1. YAZARLAR

  2. HAMZA TÜRKMEN

  3. Aleviler ve Alevilik: -2
HAMZA TÜRKMEN

HAMZA TÜRKMEN

Yazarın Tüm Yazıları >

Aleviler ve Alevilik: -2

06 Aralık 2014 Cumartesi 10:59A+A-

Alevilik:  Değişiyor mu, Kullanılıyor mu, Çözülüyor mu?

Alevilik, en genelde Şamanizm’in, Zerdüştlük’ün, Budizm’in, Hıristiyanlık’ın veya farklı pagan inançların taşıyıcısı olan Farisi, Kürdi, Türki, Rumi vd. gayrimüslim halkların Müslümanlaşma süreçlerinde yeterince terk edemedikleri eski inanış ve alışkanlıklarıyla, yeni dini telakkileri bağdaştırma, yorumlama ve bu eklektisizmi yaşama biçiminin adı olarak değerlendirilebilir. Bu çerçevede Alevilik, İslam’ın açık ve lâfzî hükümlerinin belirlediği ana akımından ziyade, İslam’ı ifade eden temel esaslardan kopuk veya bu esasları batini yaklaşımlarla yorumlayan (heterodoks) bir tutumu ifade etmektedir.

Aleviliğin ne olduğu ile ilgili tanımın, yalnız Aleviler tarafından yapılabileceğini belirten yaklaşımlar, bu konuda “ötekine” düşünme ve tahkik imkânı vermeme eğilimindedir. Ancak bu yasakçı refleksle karşı karşıya kalınsa da, bir “sır”ı ifade eden ve ancak Alevi dergâhının adap ve ritüellerine sahip olan “talip”lerin aşama aşama öğrenebileceği Alevilik tanımı, modernleşmeyi ifade eden şehirleşme süreci

ile birlikte kendini Aleviliğe nispet eden birçok Alevi ekol ve aydın tarafından farklı biçimlerde yapılmaktadır.

Etnik ve Marksist temelli marjinal veya zorlama görüşleri bir tarafta tutacak olursak, Aleviliği farklı anlayış ve biçimlerle tanımlayan yaklaşımların ortak yanlarını şu cümleyle özetleyebiliriz: Alevilik, İslam’ın Ehl-i Beyt sevgisine dayanan batini ve bağdaştırmacı (senkretik) yorum, ritüel ve sosyal ilişki biçimidir. Alevi inanç evrenini daha çok “Hak-Muhammed-Ali” üçlemesi temsil eder. Bu boyutuyla Alevilik,  özellikle tarihi bir kesit olarak eski dini kimliklerden İslam’a geçiş sürecini de ifade etmektedir.

Alevilik, kitabi eğitimden ziyade sözlü geleneğe bağlıdır. Modernleşme döneminden önceki Aleviliğin İslam algısını ise ancak yazılı kaynaklarından öğrenebiliriz ki, bu konuda çalışma yapan araştırmacılar da bu tür verilere dayanmaktadırlar. Bunlar Menâkıbnâmeler, Vilâyetnâmeler, Cenknâmeler ve Kerbela, Eba Müslim, Battal Gazi gibi anlatılardır. Makâlat, Buyruk ve Hüsniye gibi farklı Alevi-Bektaşi anlayışlarını tasvir eden eserler de en önemli kaynaklardır. Alevilik anlayışını yansıtan bu eserleri kavramaya çalıştığımızda, en önemli inanış şekli (kült) olarak Kur’an’daki kavramsal kullanımından farklı olarak ele alınan “veli” veya “evliyâ” ve “şafaat” kavramları karşımıza çıkmaktadır.

Zühd ve takva anlayışı şeklinde ortaya çıkan tasavvuf hareketi, her türlü fenalıktan korunma, duaların kabul olunması ve harikulade hal gösterme (kerâmet) lütfuna erme haline “velâyet makamı” adını verir.

Konuyu mutasavvıf Hâkim-i Tirmizi (öl. 908) “Hatmu’l-Vilâye” eserinde açıklamış, bundan sonra da veli ve velâyet kavramları vahyin bildirimleri dışında sürekli anlam farklılaşmalarına uğramıştır. Bu kavramlar Muhyiddîn b. El-Arabî’nin (öl. 1241) eserlerinde en uç noktaya varmıştır. Bir takım üstün vasıflarla teçhiz edilmiş velilik kültüne başından itibaren tevhid ve ıslah çizgisi Kur’an’ın insan tanımına aykırı olduğu için karşı çıkmıştır.

Şii tasavvufunda da, Sünni Tasavvufunda da, Alevi tasavvufunda da “veli”, “şefaat” gibi Kur’ani kavramlar büyük ölçüde Kur’an bütünlüğünde kullanılan anlamlarından uzaklaştırılmışlardır. Ve bu sufi akımlar Allah inancı konusunda da taşkın/sudur felsefesinden  etkilenerek Rabbimizin yetkileri konusunda aşırı gitmişler, tedlis inancını andırır  tarzda “Nuru Muhammedi – Hakikat-ı Muhammedi” telakkilerini paylaşmışlar; bu itikadi bağlama uygun olarak da kültürlerinde “şeriat-tarikat-marifet-hakikat” aşamalarını ifade eden 4 Kapı anlayışını barındırmışlardır.

Sünni İslam algısı ise genellikle “velilik kültü” ile uzlaşmış, hatta Gazzâli’nin (öl. 1111) önemli çabalarıyla savunma konumuna gelmiştir. Olağanüstü kuvvet ve kudretlerle mücehhez olup Tanrı’ya yakın kabul edilen ve herhangi bir konuda -sağ veya ölü iken- insana yardım edebileceği düşünülen şahsiyet  için oluşturulan “veli kültü”, Budizm ve Hıristiyanlık’ta da söz konusudur. Bu anlatı daha çok Orta Asya göçebe kavimleri tarafından Anadolu ve Rumeli’ye, yazılı ve şeklî olmaktan öte, İslam anlayışının “özü” olarak sözlü bir gelenek şeklinde taşınmıştır.

Alevilik, Bilâd-ı Rum’da ve Rumeli’nde XIII. yüzyıldan itibaren büyük ölçüde Hacı Bektaşi Veli’nin (öl. 1271) karizması ve halifeleri ile yaşatılmıştır. İlk Osmanlılar Hacı Bektaş’ın bağlı olduğu Baba İlyas ocağının halifesi Şeyh Edibali’yi manevi önder kabul etmişlerdi. Osmanlı ricali Birinci Murat’ın İznik’te kurduğu ve ders müfredatı için Mısır’daki İbn Hacer’den yardım ve tavsiyeler aldığı medrese çalışmalarından sonra Sünni formda kitabi bir İslam’la tanışmışlardı.

16. yüzyıldaki Şah İsmail-Yavuz Selim veya Safevi-Osmanlı çekişmesi sırasında İran’da on binlerce Sünni, Bilâd-ı Rum’da/Anadolu’da da on binlerce Kızılbaş/Alevi katledilmişti. Ancak Yeniçeri Ordusu, İkinci Mahmut’a kadar Bektaşi ocağına bağlı bir kurum olarak kaldı. Alevi/Kızılbaş katliamlarını yaptı denilen Osmanlı Ordusu da Bektaşilerin kontrolündeydi.

Bektaşiler, Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da dağıtılmasıyla devlet desteğini kaybetmişlerdir. Ama sosyolojik olarak baktığımızda Alevilerin sistematik olarak karşılaştıkları en önemli felaket, içinde yaşadıkları toplumun dini, mezhebi, etnik zenginliklerini tasfiye etmeye yönelik 1912 İttihad Terakki Yönetimi’nin tek tip Türk ulusu yaratma projesiyle başlamıştır. Bu proje Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte Mustafa Kemal ve Türkçü kadro tarafından somutlaştırılmıştır.

1920’de Birinci Meclis hem Sünni hem Alevi tabana dayanarak oluşturulmuştur. Mustafa Kemal, Sivas Kongresi’nden sonra Hacı Bektaş nahiyesine gelmiş, dergâhta Çelebi hazretleriyle konuşmuş ve I. Meclis’te 8 tane Alevi milletvekiline yer vermiştir. Ancak Mustafa Kemal’in pragmatizminden Aleviler de nasibini almış ve II. Meclis’e hiçbir İslamcı milletvekili atanmadığı gibi Alevi milletvekili de atanmamıştır.

1925 yılında “Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun”, Nakşiler ve Kadiriler kadar Alevileri de vurmuştur. Kur’an ahkâmının yasaklanmasına karşı çıkan Şeyh Said Kıyamı’nı bahane eden yeni Türk rejimi, 1925 Şark Islahat Planı ile diğer ana diller yanında Kırmanci ve Zazaca konuşmayı da yasaklamıştır. Türk inkılâpları ile Türkiye coğrafyasında tekke ve zaviyeleri (dergâhları), ayin-i cem ritüelleri yasaklanan Kürt (Zaza ve Kırmanc) Aleviler, bir de dil yasağı ile karşılaşmışlardır. Dil inkılâbı ile de yazılı Alevi kültüründen uzaklaştırmışlardır. Alevilerin 1950’li yıllara kadar Menâkıbnâme, Buyruk, Makâlat gibi temel kitaplarını okuma imkânları olamamıştır.

Her ne kadar Jön Türkler döneminde bazı Alevi dedeleri özgürlük ortamı yakalayabilme hesabıyla bazı Mason özentisi kuruluşlara üye olup, Batılılaşma cereyanına destek verseler ve bu konudaki açılım beklentisinde Mustafa Kemal harekâtından umutlu olsalar da, karşılaştıkları akıbet Mehmet Akif ve Sebilürreşad çizgisinden farklı olmamıştır. Kullanılma olgusu yaşanmıştır; ulusal kimlik tarafından asimile edilmeye veya yasaklanan bir alt kimliğe indirgenmeye çalışılmışlardır.

Jakoben bir tavırla Batılılaştırma ve uluslaştırma sürecini yukarıdan aşağıya dayatan ve elinde silah tutan Kemalist kadrolar, itirazları kanla bastırma konusunda kararlıydılar. I. Dünya Savaşı sonucunda ülkeyi ve tüm İslam coğrafyasını işgal eden İngiliz, Fransız, İtalyan kuvvetlerinin cesaret edemediği batılılaştırma programını, Mustafa Kemal ve arkadaşları Türkiye denilen sınırlar içinde zorla, yasaklarla, sürgün, asimilasyon ve imha politikalarıyla gerçekleştirmeye çalıştılar.

Dayatan yeni Türk ideolojisinin zulme önce Sünni Müslümanlar karşı çıktı. Bilad-ı Rum topraklarında 60 yerde görülen itiraz ve ayaklanmalardan Şeyh Said Kıyamı en büyük direnişti. Ama Kemalist kadrolar binlerce insanı katlettiler. Sonra kılığına-kıyafetine, dergâhlarına, yazılı dini kitaplarına ve ana dillerine yasak getiren Kemalist modernleşme harekâtına karşı Dersim’de 6 aşiretin Seyyid Rıza liderliğinde gösterdiği Alevi direnişi söz konusu oldu. Bu direniş orantısız güç kullanımıyla bastırıldı ve Alevilerin tarihlerinde maruz kaldıkları en büyük katliamlardan biri yaşandı. 15 veya 30 bine yakın Alevi, Dersim dağlarında, mezralarında havadan ve karadan bombalanarak ve zehirli gazlar atılarak katledildi.

TBMM’de Kasım 2009’da yaptığı konuşmada CHP’li Onur Öymen’in dediği gibi bu direniş bastırılırken tabii ki “Dersim isyanında analar ağladı”; ama onlar sadece ağlamakla kalmadılar kadın, çocuk, ihtiyar süngülerle, zehirli gazlarla, işkence edilerek vahşi bir şekilde öldürüldüler. Dönemin cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’tü. Son senelerde peş peşe yayınlanmaya başlanan belgelere göre Dersim katliamının tamamen Mustafa Kemal’in bilgisi ve direktifleriyle gerçekleştirildiği ortaya çıkmaya başladı.

Karşıtına Benzemek ya da Âşık Olmak

Cafer Olgun’un “Alevilerin Kemalizm’le İmtihanı” adlı kitabında dediği gibi, Cumhuriyet’in Alevileri dışlamasına rağmen, Aleviler Cumhuriyet’e ve Kemalizm’e sahip çıktılar.” Bu çarpık psikolojik tutumu, çok partili sisteme geçen Türk Devleti’ne sığınarak var olmaya çalışan sindirilmiş Sünni kökenli Müslümanların 1945 yılından itibaren sergiledikleri davranış ve anlayışlarında da görüyoruz. Çünkü her iki kesim de İstiklal Mahkemeleri’nin kendi kanaat önderlerinden yüzlerce, binlerce insanı idam etmesiyle yaygınlaşan bir korku ve çaresizlik travması içine girmişti. Sünniler “Karşıtına sığınarak varolma yolu”nu seçtiler, Aleviler ise “Stockholm Sendromu” denilen katiline âşık olma yolunu tuttular. Bu karşıtına sığınmacı tutum Sünnilerde milli dindarlık ve sonraları sağcılık kirliliğini getirdi. Alevilerde ise Atatürkçü ve laiklik deformasyonu oluştu.

Dersim katliamının failleri hemen 1937 yılında Dersim’de kız erkek yatılı bölge okulları açıp, devşirdikleri Alevi veya Alevi Kürt çocuklarına “Türkleştirme” politikaları tatbik ettiler. Böylece Kemalistlerin elinde Kemalizme kahyalık yapacak yeni bir zümre oluşmaya başladı. Bu tarihten itibaren de yasaklanan Alevi kültürü ile ilgili tanıtıcı kitapları Kemalistleşen ve asker-sivil bürokraside yer alan yeni bir devşirilmiş kadro kaleme almaya koyuldu. Aleviliğin seyri engellenirken, Alevilerin yaşama biçimi Türk ulusunun menfaatleri doğrultusunda planlanıyordu. O zamanki uluslaştırma-modernleştirme sürecinde Alevi Kürt kızları için “Haydi Kızlar Okula!” kampanyasının adı “Kızımı da Götür!”, “Kızımı da Al Avar!” döviz ve pankartlarıyla yaygınlaştırılıyordu. Son dönemin Kemalist modernleştirme misyoneri Türkan Saylan yerinde de Atatürk’ün manevi kızı Sıdıka Avar vardı. Alevileri bombalayan Sabiha Gökçen’de, Alevilerin yetim kalan ve çaresiz çocuklarını toplayıp Türkçü ve Kemalist yetiştiren Sıdıka Avar da Atatürk’ün manevi kızlarıydı.

Alevilik, Türkler için de Kürtler veya Araplar için de bazı ideolojik ulusçu yönlendirmelere rağmen etnik bir anlam ifade etmiyor. Arap kökenli Antakya Alevileri, Alevilikten çok Atatürkçüdürler. Bir nevi Hz.Ali’nin kimliği Atatürk’te zuhur etmiş gibi bir algıya sahiptirler. Oysa “Stockholm Sendromu” denilen bu tutum “derin devlet” menşeli politikaların bir kazanımıdır. Aleviler Mustafa Kemal sevgisine rağmen, Kemalist bir sürecin içerisinde rehin alınmışlardır. Onların tutumu milliyetçileştirilen, devletçileştirilen, sağcılaştırılan Sünni cemaatlere benzemektedir.

Ve Türkiye Alevilerinin özgürleşmeleri için öncelikle Kemalizm’le yüzleşmeleri gerekmektedir. Aleviler ise Kemalizm’le hesaplaşmak yerine, Sünnilikle ve Sünni şeriatı ile mücadele etmeye yönlendirilmektedirler. Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecini bile okusalar, başta Mustafa Kemal olmak üzere Türk inkılâbının nasıl da hem Sünnileri hem Alevileri kullanarak yol aldığını göreceklerdir. Alevi halk ile Sünni halk tarihte birbirleriyle çatışmamıştır. Bu tür çatışmaları Osmanlı döneminde de Cumhuriyet döneminde de siyasal iktidarlar istemiş ve karşılıklı kışkırtmaları örgütlemiştir.

Osmanlı Devleti de Türkiye Cumhuriyeti de kitleleri kontrol altında tutabilmek daha yaygın olarak Sünniliği; ama Aleviliği de kendi çıkarları için kullanmıştır. Oysa 1925 Şeyh Said Kıyamı da 1932-37 Seyyid Rıza direnişi de devletin kullanmaya veya asimilasyona yönelik sinsi politikalarına önemli tepkileri ifade etmektedir. Sünni camiada Aleviler hakkında tevarüs eden “Mum Söndü” gibi iftiraya kaçan efsaneler, Dersim Katliamı’nı meşru göstermek için o yıllarda CHP’li bürokratlar ve basın organları tarafından uydurulmuştur.

“Aleviler geçmişte şeriattan çok çekti!” yaklaşımı bilgi eksikliğine dayanır veya provokatiftir. Zira Osmanlı’da hâkim olan idari hukuk Kur’an ahkâmı değil, Orta Asya’dan getirilen ve Bizans uygulamalarından örnek alınan Örfi Hukuk’tur. Osmanlı’da  İslam hukuku münakâhat, miras, ceza hukuku alanlarında halka uygulanmış; siyaset-i şerriye alanı ise örfi hukuka bırakılmıştı. Osmanlı Yönetimi’nde Alevilerden önce Tevhid anlayışı ve Kur’an talebeleri zulme uğramıştır. “Namazlarda okunan zammı surelerin manasını bilerek okuyalım, çünkü Kur’an anlaşılmak üzere bize iletilmiştir” tebliğini yaygınlaştıran Kadızadeliler, 17. yüzyılın sonunda idam edilerek veya sürülerek İstanbul’daki selâtin camilerinden tasfiye edilmişlerdir.

Türkiye’deki sistem 1980 öncesinde “Komünizm gelecek!” korkusu ile Sünni kesimleri özellikle 1950’li 60’lı yıllarda manipüle etmiştir. Kemalist sistem, 1980 sonrasında da “irtica fobisi” ile Alevileri yanlış yönlendirip Sünni Müslümanlar üzerine kışkırtarak yedeğine almıştır. Türkiye’deki Alevi-Sünni zıtlaşması derin devletin diri tuttuğu bir fay hattıdır. Oysa asıl çatışma, alt kimliğe indirgenen Sünni İslam ile Alevilik arasında değil, Türkiye’de tek tip kimlik dayatan ve diğer kimlikleri tasfiye etmeye ya da alt kimlik haline indirgemeye çalışan resmi ideoloji ile yaşanmalıdır. Kur’an öğretisinde tebliğ, diyalog ve ikna yolu söz konusudur, zorlama ve kimlik dayatma söz konusu değildir; çünkü “Dinde zorlama yoktur.”

Alevilik, evrensel bir inanç sisteminden çok, “Halk İslamı” olarak nitelendirilen, Kerbela vakıası ile simgeleşen zulüm ve haksızlıklara karşı bir isyan ve muhalefet hareketiydi. Kırsal kesimdeki dayanışmayı da ifade eden Alevi-Bektaşi törenlerinin ve literatürünün yasak olduğu, şehirleşmenin aynılıkları daha da çözmeye ve modernleşme projelerinin zirve yapmaya başladığı 1960 İhtilali sonrası süreçte, okuyan Alevi gençler daha çok sosyalist doktrine dayanan yapılanmalara yöneldiler. Alevi deyişleri ve türkülerinde yaşayan itiraz kültürü Avrupa öykünmeci devrimci duygulara kapı açmıştı. Ancak 1960’lı yıllar Alevi devrimciliği ilerlemecilik manipülasyonu içinde Atatürk’ü antikapitalist yapan bir aldanış içinde olmuştu. 1980 İhtilali sonrasında tutuklanan ve Mamak Askeri Cezaevi’nde tutulan sosyalist gençlerin yüzde 75’inin Alevi kökenli olduğu sonraki kayıtlardan öğrenilmiştir. Ancak Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılmasıyla birlikte sosyalist söylem evrensellik iddiasını kaybetmeye başladı.

1991’de SSCB’nin çökmesiyle birlikte eski sosyalist cumhuriyetlerde ideolojik boşluğu, ulusal yönelimler doldurmaya başladı. Türkiye’deki Alevi kökenli sosyalistlere de Aleviliklerini keşfetme yolu açılmış oldu. Bu süreçte Alevi kökenli Zaza ve Kırmanc topluluk ve kişileri, ulusal Kürt hareketi bünyesine çekebilirdi. Bu süreçte sistem karşıtı İslamcı çizgi kalınlaşıyor, Sünni tabana dayanan denetim altındaki partisel hareketin de İslamcılığa meyli her geçen gün artıyordu. Böyle bir süreçte devlet politikaları, tüm yasak ve baskı uygulamalarına rağmen Atatürk’e sevgisini devam ettiren Alevilerin önünü açtı. Önce Hacı Bektaş törenleri adeta resmileştirildi, sonra da Tekke ve Zaviyeler Kanunu’na aykırı olmasına rağmen cemevlerinin açılmasına ve Alevi örgütlenmesine müsaade edildi. Sonuç olarak 28 Şubat’ta Kur’an kursları kapatılır ve imam hatip okulları engellenirken, cemevlerinin çoğalması teşvik edildi.

Bu süreç, en çok “Aleviler ve cemevleri kime karşı?” sorusunu da gündeme getirmişti. Diyanet Teşkilatı nasıl ki halkın İslam algısını, denetlenebilir bir Türk-Sünni İslamı’nı biçimlendirmek için oluşturuldu ise, Alevi-Bektaşi anlayışı da Türk devletinin asker ve sivil Kemalist bürokratları ile uyum içinde laik, şeriat karşıtı ve Atatürkçü bir formda yeniden reforme ediliyordu.

“Alevi aydınlanması” denilen süreç, laik CHP kadroları için hem oy potansiyeli, hem resmi ideoloji adına İslam karşıtı kullanılabilecek sivil bir gücü ifade ediyordu. Ayrıca Alevi Aydınlanması denilen süreç, Zaza ve Kırmanc Alevilerin, Kürt ulusalcılığına meyletmesini engelleyip Alevi aktivitesi içinde kalmalarına imkân sağlıyordu. Böylece

Alevi uyanışından bahsedilmeye başlandı.

Yalnız Alevi uyanışının özgün olmadığına dair işaretler kapalı kalmadı. Susurluk denilen kazada arabanın içinden çıkanlardan birisi de eski Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ idi. Kocadağ bir Aleviydi. Daha sonra AK Parti’ye yönelik darbe planlarında ve Cumhuriyet mitinglerinde Alevilerin ve Alevi kuruluşların nasıl rol aldığı ve kullanıldıkları Ergenekon Terör Örgütü dosyalarına

yansımıştı. Karacaahmet Dergâhı ve Cem Vakfı gibi Alevi kuruluşlarının web sitelerinde “Türkiye demokrasi ile yönetilemez!” şeklinde darbe çağrıları yapılabilmişti. Batıcı-ilerlemeci çizgiye çekilen Alevilerin 2007 Cumhuriyet Mitingleri’ndeki tamamlayıcı rölü, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a ve AK Parti iktidarına karşı bir kalkışmayı ifade eden 2013 Gezi Parkı Olayları’nda koordinasyon gücüne ulaşmıştı.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren rejim tarafından baskı altında tutulan Alevi potansiyeli, şimdi şehirleşme süreci ile birlikte yeniden tanımlanmak ve “Şeriat geliyor!” tipi sanal korkularla ve laiklik gibi sahte özgürlük vaatleriyle Kemalist sistemin bekası yönünde biçimlendirilmek istenmektedir. Alevilerin Türkiye’deki nüfusu hakkında farklı yüzdelikler verilmektedir. %6’lık dilimden %25’lik dilime kadar

Tahmin, temenni veya değerlendirilmelerde bulunulmaktadır. Ama ortalama bir yaklaşımla kendini açıkça veya mahçup bir şekilde Alevilikle irtibatlandıran Türkiyeli insan sayısı, 7-12 milyonluk marjlar içinde değerlendirilebilir.

Cumhuriyet tarihinde Müslümanlar, Ermeni, Rum, Yahudi ve Roman unsurlar, Kürt Müslümanlar gibi yasaklarla, asimilasyon, tehcir, tecrit ve imha politikalarıyla karşı karşıya kalan Aleviler, bugün en fazla Türk resmi ideolojisi, emperyalist Batı’nın modernizasyon politikaları, Türk ve Kürt ulusal hareketleri tarafından yönlendirilmeye çalışılmaktadır.

 

 

Kaynakça

Abdülbaki Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şîîlik, Der Yay., İstanbul, 1979.

Ahmet Yaşar Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkibeleri, Kültür Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1984.

Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2000.

Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998.

Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, TTK Yay., Ankara, 1972.

Cafer Olgun, Alevilerin Kemalizm’le İmtihanı, HayyKitap, İstanbul, 2008.

Cemşid Bender, Kürt Uygarlığında Alevîlik, Kaynak Yay., İstanbul, 2001.

Erdoğan Çınar, Aleviliğin Kökleri Abdal Musa’nın Sırrı, Kalkedon Yay., İst, 2008

Fuat Bozkurt, Çağdaşlaşma Sürecinde Alevilik, Kapı Yay., İstanbul, 2006.

İlyas Üzüm, Tarihsel ve Kültürel Boyutlarıyla Alevilik, İSAM Yayınları, İstanbul 2007.

İlyas Üzüm, Günümüz Aleviliği, İSAM Yayınları, İstanbul 1997.

Nail Yılmaz, Kentin Alevileri, Kitabevi, İstanbul, 2005.

Necdet Subaşı, Alevi Modernleşmesi, Kitâbiyât, Ankara, 2005.

Oral Çalışlar, Hz. Ali - Muaviye Çatışması, Pencere Yayınları, İstanbul, 1992.

Oral Çalışlar, Aleviler, Doğan Kitap, İstanbul, 2009.

Süleyman Ateş, İşârî Tefsir Okulu, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1974.

T. Olsson - E. Özdalga - C. Raudvere, Alevi Kimliği, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul, 1999.

Dersim Raporu, (Orgeneral İzzettin Çalışlar kitaplığından -gizli-), İletişim Yayınları, 2011.

Alevilik Araştırmaları Dergisi, (6 aylık dergi), Ankara, 2011-2012.

YAZIYA YORUM KAT