avnî güçler, her boşluğu kendi şahsiyetleriyle, kendi isimleriyle, kendi farazî hizmet iddialarıyla doldururlar ve kitleleri de kandırabilirler..

Kendi insanımızı anarken, onları hatasız, yanlışsız, günahsız, abartılı bir tip halinde yontmak hatasına düşmemeliyiz, elbette.. Hatalardan, yanlışlardan ilahî tasarrufla korunmuş olanlar dışında, her insanın hata yapabileceğini tabiî bir temel olarak gördükten sonra, yapılan değerlendirmelerin mâkul bir seviyede kalması daha bir mümkün olur..

Katledilişinin 30. yıldönümünde andığımız ve özellikle 1970-80 arasındaki 10 yılda verdiği hizmetleriyle, o zamanki en faal ve verimli tefekkür erlerimizden  olan Sedat, İst.- Fatih’te, Akşemseddin Caddesinde gittiği bir berberde traş olurken, içeriye giren bir kişinin şakağına sıktığı tek kurşunla katlediliyor ve berber de korkudan ve şok etkisiyle bayılıveriyordu..

O bölge o zaman, ‘Ülkücü’ diye anılan grupun elindeydi ve hemen karşısında o grupun buluşma yeri olan bir kahvehane bulunuyordu.. Ve orada, solcu kesimden birisinin gelip cinayet işlemesi neredeyse imkansızdı.. Kaatilin kimliği üzerine bazı iddialarda bulunulduysa, ismi geçen kişiden ulaştırılan sözlere göre, o kişi, o cinayeti kendisinin işlemediğine yemin-billah ediyordu..  ‘Vallahu bikull-i şey’in alîm..’

12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi’nin tezgahlanabilmesi için, daha bir özel olarak daha bir tırmandırıldığı, General Ken’an Evren’in hatırâtından bile açıkça anlaşılan anarşi ve terör kasırgasının alıp götürdüklerinden birisiydi Sedat..

O terör ve anarşi yıllarının hangi kerteye vardığının anlaşılması için hatırlatmalıyım ki, ‘Zeytinburnu- İhsan Mermerci Lisesi edebiyat öğretmeni Sedat Yenigün’ün öldürüldüğü’ne dair haberi yurt dışında almıştım, bir gece yarısı.. Hemen yakın dostum Dr. Mûsa Tosun’u aramıştım ve anlamıştım ki, cinayetten hiç kimsenin haberi yoktu.. O da, hemen diğer arkadaşları haberdar etmişti.. Ve ailesi de haberi ancak, gece yarısından sonra eve gelen arkadaş grubunu görünce anlamıştı durumu.. (Bu habersizlik,  birbirinden kopukluğu ve ilgisizliği değil, toplumun o hengamede, nasıl bir çaresizlik girdabında kaldığını gösteriyordu..)

Sedat,  kıvrak uslûbuyla, gönülleri tutuşturmayı bilen bir duygu ve tefekkür adamı idi.. Gönlü, inancını bütün insanlığa nasıl ulaştırılabileceğinin derdiyle doluydu.

Allah rahmet eylesin..

*

 

*

Birkaç not:

1- Bazı okuyucular yazılarıma e- mail yoluyla ya da bizzat bu köşeden cevab veriyorlar.. Bu eleştirilerin birçoğunda, ya yazılarımın hiç okunmadığı veya benim söylemediğim sözlerin bana söyletilmek istendiği gibi bir tablo çıkıyor, ortaya..

Mesela, önceki yazımda, ‘Nice derin düşünceli, ‘aydın müslüman’lar tanıyoruz ki, ülkenin son 100 yılına bakarken, bir çok temel konularda, sonunda İttihadçı- türkçü-kemalist çizgiye paralel duruma düşüyorlar. Ve yine nice ‘aydın müslüman’lar tanıyoruz ki, kürdçü söylemlere teslim oldular.. Ve kürd kavminden olmayan ve amma kendi etnik kökleri türk de olmadığı bilinen nice müslümanlar var ki, halde, sırf, kürdçü söylemlere duydukları tepkiyle, devletçi- ve hattâ askerci ve de zora dayalı, tepeden inmeci, dayatmacı, jakoben  bir çözümden yana olduklarını sergilemekteler.. Ve, bu durumu ya idrak edemiyorlar, ya da, devlet, rejim ve ülkeyi korumak adına,  temel inanç ölçülerini bile, devlet, rejim gibi kavramlara fedâ etmeye hazır olduklarını sergiliyorlar.. (…)  Biz ‘İslam Milleti’yiz, İbrahîm Milleti’yiz, bizim millet anlayışımızda kansoyu ve dil birliği gibi bağlar teferruattır. Bizim millet anlayışımız,  ‘Tevhîd inancı ve Nûbuvvet müessesesi’  üzerine kuruludur..

Yani, ‘Lailahe illallah + Muhammed’un Resulullah..’

Her bir müslümanın, ancak bu temel anlayış çerçevesinde şuûrlu bir müslüman olacağı ve ırk, kavim,  etnisite ve hattâ mezheb farklılıklarını, Tevhîd gülistanında rengarenk açan güller ve çeşitli dillerde şakıyan bülbüller ve de onların koklanmasından farklı lezzetlerin alındığı gibi bir zenginleşme unsuru olarak saymak varken, bunu düşmanlık vesilesi diye sözkonusu etmenin, hangi iman ferasetiyle ve basiretiyle izahı olabilir?

Biz müslümanlar, millet anlayışımızı, bu temel üzerinde korumaya mecburuz, aksi halde, herşey darmadağın olur.. Bu durum, ‘Türk, kürd, arab, vs.  kavmiyetler mes’elesi, bir sekuler problemdir, sekuler / laik bir probleme İslamî bir çözüm sunmaya kalkışmak ne kadar akıllıcadır?’ diyenlerin tuzak suallerine düşmemek için de, mantığımızı inanç temelinde çok sağlıklı kurmamız gerekmektedir..  Aksi halde, müslüman kişi, kendi inancı dışındaki güç odakları ve anlayışların problemlerini çözmek için bir yağdanlık olarak kullanıldığını görmek bahtsızlığına düşebilir.. (Yazık ki, ülkemizde, 100 yılı aşkın bir zamandır en azgın şekilde sergilenen türkçü anlayışlarla dilimiz ve zihnimiz o kadar uyuşmuş ki, türk -kürd, vs. gibi bir ayırımın gerçekçi temelleri olmadığını söyleyen nice seçkin müslüman siyasetçiler bile, türk kavminden olmayan onmilyonlarca vatandaşlarının daha olduğunu bildikleri halde; yine de, konuşmalarında, ikide bir Türk Milleti tanımlamasını kullanıp durmaktalar, herkesi türk sayarak.. Sonra da, türk-kürd diye bir ayırım yapılmadığını söylerken, nasıl bir çelişki sergilediklerini bile hatırlamadan..)  diyorum.. Evet, bu bile, ya anlaşılmamış, ya da, kasden çarpıtılarak, benim söylemedim sözler bana nisbet olunmuş.. Bir okuyucu, ’Bazı müslüman kürt aydınlarımız ulusal çizgiye kayıyor, ümmet bilinçlerinde kırılma oluştu gibisinden ifadeleriniz..’ diye dile getirmiş eleştirilerini..

Ama, o satırlar bir daha okunsun.. Orada, -okuyucunun iddia ettiği üzere ve onun deyimiyle - sadece bazı kürd aydınlarından mı bahsediyorum, Allah aşkına? Her türlü kavmiyetçi, ırkçı anlayışlara karşı çıkılmıyor mu, o satırlarda?

Hele bazıları, bir kavm adının cümle başında olduğunu görmeyip, sırf  türk olduğu için büyük harfle, kürd kelimesinin ise küçük harfle yazılmasını bile kavmiyetçi bir değerlendirmeye tâbi tutmuşlar..

Bu gibi lafları yazabilenlere söyleyecek söz bulamıyorum..

’Men çi migûyem, tamburam çi migûyed?’

2- Bir diğer okuyucu da, önceki yazıma yazdığı eleştiride, ’Marmara gemisinde ŞEHİD olan kardeşlerimiz hakkında neler söylediğini bizden daha kapsamlı bilmesine  ve milleti din adına nasıl ve ne zamandır hangi yöntem usulleri bilmesine rağmen, (…) eleştirilerini, akıl dolu nasihatlarını gülen cemaati hakkında niçin yapmaz.?!!’ demekte..

10 Haziran tarihli yazımda, (ki, arşiv kısmında mevcuddur) bu konuya, hemen o anda sıcağı sıcağına değinmiştim.. O yazı okunmamış olabilir.. Ama, böyle bir konuya yorum ve eleştiri getirmek isteyen kimse, en azından, onları kontrol zahmetine katlanmalı değil midir?

*

YAZIYA YORUM KAT

6 Yorum