1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (2)
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (2)

17 Haziran 2010 Perşembe 00:16A+A-

[email protected]

Afganistan gerçeğini bilmeden tanışmamız cihat süreci neticesinde gelişen çelişkili durum ve derinden büyüyen ümitsizlik dalgası, Türkiye Müslümanlarının olanlardan haberdar olması gerektiği sorumluluğunu omuzlarımıza yıkıyordu. Bunu ancak, Müslümanların kültürel ve moral kaynağı olmaya namzet olan medyamız halindeki Mavera dergisi yapabilirdi. Gerçeklerle yüzleşmeyi canlı bir şekilde yaşamaları için elimizden geleni yaptık. Ancak bütün çabamız boş çıktı. Mavera, ‘Afgan Destanı’nı yeniden yazdı, ancak yazılanların büyük kısmı hayal ürünüydü. Protesto etmek için gönderdiğimiz mektupları da büyük bir ustalıkla sansürlediler ve baş kısımda yer alan selam ve sorumluluklarla ilgili bölümü yayınlayarak, bizi de kendilerine yandaş olarak tanıtmış oldular. Biz onların tarihe tanıklık yapmalarını isterken, onlar bunun tam tersine korku, endişe ve içten hesapların üzerine inşa ettikleri fildişi kulelerinden hayali bir destan üretmişler; Türkiyeli Müslümanlar da buna tav olmuştu. Çünkü toplum olarak, bize verileni araştırma, tartışma veya daha doğrusu gerçek olanla yüzleşme geleneğimiz yoktu.

Türkiye’de biz, meydanlarda, sokaklarda ve bilumum fırsatları bir isbat-ı vücut imkânı olarak görüp slogan atarken, onlar mücadelenin edebiyatıyla uğraşıyorlar ve biz duygusal doyumlarımızı bunlarla karşılıyorduk. Slogan atanlar darbeyle birlikte dağılınca meydan onlara kalmıştı ve onlar her iki alanı da doldurma iddiasıyla taleplere cevap vermeye çalışıyorlardı. Onların, Pakistan gezilerinin sadece yeni çıkan bir otomobilin çöllerde ve uzun yollarda denenmesi amacına ek olarak Afganistan ve az da olsa İran’la ilgilenmeleri, beklentimizin aksine özel sayı çıkıncaya kadar hep ümit verici olmuştu. Ortaya çıkan manzara, İbrahim ismime bir de çavuş ekleyip, bana sık sık ‘İbrahim Çavuş’ şeklinde takılan Bahattin (Abdülhamit)’i çok etkilemişti. Müslüman kamuoyunun her taraftan kuşatılmasına vesile olan yoğun propagandaya rağmen, konuyla ilgili çoğunluğun ekser inanışı karşısında birinin çıkıp gerçekleri söylemesinin, onların inançlarına küfretmek şeklinde algılanacağını ve kimsenin de buna cesaret etme yürekliliği gösteremeyeceğini savunur hale gelmiştik. Abdulhamit, “bunlardan ne köy olur ne kasaba!” diyerek tepkisini ortaya koydu. Böyle düşünmekte haklıydı, çünkü gerçekleri bilenler susmayı ve gizlemeyi yeğlemişlerdi.

Arkadaşlarımızın, buzları kırıp abdest alarak namaz kıldıkları ülkeye kaçak yollarla girdikleri yerden İran’a gitmeden önce, özgün bir düşünceyi aksiyonla sentezleyen Yılmaz Yalçıner, Ömer Yorulmaz ve Mekki Yassıkaya ağabeylerimiz, çaresiz olarak bir uçak kaçırmış ve Diyarbakır’da oyuna gelerek yakalanmışlardı. Askeri darbeden kısa bir süre sonra Sebil, Tevhit ve Şura ekibi arasında bulunan ve mahkemede birçok davası devam eden veya kesinleşen, daha gençliğimizin başında cezaevinden kurtulması için duvarlara “Eş’e Özgürlük” sloganları yazdığımız, Selahattin Eş, çaresiz olarak yurt dışına çıkmak zorunda kalmıştı. Çoğumuz onları daha evvel yani, Sebil döneminden beri tanıyorduk. Sebil Dergisi ile bizim aramızdaki en büyük ayrışma noktası, Osmanlı sevgisinin, bağlılığının fazlaca işleniyor olması ve bundan daha önemlisi düşüncenin bireye hareketlilik kazandırmaması ve aksiyonun topluma indirgenmemesiydi. Sebil Dergisi’nin bastırmış olduğu padişah posterlerini satmaktan başka bir işle meşgul olmadığımız bir zamanda, suların artık iyice ısındığının farkındaydık. Kadir Mısıroğlu eyleme, slogana karşı olduğunu her defasında dile getirmişti. Öyle olunca da oradan ayrılanlar, biraz sol rüzgârın da etkisiyle safların daha fazla keskinleşmesine çalışmışlardı. Özellikle, buna ülke şartlarının daru’l-harp dönemine uygun olduğunu, devlet memurluğunun, partinin, diyanet camilerinin ve benzeri konuların dinle bağdaşmayacağı yolunda, Hüsnü Aktaş ve Sadrettin Yüksel hocanın da aralarında bulunduğu şura tarafından verilen fetvalar eklenince, garip ama radikal siyasi bir atmosfer oluşmuştu. Mısıroğlu ile en son konuşmam bir karakol macerası neticesinde gerçekleşti. 

Tayyip Erdoğan ve Edip Yüksel’in gözaltında bulunduğu Fatih karakolunda ağır darbeler alarak çıkmıştım, bir arkadaşın tavsiyesi üzerine Kadir Mısıroğlu’na geldik ve durumu anlattık. Tayyib’in, Edib’in de nezarette olduğunu hatırlatması üzerine konuşmaya başladı ve daha önce Metin’e aklını başına alması gerektiğini sık sık söylediğini; buna rağmen kendisini dinlemediğini ve dinlemeyince de kendisine böyle bir son hazırladığını söylüyordu… Edib’e de, defalarca Metin gibi olmaması için uyarıda bulunduğunu hatırlatarak, dolaylı olarak bizi de uyarıyordu. Suçsuz yere tutuklandığımızı ve dolayısıyla Komiser Naci’nin yaptıklarına karşı rapor alıp mahkemeye vermek istediğimizi ve bizi bir avukata göndermesini söyleyince, bize yardımcı oldu. Avukata onun referansıyla gittik, bize yara bere sordu. Bir haftaya yakındır bize yapmadığını bırakmadığını, ancak ustaca bir şekilde iz kalmamasına dikkat ettiğini, sürekli olarak bizi soğuk suda tutarak darp izlerinin oluşmamasına çalıştığını hatırlattık. Bize, adli tıbbın içteki arızalarla ilgilenmeyeceğini sadece görünüşte bir şey varsa ona göre rapor yazacağını ve gözle görülür izlerin olması için bir takım işlemler yapmak gerektiğini söyledi. Sıcak su ve madeni parayla cildin üzerinde darp izi oluşturmamızın gerekeceğini tavsiye etmesi üzerine, madeni para yardımıyla göğsümde ve sırtımda büyük morluklar oluşuncaya kadar cildi tahriş ettik ve adli tıptan 20 gün rapor alarak, avukata verdik. Aynı gün davayı açtı açmasına da, hiçbir zaman sonuçla ilgili bilgi alamadık. Çünkü kısa bir süre sonra darbe olmuştu ve biz ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştık.

Komiser Naci, bir arkadaşın açtığı telefon neticesinde her ne hikmetse benden korkmuş ve aşağıda nezarette bulunan arkadaşlardan Tayyip veya Edip gibilerini yukarıda bulunan sorgu/işkence odasına çağırarak, benim onu tehdit ettiğimi söylüyordu. Arkadaşların hepsi benim böyle bir şey yapmayacağımı söyleyerek beni kurtarmaya çalışırken, Edip daha ikna edici bir dille, ‘Müslümanların şu anda tebliğ devresinde olduğu ve hiçbir şekilde kan dökmelerinin mümkün olmadığını, tebliğ bütün insanlara ulaştıktan sonra, eğer karşı çıkanlar veya engelleyenler olursa ancak o zaman Müslümanların kendilerini savunmak zorunda kalacağını, tebliğ devresi olan bu merhalede öldürülsek bile cevap vermeyeceğimizi’ söyleyerek, onu ikna etmiş ve dolaylı olarak da beni onun elinden kurtarmıştı.

Metin Yüksel, Fatih camisinin avlusunda vurulduğu zaman ben Van cezaevinde yatıyordum. Ben cezaevinden çıktıktan sonra yeniden İstanbul’a dönmüştüm. Daha önce pasif durumda olan veya Metin Yüksel’in hareketli temposundan dolayı hissedilmeyen Edip Yüksel, bizim ancak gruplar halinde girebildiğimiz, solcularca kurtarılmış bölgelerdeki kıraathanelere tek başına giriyordu. Televizyonu kapattırıp, oyunları durdurduktan sonra bir masanın üzerine çıkıp uzun konuşmalar yaparak, İslam’ı tebliğ ediyordu. Defalarca ona çıkışmamıza ve korumasız gitmemesini istememize rağmen, her fırsatta aynı yöntemle tebliğine devam ediyordu.

Pötürgeli Dr. Remzi Pekdemir ve Solhanlı Tahir Tikici ile kaldığımız evler polis tarafından basılıp, karakol haline getirildikten sonra yolculuğa başlayıp, İran ve ardından da Pakistan topraklarına gelişimizin üzerinden aylar geçiyordu, ama biz henüz Peşaver topraklarından çıkamamıştık. En sonunda, bizi göndermemeleri durumunda, Hizb-i Cemaat-i İslami’ye gideceğimiz yolunda tehditler yapınca bize, birkaç gün sonrası için hazırlık yapmamızı söylediler.

Dev mitinglerle, sokaklardaki güçlü duruşumuzla yakın bir zamanda İslami bir yönetim kurabileceğimizi hayal ederken, ön hazırlıklı bir senaryoyla darbe olmuş ve ümitsizliğin içerisinde boğulmuştuk. Türkiye’de mücadelenin kırılmasıyla birlikte kitlesel olarak içerisine düştüğümüz zilleti daha fazla kaldıramayacağımız düşüncesiyle, gönüllü bir şekilde kendimizi ateşin içerisine atmaya hazırdık. Türkiye’de ümitlerimiz kırıldıktan sonra, sığındığımız İran’dan da istediğimiz/beklediğimiz umut ışığını göremeyince şehadet sloganıyla, ölüme koşuyorduk adeta. Gözlerimiz karaydı, korkusuzduk. Geride bizi yönlendirecek, bekleyecek, yol gösterecek hiçbir değer ve işaret fişeği kalmamıştı artık. Dolayısıyla ardımızda kalan köprüleri yıkmış, gemileri de yakmıştık. Aramızda sadece Bahattin Yıldız’ın, geride ara sıra mektuplaştığı bir gönül bağı vardı. Onun dışında her birimiz, gencecik yaşımızda, ideolojik, sosyal ve çözüm alanında tamamen çıkmaza girmiş, tıkanmış, tükenmiş ve kurtuluş yolu olarak da mukaddes topraklarda cihat ederek, şehit olmayı düşlemiş ve bu hayalimizin yakın bir zamanda gerçekleşeceği söylenince de mutluluğa gark olmuştuk. İnsanlara ‘şehadetin bütün çağlara ve nesillere bir çağrı’ olduğunu söyleyenler olarak, buna öncülük etmeliydik ve artık tıkanma noktasına gelen yolumuzun açılacağı müjdesi de verilmişti sanki. Oraya vardıktan sonra, Dr. Remzi’yi de ‘yaralı mücahitlere yardımcı olması için çağırma kararı’mızı uygulayamadık, çünkü daha İran’dayken onun ölüm haberini her tarafı keçe kalemlerle karartılarak sansürlenmiş Türkiye’den gelen gazetelerden okumuştuk. Bizden geriye kalan bir Dr. Remzi’miz vardı, o da şimdi yoktu.

Biz, dünyadaki her sosyal veya siyasal hareketin kopyasıydık ve dolayısıyla ayaklarımızın üzerinde duramıyorduk. Geriye dönüp baktığımızda, bizi kasırga gibi savuran darbenin öncesinde her birimiz bir yerlerde hazır ideolojilerin, düşüncelerin kalıplarıyla mücadele vermeye çalışmıştık. En belirgin özelliğimiz, oluşturulan şuranın verdiği kararları uygulayabilmekti. Fatih camisinde darbe öncesi okunan mevlitte muhalif isimlere dua edildiğinde tekbirlerle protesto edişimiz, mücadele bilincimizi pekiştirmiş, ciddi tutuklamalar karşısında firar ettiğimiz yerlerde halka büyük moral veren bu çıkışımızın izlerini ülkenin en uzak köşelerinde görerek, ümitlenmiştik.

Gönderme haberinden sonra, Bahattin kardeşle birlikte Afganistan’da lazım olabilecek ihtiyaçlarımızı almaya gitmiştik. Daha ilk geldiğimiz günden itibaren havanın sıcaklığından ve çevrenin pisliğinden dolayı çoğumuz hastaydık ve doktorun vermiş olduğu haplar artık fayda vermediğinden, çareyi tezgâhlarda satılan muz ve değişik sıcak bölge meyveleri yemekte bulmuştuk. Misafirhanenin dışında suyu olan, biri otelde ve öbürü de kapısında sürekli kuyruk olan çarşının çok uzaklarında yer alan bir tuvalet vardı. Hiçbir şekilde, çevresi açık olan, suyu bulunmayan ve insanların omuzlarındaki petuyu çevresine sarıp taşlarla, kerpiçlerle istinca yoluyla temizlendikleri tuvaletlere gitmeyi beceremedik. Zaten hasta olan bedenimizin, böylesi bir pisliği kaldıramayacağını bildiğimizden, olabildiğince buralardan uzak duruyorduk. İlaç yerine meyvelerle direncimizin kırılmasını önlemeye çalışmamıza rağmen, Cihat, Fatih ve birkaç arkadaş daha şiddetli bir şekilde ishale yakalanmışlardı. Hergün duş alıp, kendimizi koruyor, su yerine sıcak çay içmeye çalışıyorduk, ama yine de çoğumuz hastaydık.

Kısa bir süre sonra, Süleymaniye Diriliş Derneği’nden tanıdığım ve birçok olayda yürekliliğine tanık olduğum Malatyalı Abdulhamit Turgut geldi. Bizden sonra geldiğinden, Türkiye’deki gelişmeleri uzun süre ondan dinledik. Her akşam yemekten sonra gark olduğumuz muhabbetlerle, Pakistan’ın Peşaver kentinde ne aradığımızı bile unutur hale gelmiştik. Darbe öncesi eylemleri, düşünce yapımızı ve özellikle de Tevhit ve Şura ile birlikte gelişen İslam Devletine doğru gidişimizi değerlendiriyorduk. Gülüşmeler, ileriye dönük önerilerle şekil alan muhabbetlerimiz uzun sürmedi, zira aramızda bir an önce Ruslarla karşılaşmak isteyen sabırsız arkadaşlarımız vardı ve onlar her defasında sıkıntılarını dile getiriyorlardı. Onlar için bundan başka gündem yoktu ve olmamalıydı. 

Misafirhanesinde bulunduğumuz Hizb-i İslam’i artık bizi gönderme kararı almıştı; ancak bu kez, gidecek grupa verilecek silahın gelmesini beklediklerini söylüyorlardı. Silahsız o dağları aşmaları ve istedikleri hedefe ulaşmaları imkânsız gibiydi. Bahattin ve Fatih öfkenin sınırlarını aşmışlardı bile, “lanet olsun! Bunlar bizi kandırıyorlar, hergün ‘yarın’ demekten başka hiçbir şey yapmıyorlar” diyerek öfkeden yerlerinde duramıyorlardı. “Başka bir hizbe gidelim. Cemiyete gitmiş olsaydık, bizi çoktan gönderirlerdi” şeklinde söyleniyorlardı. Ağayi Turki ismini taktıkları Muşlu Tuncer Göktaş’a ‘Türkiye’den arkadaşlar gelmiş!’ diyerek, bizi evinde buluşturan Abdulgaffar Maruf, Afganistan’a gidişimizi hızlandırmak için gördüğü her yetkiliye müracaat ediyor ve evine davet ederek, moral vererek bizi sakinleştirmeye çalışıyordu. Uzun bir süre, kapalı olan şehrin büyük parkıyla ilgili bize bilgi verirken, ‘parkın içerisinde büyük bir caminin Osmanlı mimarisine uygun yapıldığını ve açılışı da Türkiye Başbakanının yapacağını, bundan dolayı parkı kapalı tuttuklarını’ söyleyerek oyalaması da son bulmuştu. Zira büyük bir törenle açılan camiyi daha sonra görmüş ve gülmüştük. Abdulhamit (Bahattin), camiye bakıp gülerek Abdulgaffar’a ‘ya bu mu cami, buna bizim orada minyatür diyorlar’ diyerek takıldığında, Abdulgaffar’ın rahatsız olduğunu, kızaran yüzünden anlamıştık. Bu oyalamadan sonra, sinirler artık kopacak kadar gerilmişti.

Hergün gittiğimiz Hizb-i İslami bürosunda, Özbek Kerimi’nin de desteğiyle en sonunda bize tarih verilmiş, ancak bu kez silah bahanesiyle karşılaşmıştık. Her şeye rağmen yerimizde duramıyorduk. Bir an önce Afgan topraklarına gidip Rusların kökünü kazımak için büyük bir direnç gösteriyorduk, ancak ondan önce olanların tamamını verilen bu sözle unutmuştuk. En sonunda, 50 kişilik bir kafileyle iki kişilik koltuklara 3 kişi sıkıştırıldığımız ve ayakta, arabanın damındaki bagaj kısmında insanların istiflendiği araç yol almaya başladı. Otobüs bir çukura çarptığı zaman, ayaktakilerin hepsi üzerimize dökülüyorlardı. Gecenin geç saatlerine kader bu şekilde hareket ettik ve daha sonrasında bir mescidin kapısında durduk. İçinde ve avlusunda hasır sergiler vardı. Namazları kıldıktan sonra, ‘petu’larımızı üzerimize örtüp uyuduk. Güneşin kavurduğu bu ülkede ilk serin ve rahat gecemizi bu mescitte geçirmiştik. Ömrümüzün en huzurlu anlarıydı. Dilini, geleneklerini, sosyal yapısını bilmediğimiz ve hiçbir şekilde uyum gösteremediğimiz bu yabancı ülkenin dağlara yakın kasabasının mescidinde kaldığımız bu süre, hiç bitmesin istiyorduk. Ne var ki sabah namazından hemen sonra, yeniden yola koyulduk.

Bundan sonraki süreçte, neredeyse patika denilecek yollardan dağa doğru virajlardan kıvrılarak yükseliyorduk. Hedefimiz Himalyalar’ın gölgesindeki Sipingar’dı. Afganistan sınır kasabasına doğru yola devam ediyorduk. Yol boyunca, bizi ilgiyle izleyen ve kimi zaman hareketlerimize gülüşen insanların gözleri önünde sohbet ediyorduk. Darbe öncesi yaşadığımız olayları, solcuları taklit ederek kurtarılmış bölgeler ilan edişimizi uzun yıllar geçmiş gibi değerlendiriyorduk. Bakışmalara ve gülüşmelere ben aldırış etmezken, Abdulhamit, öfkelendiğini yüzüne, kimi zaman da ifadelerine yansıtıyordu. Tahammül sınırlarını aşan, kimi zaman sıcakta kavuran, kimi zaman da soğukta donduran yolculuğumuzda, Hindukuş dağlarının gölgesinde, çınar ağaçlarının yeşile boyadığı kasabaya kadar varmıştı. Hizbin yerini öğrendikten sonra, ‘onların’ konakladığımız yerden dışarı çıkmamamız yolundaki bütün ısrarlarına rağmen dışarı çıkıp çınarların altında yer alan bir çayhanede doyasıya çay içmiştik.

Akşamın serinliğinde dolaştığımız kasaba sokakları, Pakistan’ın diğer şehirlerine nazaran daha temiz ve düzenli görünüyordu. En azından her taraftan akan sular daha berraktı. Havanın serinliğinden, omzumuzdaki petularımıza iyice sığınıyorduk. Çaresiz Hizbin yolunu tuttuk. Akşam yemeği ve çaydan sonra bize tahsis edilen odaya çekilip orada muhabbet etmeye ve dinlenmeye başladık. Sabahın karanlığında Afganistan’a doğru hareket edecektik.

Sabah, gün aydınlanmadan ve kasabayı kucaklayan çınarların o tatlı duruşlarını yakından görmeden/hissetmeden karanlıklara karıştık. Bu kez, patika bir yoldan yürüyorduk. Sınırı geçtikten sonra bir köyde bize silahları vereceklerdi. Birkaç parça elbisemizin bulunduğu çantalarımızdan da kurtulmuştuk. Sadece üzerimizdeki elbiseler vardı. Uzun dağ yürüyüşünde en küçük bir ağırlık bile yürümeyi engelleyebilirmiş. Öyle dediler. Bizimle gelen Abdulgaffar Maruf, özellikle hiçbir ağırlık taşımamamız yolunda uyarmasına rağmen, daha önceki dağcılık tecrübemle ceplerimi şekerleme ve kuru üzüm doldurmuştum. Hiç bilmediğimiz ve duymadığımız bir yola gidiyorduk. Yanımızdaki mücahitlerin konuşmalarından çok azını anlayabiliyorduk ve zorlandığımız zaman Maruf yardımımıza yetişiyor veya onlarla Farsça konuşarak iletişim kurmaya çalışıyorduk.

Bahsettikleri köye vardığımızda sabah namazı vaktiydi: Mescitte namazlarımızı kıldıktan sonra köylülerin getirdiği kahvaltıyı, temiz havayı teneffüs ederek doyasıya yedik. Sonrasında, bizim silahlarımız getirildi. Ancak namlularını görür görmez hayal kırıklığına uğradık. Rusların modern silahlarına karşı bize verilen mavzerler, garibimize gitmişti. Fatih’in eski akıncılarından Fatih (Köksal), buna ilk itiraz edenlerdendi. Her konuda iyi manevra yapabilen Abdulgaffar, ‘bunların geçici olduğu’nu söyledi. Burada başka silah olmadığı için, yoldaki tehlikelere karşılık silahsız hareket etmemek için bu silahların verildiğini ve merkeze ulaşıldığında, silahların kaleşnikoflarla değiştirileceğini söyledi. Öfkelensek de kısmen ikna olmuştuk. Ormanların içinden yükseklere doğru tek sıra halinde yürümeye başladığımızda, üzerimizdeki küçük bir ağırlığın, yürüyüşümüze ne kadar olumsuz etkilediğini daha iyi anlıyorduk. Patika yollardan, kayalıklardan, dağlara doğru yürüyorduk. Önde olan Afganlılar, yolu bildiklerinden ve bedensel direnç sahibi olduklarından, her zaman bizden çok ileride yürüyorlardı.

Dağcılıktan kalan geleneğimi burada da sürdürüyordum. Geride kimse kalmasın diye en arkada yürüyordum. Dağ yürüyüşü yapanlar bilir; en arkadaki, sürekli olarak öndekine oranla en çok yorulandır. Afganlıların avuç avuç yuttukları haplara rağmen ishal hallerinin devam etmesi imdadımıza yetişmese, bu zorlu yolu bu tempoyla bitirmemiz imkânsızdı. En azından hiçbir şey yemiyor olsak bile, kısa aralıklarla tuvalet mollaları veriyorlar veya bizim arkadaşlar bu ihtiyaçlarını onlara bildiriyorlardı. Yol boyunca, sudan ve benim tanıdığım otlardan başka hiçbir yiyeceğimiz yoktu. Türkiye’den gelen arkadaşların dirençleri ishalle birlikte giderek kırılma noktasına geliyordu. Fırsat buldukça onlara kuru üzüm ve şekerlemeleri sınırlı bir şekilde veriyordum. Ayaklarımızdaki sandaletlerle sürekli suların içinden geçiyoruz ve kaçınılmaz olarak ıslanıyorlar, biraz kurudukları zaman da ayakta işkence haline dönüşüyorlardı. Kuruyan sandalet bağları ayak derisini jilet gibi sıyırdığından, her defasında birilerinin, sandaletleri ellerinde, yalınayak yürüdüklerine şahit oluyorduk. Daha yürüyüşün başından itibaren arkadaşların ayakları kanamaya başlamıştı bile. Abdulhamit, Tuncer’in deyimiyle ‘tam bir Afganlı’ idi. Başındaki takkesi, hafif kirli sakalı ve sırtındaki petusuyla, onların arkasından ayrılmıyor, aralarında fasıla oluşmasına fırsat vermiyordu. Arkadaki arkadaşlar ise, sürekli geride kalıyor ve bütün ısrarlarımıza rağmen, öndeki Afganlılar düzenli bir tempoyla yürümüyorlardı.

Abdulgaffar, bize neden en yükseklerden gitmemizin gerektiğini izah ederek, Sovyet uçak ve helikopterlerinin sürekli hareket halinde olduklarını, en küçük bir canlı gördükleri zaman bölgeyi bombardıman ettiklerini anlatıyordu anlatmasına da, bizim bundan bir korkumuz yoktu! Biz zaten bunun için gelmiştik ve öldürebildiğimiz kadar Rus öldürürken, şehit olmaya da hazırlıklıydık. Bir de bu zorlu yol olmasa... Sessiz ama sarsılmaz kayalar gibi durduğumuz Türkiye’den, buraları daha farklı algıladığımızı, daha farklı hayal ettiğimizi, gerçeklerle yüzleştiğimiz zaman daha iyi anlamaya başlamıştık. Hareket temposu hızlı olduğundan, yol boyunca muhabbet etmemiz de zorlaştıkça, sadece kendimizle başbaşaydık. Dağlara doğru yükseldikçe, zorluklara rağmen içimizde manevi bir atmosferin giderek genişlediğini ve bu atmosferin anaforunda kaybolduğumuzu daha iyi anlıyorduk. Sanki kirlenmiş yeryüzünden, temiz kalabilmiş yüksekliklere doğru yol aldıkça başka âlemlere doğru kanatlanıyorduk. Bunun yanında, açlık, yorgunluk ve hedefimizin bilinmezliği büyük bir moral çöküntüsü yaşamamıza yetiyordu. Buna rağmen, birbirimize moral vermeye gayret gösteriyorduk.

Sürekli gökyüzündeki savaş makinelerini de kollayarak yüksek çamların arasından ilerlerken, yer yer ormanların yandığını görüyorduk. Abdulgaffar, soru sormamıza bile fırsat vermeden, yangının, Sovyet uçaklarından atılan yangın bombaları neticesi meydana geldiğini söyledi. Biz, hayatın bir parçası olan ormanların, işgal güçleri tarafından yakılmasına inanmak istemezken, kısa bir süre sonra bomba kalıntılarını da görmekte gecikmemiştik. O zaman, savaşı hedef edinen işgal güçlerinin acımasızlığına ve insanlık karşısındaki pervasızlığına daha çok inandık.

Devam Edecek...

Yakup Aslan yürüyüşün 2. Sırasında.... Diğer kardeşlerimiz değişik çoğrafyalarda şehit düştüler.

Ayakta tek duran: Muzaffer Kalaycıoğlu

Soldan ikinci sırada oturan gözlükçü abimiz: Selahaddin Eş Çakırgil

Sağda oturanlardan en başta: Yakup Aslan

Diğer kardeşlerimiz değişik çoğrafyalarda şehit düştüler.

 

YAZIYA YORUM KAT

12 Yorum