1. YAZARLAR

  2. Yusuf Çağlayan

  3. Askerî savcılık kararındaki çelişkiler
Yusuf Çağlayan

Yusuf Çağlayan

Yazarın Tüm Yazıları >

Askerî savcılık kararındaki çelişkiler

29 Haziran 2009 Pazartesi 00:46A+A-

Bir süredir gündemi işgal eden eylem planı belgesi ile ilgili olarak soruşturmasını tamamlayan askerî savcılık, kararını verdi. Basın toplantısı yapıldı. Ancak, konu ile ilgili olarak, karardan önce olduğu gibi, sonra da değişik ihtimallere göre ayrıntılı değerlendirmeler yapılıyor.

Tüm bunlar, kamuoyunun tatmin olmadığının göstergesi. Tartışmaları, değerlendirmeleri, TSK'yı yıpratma amaçlı hareketler olarak nitelemek doğru değildir. Çünkü, hiç kimsenin TSK'nın şahs-ı manevisi, yani kurumsal kimliği ile bir sıkıntısı yoktur ve olamaz da... TSK üzerinden birilerinin elini çekmesi gerekiyor ise, bu kişiler TSK'yı bu tartışmaların odağına yerleştiren darbeciler olmalıdır. TSK'yı yıpratanlar da bunlardır.

TSK'da hiyerarşi ve kontrol dışı yapılanmaların hiçbir müsamaha görmeyeceği ve en kestirme yoldan ve kararlılıkla üzerine gidileceği konusunda herkes hemfikirdir. Geçmiş dönemlerde, yargılanan darbeciler ile yargıya taşınamayan darbe sorumluları arasındaki fark, bunu açıkça ortaya koyuyor. Çünkü, yargılananlar daima hiyerarşi dışındaki yapılar olmuştur. Eğer, birtakım darbeci maksatları ortaya koyan birtakım olaylar yaşanıyor ve üzerine kararlılıkla gidilmiyor ise, kurumsal hiyerarşideki kişiler hakkında bir güvensizlik oluşması kaçınılmaz oluyor. Üstelik, TSK'nın kurumsal hiyerarşisi, devletin diğer tüm kurumları, medyanın geniş desteği ve milletin gücünü ve desteğini arkasına alabilecek bir konumda iken bu kararsızlık var ise, kamuoyunun tatmin olmasını beklemek mümkün değildir.

Suçsuzluk karinesi ve cadı avı

Geçmişte, YAŞ kararları ile ihraç edilen personel hakkında en üst düzeyden emirler yayımlanıyor, bu personel örgüt yanlılığından vatan hainliğine kadar isnatlara maruz bırakılıyor, net bir şekilde TSK bünyesine sızmış bir irticai grup imajı beyinlere kazınıyordu. Bu suçlamalar yargıya intikal ettirilmediği gibi, hukuk devleti ve suçsuzluk karinesinin sözü bile edilmemişti. O dönemde, personelin taktığı yüzükten, alkol alıp almamasından, dinî gereklerini yerine getirmesinden örgütsel anlamlar çıkarıldığı ve tereddüt etmeden hemen gereği yapıldığı halde, yaşanan vahim olaylardan, arazilerden çıkan ağır silahlardan, eylem planlarından bir anlam çıkarılamaması, üstelik de bunu yapanlar için hukukun, suçsuzluk karinesinin, cadı avı yapılmayacağının vurgulanması bir yaklaşım farklılığının göstergesi elbette.

Geçmişte, Sarmusak davasına konu belgenin de aslı ortaya çıkmamıştı. Belgenin aslını isteyen Deniz Kuvvetleri Askerî Mahkemesi'ne bir yandan, böyle bir belge yoktur denilirken, öte yandan, gizli belgeyi sızdırma suçundan şüphelilerin cezalandırılması için hakimlere baskı yapılmıştı. Suça konu belgenin olmaması karşısında, işlenemez bir suç söz konusu olduğu için, beraat kararı veren ve bu kararı da Askerî Yargıtay tarafından onaylanan hakimler birtakım ağır yaptırımlara maruz kalmışlardı. Sarmusak davasındaki bu çelişkili tutum, o davaya konu belgenin TSK birimlerinde bulunmadığı cevabını tartışmalı hale getirmişti.

28 Şubat döneminde yeşil sermaye ile ilgili andıçlama olayının yargıya intikal etmesi üzerine, söz konusu andıç belgesinin mevcudiyeti Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay C.Başsavcılığı yazışmaları ile kesinlik kazandığı halde, Genelkurmay Adli Müşaviri tarafından TSK birimlerinde hazırlanmamıştır şeklinde cevap verildiğine ilişkin basına yansıyan belge, bu tür belgelerin inkâr edildiği, dolayısıyla mücadele eylem planının da bulunmadığı iddiasının geçmişteki bu örneklere paralellik oluşturduğu kanaatine yol açmaktadır. Bu gibi örnekler, kamuoyunda "darbenin belgesi olmaz" düşüncesini pekiştirmekte ve belge yokluğu üzerine kurgulanan kararlara da, açıklamalara da kuşku ile yaklaşılmaktadır.

Ayrıca, darbe şartlarını oluşturma ve açıktan darbe yapma, postmodern darbe, darbe günlükleri, Ergenekon yapılanması, e-muhtıra, lahikalar ve mücadele eylem planları, bir süreç, bir bütünlük ve devamlılık içinde aynı darbeci refleksi yansıtıyor. Yakın geçmişte, "genç subaylar rahatsız" taktiği ile, TSK bünyesinde hükümete karşı, hiyerarşi zincirinin kontrol etmekte zorlandığı bir oluşum var imajı verilerek, siyasiler ile diyalog kurulması, mücadele eylem planı belgesinin de, emir-komuta zinciri dışında bir yapılanma kuşkularına yol açarak, hükümeti emir-komuta üst kademesi ile diyalog kurma sonucuna ohizmet etmesi, meşru siyaset kurumunun kalan ömrünü halihazır minval üzere tamamlaması için kontrollü bir geçiş işlevine yönelik olan bir taktik olabileceği yönündeki ciddi kuşkuları besliyor.

Elbette, devletin bütün kurumları, devlet hizmetlerinde diyalog halinde olmalıdır ve olacaktır da. Ancak, bu tür taktiklerle kurulacak diyalog biçimidir sorun olan. Eğer, karşılıklı olarak, karşı tarafı kendi çizgisine getirme veya belirli bir çizgide tutma amacı ile diyalog kuruluyor ise, genç subaylar taktiğinde olduğu gibi, mücadele eylem planı da, aynı stratejinin değişik taktikleri olarak, hükümeti belli bir çizgiye getirme veya istenilen çizgide tutma amaçlı bir diyalog biçimini amaçlıyor ise, böyle şüphelerin doğması da kaçınılmaz oluyor. Açıktan darbeler, muhtıralar, postmodern darbeler ve e-muhtıralar yaşamış bir toplumda, bu tür güvensizliklerin oluşması kaçınılmazdır ve aynı çerçevede yeni vakaların yaşanmasından kaynaklanan tartışmaları, TSK'yı yıpratma hareketi olarak nitelendirmek yanlış olacaktır. Ordumuz kendisini bu tür amaçlar içinde bulunanlardan arındıramadığı sürece, tartışmaların odağı olmaktan da kurtulamayacaktır.

Askeri savcılık kararı

Gündemdeki eylem planı belgesi ile ilgili olarak, TSK birimlerinde hazırlanmadığı, belgenin fotokopi olması sebebiyle de altındaki imzanın, sahte ya da montaj olma ihtimali gerekçesine dayalı bir karar verilmiştir. Ancak, Sarmusak davasının aksine farklı bir tutum söz konusudur. Çünkü, belgedeki imzanın doğru olması, birbirinden vahim iki anlama gelecektir ki, bunlar, ya belge kurumsal bir belgedir veya cuntacı yapılanma göstergesidir. Bu iki anlam da, TSK açısından yıpratıcıdır. Askerî savcılık kararını da bu çerçevede değerlendirmek gerekmektedir. Karar bu iki ihtimali de ortadan kaldırmaya yöneliktir. Hem olay, hem de şüpheli asker kişi hakkında takipsizlik kararı veriliyor. Yani deniliyor ki, TSK birimlerinde böyle bir belge hazırlanmamıştır ve imza da personele ait değildir. Böylece, TSK'yı ilgilendiren boyutu ile olay esastan karara bağlanıyor ve TSK bünyesi dışına taşınmış oluyor. Bununla da yetinilmeyip, TSK birimleri dışında hazırlayanlar ve adlî soruşturma dosyasından sızdıranlar hakkında işlem yapılması ile sınırlı bir de görevsizlik kararı veriliyor.

Farz edelim ki, böyle bir belgenin TSK birimlerinde ve imzası bulunan personel ve arkasındaki bir grup tarafından hazırlanmış olduğu sonucuna ulaşmış olsaydı, askerî savcılık bir iddianame yazabilecek miydi? Hayır... Çünkü, suç hükümete karşı işlenmiş, askerî mahalde bile olsa, Türk Ceza Kanunu'nda düzenlenen bir suçun sivillerle birlikte işlenmesi söz konusu olduğundan, ancak yetkisizlik kararı verebilecek, iddianame yazamayacaktı. O halde, askerî savcılık iddianame yazma yetkisinin bulunmadığı bir olayda, takipsizlik kararı da veremeyecektir. Kaldı ki, karar kendi içinde de bu hukukî gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Askerî savcılığı esasa dair karar verme konusunda yetkili kılacak tek yasal argüman, suçun asker kişi tarafından askerî mahalde işlenmiş olmasıdır. Oysa, esasa dair takipsizlik kararında, "suçun askerî mahalde işlenmediği tespiti" yapılıyor ve bu tespit, yetkisizlik kararı verilmesini gerektirdiği halde, takipsizlik kararına gerekçe yapılıyor. Mademki, suç askerî mahalde işlenmemiş, şüpheli asker kişi olmakla birlikte, askerî mahal dışında, hükümete ve sivillere yönelik bir suçlama ile karşı karşıya ve ayrıca da, TCK'da düzenlenen bir suçu sivillerle birlikte işlediği iddiasının soruşturması söz konusu; böyle bir soruşturma, askerî savcının vereceği esasa dair bir karar ile neticelendirilemez.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT