1. YAZARLAR

  2. HAMZA TÜRKMEN

  3. Arap Baharı ve Kardeşliğin Mahiyeti
HAMZA TÜRKMEN

HAMZA TÜRKMEN

Yazarın Tüm Yazıları >

Arap Baharı ve Kardeşliğin Mahiyeti

25 Eylül 2011 Pazar 12:23A+A-

2002-2003 yıllarında 1 Mart Tezkeresi’ne karşı çıkan ve meydanları kaplayan tayin edici iki slogan söz konusuydu: “Müslüman Halklar Kardeştir”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”. İki slogan da siyasette merkezin değil çevrenin; elitlerin veya müstekbirlerin değil halkın/halkların maslahatını ön plana çıkartıyordu. Mevcut iktidar Türkiye’nin menfaatleri ve ulusal çıkarları adına 1 Mart Tezkeresi’ni savunuyordu. Muhaliflerden biz Müslümanlar ise hak, adalet, İslami ve insani değerler adına 1 Mart Tezkeresi’ne karşı çıkıyorduk. Diğer muhalifler ise insani ve ideolojik değerleri adına tepki gösteriyordu. Sonunda muhalif denklem siyaseti yönlendirdi ve kazandı.

Bilindiği gibi Ortadoğu coğrafyası I. Dünya Savaşı sonrasında tamamen işgal altındaydı. Müslümanlar tarihi süreç içinde “ümmet olma zindeliği”ni kaybetmenin faturasını ödüyordu. Emperyalizm I. ve II. Dünya Savaşları’ndan sonra fiili güçlerini geri çekerken, başımıza farklı biçimlerde parçalanmış ulusal sınırlar ve işbirlikçi ulusal devletler bıraktılar. İslami ve fıtri aidiyetleri itibariyle zaafa uğrayan Müslüman halklar/kavimler bu sefer de sanal ulusçuluklarla “yeni bir yabancılaşma” dayatmasıyla karşı karşıya kaldılar.

İslam coğrafyası Batılı paradigmadan mayalanan ulusal projeler ve sistemler biçiminde parçalandı. Böylece Müslümanlar veya Müslüman halklar olarak zayıflayan gücümüz, ulusal çıkarlar adına daha da sindirilmeye ve parçalanmaya çalışıldı. Ama İslami kimlikleriyle ilgili tüm asimilasyon, inkar, tahrif ve eklemleme politikalarına rağmen, Müslüman halkları fıtratlarıyla bütünleştiren İslam’a olan ilgileri ve aidiyetleri sökülüp atılamadı. Bu direncin sosyolojik planda en önemli ispatı R. Tayyip Erdoğan’ın son Afrika gezisinde ortaya çıkan dayanışma tablolarıdır.

Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da Erdoğan’a gösterilen ilgi onun şahsında Türk ulusal ideolojisine ve Türk Ulus Devleti’nin çıkarlarına yönelen bir sevgi değildi. Kuzey Afrikalı Müslümanlar için Erdoğan’a gösterilen sevgi Kur’an alfabesini bırakıp Latince yazıyı seçmiş, medeni ve ceza kanunlarını Avrupalı forma uydurmuş, kuruluş döneminde Kur’an öğrenimini, İslami eğitimi ve haccı yasaklamış, son dönemlerde bile başörtüsü yasakları dolayısıyla halkına zulmetmiş bir rejime onay verdikleri için değildi.

Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da Erdoğan’a ve Türkiye’ye yönelen sevgi tabii ki öncelikle Müslüman halkları birbirinden kopartan işbirlikçi yönetimlerin geriletilmesi veya devrilmesiyle ilgili bir sevince dayanıyordu. Ve ekranlara yansıyan Erdoğan’a ve Türkiye’ye Arap halklarının ve Müslümanların gösterdiği ilgi, Türkiye’de de Mısır, Tunus ve Libya’da da İslami ve insani değerlere yabancılaşmış rejimlere karşı kat edilen mesafelerin sevincini birlikte paylaşma tezahürüydü. Tabii ki bu sevincin mahiyetini Türkiye’deki ulusalcılar da liberaller de sosyalistler de yeteri kadar anlayamadılar. Çünkü onlar hayata ve olaylara Batılı paradigmanın ilerlemeci tarih ve hayat algısıyla bakıyorlar. Onlar bu ilgiyi ve sevgiyi ulusal veya konjonktürel çıkarlarla, sınırlı ve geçici olabilecek menfaatlerle izah etmeye çalışıyorlar. Onlara göre “insani değerler” genel geçer sabitelere dayanmazlar; ilerlemeci bir hayat algısı içinde şartlara göre sürekli değişir ve evrimleşirler. Çünkü ulusalcıların da liberallerin de sosyalistlerin de en nihayetinde beslendikleri kaynak laik, akılcı, pozitivist ve ilerlemeci Batılı paradigmadır. Bu paradigma vahiy dışıdır, ben-merkezcidir. Katliam, yağma ve sömürü süreçleriyle oluşmuştur.

Liberal, ulusalcı, sosyalist küme içinde “Halkların Kardeşliği”ni savunanların söylemi bile insani değerleri şartların değişimine bağlamaktadır. Oysa biz Müslümanlar için “insani değerler”, ilk insanın bir Yaratıcı tarafından yaratıldığından bu yana fıtridir; şartların değişmesinden azade olarak evrenseldir. Her insanın fıtratı Rabbimizi tanıma ve birleme kapasitesiyle yaratılmıştır. Vahiy de insan fıtratını en iyi bilen yaratıcımız Allah tarafından insanlara hayatla ilgili temel ölçüleri bildirmek üzere iletilmiştir. Vahiy ile yaşadığımız sorunlar arasında doğru irtibat kurabilenler, “tertil fıkhı”nı uygulayabilenler, hak ve adalet yolunda mesafe kat ederler. Dolayısıyla “fıtrat”ı yani “insani değerler”i öncelemek, İslam’a yönelmek veya İslami değerleri önceleyerek yabancılaşmayı terk edip fıtratla barışmak demektir.

Türkiye ile Ortadoğu ülkeleri arasında gittikçe güçlenen ilişkinin temeli Müslüman halklar veya Ortadoğu halkları arasındaki yakınlaşma, dayanışma ve kardeşlik özleminden, insani ve İslami değerleri paylaşmak idealinden kaynaklanmaktadır. “1 Mart Tezkeresi”nin reddedilmesi de “Mavi Marmara” olayının sahiplenilmesi de ancak bu fıtri ve fikri kardeşlik özlemiyle izah edilebilir. Tabii ki yitirilen ümmet beraberliğini yeniden diriltmek ve vahdete yönelmek bazı zaaflardan arınmayı gerektiren zaman alacak bir süreçtir. Ama kardeşliğimizin veya Müslüman halklar arasındaki kardeşliğin ancak bu istikametle güçleneceği de açıktır. Türkiye’de de tüm Ortadoğu’da da iktidar ve sistemler, artık cahillikleri ve tüm emperyal kuşatılmışlıklarına rağmen sünnetullahı gözetmeliler ve varlıklarını ancak dipten gelen bu dalgaya göre yeniden biçimlendirmelidirler. Yoksa adalet arayışındaki halkların ve Müslümanların düşmanı; üstelik devrilmeye aday iktidarlar ve sistemler konumunda kalacaklardır.

Dün Müslüman halklar arasındaki bağları kesebilmek için Avrupa eksenli kurgularla bizleri ulus toplumlara bölmeye çalıştılar. 6-7 bin yıl öncesindeki Hititlere dayanan veya Firavunlar düzenine dayanan üretilmiş-sanal Türk ve Mısır ulusları ürettiler. Hitit Güneşi, Piramitler gibi pagan sembolleri halka “değer” olarak dayatan bu ulusal yabancılaşma mühendisliği tökezlemeye başladı. Yıpranan soy ağaçlarımız ise fıtratla, vahiyle yeniden buluşuyor; bu buluşmalar güçlendikçe filizler yeşeriyor.

Artık sürecimiz adil ve fıtri olana doğru akmaya başladı. Bu süreçte “fıtrat”ı ve “İslami değerler”i siyasetin dışında tutan “laiklik” gibi dayatılmış cendereleri/ideolojileri aşmak zor; ama bu zorluğu aşacak hattı üretebilmek çabası da kaçınılmaz bir sorumluluk. Ulusal ve küresel sistemin laiklik cenderesini aşamayınca, -Mısır’da yapıldığı gibi- kavramın içine biraz yeşil mürekkep damlatarak üretilecek pragmatizmlere sapılmamalıdır. Erdoğan’ın danışmanları sistem içindeki rollerini statükoya eklemlenmek üzere değil, aşmak üzere oynadıkları müddetçe halkların kardeşlik ve dayanışma taleplerine sevinç katabilirler. Egemenlere hoş görünme pragmatizmi veya kolaycılığı AK Parti çizgisini süreç içinde sıradanlaştırır, sığınılana benzetir.

Unutulmamalıdır. Gazze’de, Hama’da, Kahire’de, Tunus’ta, Trablus’ta, Bingazi’de Erdoğan’a ve Türkiye’ye gösterilen ilgi Türk ulusal çıkarlarına, Türk ulusal sistemine yönelen bir ilgi değildir. Bu ilgi, kardeşlik bağlarımızı kültürden siyasete, ekonomiye kadar yeniden diriltmeye özlem duyan insani ve İslami ilgidir. Bu ilgi, halkların kardeşliğine hak ve adalet ölçüleri içinde kapı açma beklentisinden ve Müslümanların kimliklerini birlikte inşa etmek hasretinden kaynaklanmaktadır. Bu ilgi, değerlerimizin düşmanı olan vesayet sistemlerine karşı dayanışma ve kucaklaşmadır. Bu ilgi, sosyalist ve liberal yabancılaşmaya da ulusalcılığın anlamsızlığına da önemli bir ihtardır. Bu ilgi, insanlığın ve Müslümanların alternatif geleceğine yönelik haklı bir arayıştır.

----

Bu yazı, haftalık Özgün Duruş gazetesinin 107. sayısında yayınlanmıştır.

YAZIYA YORUM KAT

7 Yorum