1. YAZARLAR

  2. Ferhat Kentel

  3. Altın madeninin dili, savaşın dili
Ferhat Kentel

Ferhat Kentel

Yazarın Tüm Yazıları >

Altın madeninin dili, savaşın dili

20 Ağustos 2011 Cumartesi 11:58A+A-

“Ekonomik, bilimsel rasyonelliğin” dilini kullanarak çok daha sofistike çalışan ikna odalarından bahsetmiştim. “Barışın öldüğünün” söylendiği günlerde “ne alaka?” denebilir...

Densin, benimki inat işte...


NTV’de geçenlerde “Yeşil Kürsü” adını taşıyan bir program izledim. Çevreyle, yeşille derdi olan yerleri konuşturan çok “anlamlı” bir program. Benim izlediğim de “İzmir’in damı” olarak nitelenen ve hayati öneme sahip içme suyu kaynaklarının bulunduğu bir bölge olan Efemçukuru’nda kurulan altın maden işletmesiyle ilgiliydi. Köylüler ve Kanada kökenli Tüprag adlı şirket sorumluları maden işletmesinin zararları ve faydaları üzerine NTV’nin tuttuğu mikrofona gelip konuşmalar yapıyorlardı.

Köylülerin bazıları “havamız, suyumuz, hayatımız” gibi kimilerince çok basit ve “arkaik” görülecek sebeplerle maden ocağının doğalarına zarar verdiğini ve daha da vereceğini; başkaları maden işletmesi sayesinde çalışma imkânı bulduklarını; bir-iki genç kız da işletmenin sağladığı olanaklarla “okuma” fırsatı bulduklarını anlatıyorlardı.

Ve şirketin genç, temiz görünümlü, “okumuş yazmış çocuk” güveni veren bir elemanı eleştirilere cevap veriyor; sahip oldukları teknolojinin mükemmelliğinden, her türlü önlemi aldıklarından, köylüye iş sağladıklarından falan bahsediyordu. Köylülere kıyasla dili çok farklıydı; ince, nazik, rafine, rasyonel, bilimsel bir dildi onunki...


Çevrelerindeki hayat damarlarının kuruması endişesi içinde olan köylülerin dili ince ve nazik değildi... Damardan konuşuyorlardı onlar; itiraz ve isyan ediyorlardı...

“Okumuş yazmış”, rasyonel şirket elemanının ikna kabiliyeti anlaşılan görünüşte daha yüksekti. Ve program yapımcısı da “görünüşe bakılırsa doğaya uyumlu bir madenle karşı karşıyaydık” şeklinde yorum yaptığına göre, toprağın altından altın çıkararak kazanılacak “para”nın etrafında şimdiye kadar süslenip püslenen “uygar ikna yöntemleri” bir kere daha işe yaramıştı.

Ancak, bu arada insanlar NTV’nin kürsüsüne çıkıp, dertlerini anlatırken, adeta rasyonel ikna dili için bulunmaz bir fırsat daha çıkıyordu. Yani insanlar “konuşmaya devam ederken”, NTV kameraları bir ambülansa zumluyordu! Nasıl olduysa “Tüprag” (!) amblemli bu ambülans, anlaşıldığı kadarıyla fenalaşan bir köylüyü hastaneye götürmek üzere aniden ekrana giriyor ve ikna için gereken mesaj görsel olarak da sağlanıyordu:


“Sen bize iş verdin, eğitim verdin, sağlık bile verdin! Sen nasıl çevreye zarar verebilirsin ki! Sağolasın Tüprag!”

Ve anlamlı programın “anlamı” orada bitiyor; televizyon kutusunun ikna odası özelliği bizzat ekranlardan dışarı taşıyordu...

***

Ancak müsaadenizle, geçen haftaki “askeriye” meselesine tekrar döneceğim. Çevrenin hoyratça sömürülmesi ya da askerde şiddet meseleleri arasında önem hiyerarşisi yapılabilir mi bilemem ama galiba insanın içi acıdığı zaman “hiyerarşi” falan kalmıyor...


www.askerhaklari.com adlı site sayesinde öğreniyoruz ve anlaşılan ne yazık ki daha da öğreneceğiz bu insanın içini acıtan hikâyeleri.

Şu sahne bundan üç-dört hafta önce Kıbrıs'ta bir askerî birlikteki (tabii oranın “Kuzey”inin bağımsız bir devlet değil, Türk ordusunun kontrolü altında olduğunu; dolayısıyla orada Türkiyelilerin askerlik yapmasının “normal” olduğunu biliyoruz herhalde, değil mi?) “disko”da (disiplin koğuşu) yaşandı: Bir genç sandalyeye kelepçe ile bağlandı, 50 derece sıcakta güneşin altında gün boyu bekletildi, su verilmedi ve kelepçeli iken feci şekilde dövüldü ve komalık oldu... Askerin ismi Uğur Kantar ve o günden bu yana yoğun bakımda... Olayı oğullarının facebook’taki arkadaşlarından öğrenen ailesine “güneş çarpmış” dediler! Ve bir kaç gün önce ailesi ile görüşenler maalesef Uğur’un hayatından ümidin kesildiğini öğrendiler... 


Adına “disko” denen işkence merkezleri etrafındaki sessizlik sarmalı şimdiye kadar kırılamadı... Ancak o merkezlerde olup biten olayların haddi hesabı yok. Mesela www.askerhaklari.com sitesine gelmeye başlayan tanıklıklardan aynı “disko”da daha önce de başka bir askerin sakat kaldığını, memleketin başka köşelerinde de şimdiye kadar binlerce genç insanın bu tezgâhtan geçtiğini öğreniyoruz, daha doğrusu nihayet “ikna olmuşluktan” çıkıp, dile getirmeye başlıyoruz.

Öte yandan, www.askerhaklari.com vasıtasıyla şimdi bu sessizlik kırılmaya çalışılırken, İzmir’de Kara Harp Okulu’nun Menteş Askerî Kampı'nda “şok mangası eğitimi” diye bir garabetle tanıştık! Amerikan filmlerinde bol bol örneklerini gördüğümüz, Vietnam’a “ölüm makinesi rambolar” göndermeden önceki aşağılayıcı uygulamalara benzer şekilde, güya “insani fiziksel sınırları” sonuna kadar zorlayan ve psikolojik yıpratma teknikleriyle had safhaya varan işkenceleri öğrendik.


Böyle bir memlekette savaşın durmasını istiyoruz! Öyle mi? Şaka gibi! Nasıl biter? Türk’üyle Kürt’üyle tornaya girmeyen mi kaldı! Tezgâh dışarıda düşman bulamadığı zaman savaşını kendi çocuklarıyla bile yapıyor! Onun için fark etmiyor ki... Savaş savaştır!


Evet, bu memlekette savaşı durdurmak çok zor ama çabanın onuru yeter...


[email protected]

TARAF

YAZIYA YORUM KAT