1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. ’Aklıkarışıklar Toplumu’ Olmak İstenmiyorsa..
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

’Aklıkarışıklar Toplumu’ Olmak İstenmiyorsa..

04 Nisan 2013 Perşembe 18:07A+A-

[email protected]

Geçen yıl, HT’nin ’Tarihin Arka Odası’ isimli bir tv. proğramında, ünlü rus yazarı Lev Tolstoy’la akraba olduğunu ve Tolstoy kelimesinin rusçada  Şişmangil mânâsına da geldiğini bile belirterek, ecdadı Rusya’da kalsaydı, kendisinin de bir prens olacağını söyleyen tarihçi İlber Ortaylı, ’birileri kendilerine kürd diyecek diye türklükten çıkmam..’ diyordu, 1 Nisan akşamı, bir başka tv. proğramında..

Ortaylı  ’Coğrafyayla kimlik edinilmez. (…) Türkiye bir memleketin adıdır. ’Türkler'in ülkesi’ demektir. Eskiden türkmen de denildiği için Anadolu'ya ’Türkmenya’ , ’Turkia’ veya ’Türkmenya’ diye 12.asrın İtalyanları ad koymuştur. Bu coğrafyadaki etnik grupların kendi kimliklerini, dillerini, kültürlerini yaşatmak haklarıdır. (…) Mühim mesele herkes kendi kimliğine sahib olur, kendi adını söyler, kendi dilini öğrenir, kendi kültürüne sahib olmaya çalışır. Fakat siz kalkıp da bu yüzden öbürünün kimliğini kaldırmasını isteyemezsiniz. Bu gülünç olur, mantık dışıdır bir kere..’ diyor ve sunucunun, 'Kendini kürd olarak ifade eden o zaman ne diyecek? Ben Türkiyeli kürdüm mü desin?’ sorusu üzerine ise, ’Türkiye'de yaşayıp 'ben türk değil kürd'üm' diyebilir, ne var bunda. Şimdi o kürd oldu diye ben türklükten mi çıkacağım. Öyle bir şey olabilir mi? (…)’  karşılığını veriyordu.

Bu sözlerinden bir kısmına bakıldığında, bir yanılmanın, İlber Hoca’ya da ârız olduğu anlaşılıyor. Çünkü, kürd denilince, türk etnisitesi reddediliyor gibi bir havaya kapılmış.. Halbuki, kimse, ’türk kavminden olduğunu gizlesin, saklasın’ demiyor.

Belki, denilmek istenen farklı bir şey.. Birileri nasıl ki, türk kavminden olduğunu söyleyebiliyorsa, başkaları da kendi kavmî kimliğini söyleyebilsin; ve hiç kimse de kavmî bir üstünlük, hâkimiyet, aşağılanma veya dışlanma duygusuna kapılmasın..

Ve Ortaylı gayet net olarak, ’Türkiye demek, türklerin ülkesi demektir..’  diyor.

Bir okuyucunun,  29 Mart 2013 tarihli yazıma, ’Bu ülkenin ismi neden Türkiye ise, milletinin adı da ondan türktür!’ başlığı altında gönderdiği itirazî yorumunda serdettiği,  -’kaotik düşünceler içinde olduğum’  gibi şahsî sataşmalarını ve suçlamalarını geçeyim-  ’Türk kavramını etnik kimliğe indirgemek isteyenler koalisyonunda kemalistler, kürtçüler, liberaller ve artık sözde İslamcılar omuz omuza verebiliyorlar. Türk milleti – 30’lu yıllar hariç- tatbikatta her zaman 'daraltılmış ümmet' anlamında kullanılmıştır.’ gibi, nicelerince de paylaşılabilecek görüşlere de bu çerçeve içinde bakmak gerekir. 

Bu görüşün sahibine göre, ’Bir ülke Türkiye ise, orada yaşıyanlara da türk denir’miş..

Bu mantıkla, o coğrafyada  başka kavimlere yer yoktur.

Eğer öyleyse, türk kavminden olmayıp da bu ülkede yaşayan ve türk kavminden olmayan diğer toplulukların ülkesi neresi olacaktır? Ve hele de onlar, küçücük gruplar halinde değil de, on milyonlar halinde yaşıyorsa.. İran, Irak, Anadolu ve Suriyede yaşıyan ve sayıları bugün 30 milyonu aşan kürd kavminden insanların hukukî statü açısından son yıllardaki bazı düzeltmelere rağmen, genel olarak kavim olmanın tabiî haklarından mahrum bırakılıp dışlanması ve ikinci sınıf vatandaşlar durumunda tutulması sürerken; kendi kavimlerinin isimlerini resmî ve ulusal öğünme vesilesi yapmaları ve yaşanan sosyal rahatsızlıklar ve kimlik talebiyle ilgili direnmeler, kendisine haklı ve mantıkî bir temel bulmuş olmuyor mu?

Hastalığın asıl kaynağı da bu mentalite çarpıklığında yatmaktadır, esasen..

Bu satırların sahibinin kürd kavminden olmadığını ve birkaç yüz yıl öncesi kim kimdir, pek belirlenemese bile, sanıyorum, türk kavmindendir. Ama, her ne olunursa olunsun, onu bir övünme ve üstünlük ya da bir yerinme ve aşağılık duygusu konusu olarak görmem. Daha derinlere gidersek, Hz.Âdem’in torunlarından olmak yetiyor. Hz. Âdem’in nesilleri arasında ırk, renk, kavim farklılığı gütmek ise, İslam açısından haramdır.

Bu gerekliliği anlamazlıktan gelenler taifesine İlber Hoca’nın da katılması tuhaf değil mi?

Tekrar edelim ki, İslam Milleti’nin unsurlarını teşkil eden müslüman kavim ve toplumların, ’bütün ırk ve kavmiyetler, etnisiteler, (sunnetullah) gereği var olduğuna göre, bunlardan herhangi birinin diğerleri üzerine hiçbir egemenlik, hâkimiyet iddiası ve nazariyesi geliştirilemez. Bu gerçeği reddedenler, ilahî fıtrat ve takdire karşı çıkmak durumuna düşer.’  idrakinde olması imanî bir gerekliliktir.

*

Ortaylı, ’Coğrafyayla kimlik tesbit edilmez’ diyor.

Hiç de öyle değil..

Bir defa, kendi kavmî adlarıyla anılan coğrafyalar değil de, bulunduğu coğrafyaya göre isim alan nice halklar da var yeryüzünde.. B. Amerika, Kanada, Meksika gibi Kuzey Amerika ülkelerinin halkları isimlerini coğrafyalarından almaktadırlar. Aynı şekilde hemen bütün Latin (Güney) Amerika ülkelerinin ve keza, hemen bütün Afrika ülkelerinin halkları da, hangi kavim veya ırktan olursa olsunlar, bulundukları coğrafyalardan almaktadırlar resmî vatandaşlık isimlerini..

Irak, Ürdün, Suriye, Filistin, Lübnan, Mısır, Sûdan, Somali, Libya, Tûnus, Cezair, Fas (Marokko, Mağrib) gibi ülkelerin halkları da büyük çapta arab kavminden oldukları halde, resmî vatandaşlık kimliklerini, bulundukları ülkenin coğrafî adından almaktadırlar.

Asya’da da, İran, Myanmar, Srilanka, Filipinler, Taiwan, Laos, Vietnam, Singapur, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkelerin vatandaşları da, resmî vatandaşlık kimliklerini kavimlerinden değil, bulundukları coğrafyaların isimlerinden almaktadırlar.

Ama, Ortaylı, örneklerini sadece Avrupa’dan aldığı için olmalı ki, 1648- Westfalia Andlaşması’na göre teşkil olunan ve dil birliğini esas alan ’ulus-devlet’  anlayışını temel ölçü kabul etmiş gözüküyor. Kaldı ki, Avrupa’da da, bütün ülkeler o durumda değil.. Hollanda / Niederland (alçak ülke), hangi kavimden alıyor ismini? Tersine, Hollanda halkı, resmî vatandaşlık ismini bulunduğu coğrafyadan alıyor. Belçika, Portekiz/ Portukal, Norway /(Norveç), vs. gibi ülkeler de halklarına, bulundukları coğrafyalara göre isim vermişlerdir.

Demek oluyor ki, dünyanın çok büyük bir bölümünde, mevcud devletler, isimlerini  kavimlerinden değil, bulundukları coğrafyalardan da almaktadır. Ama, bu gibi konular zihinlere bir kez düşünce, onun en kestirme tedavisi, zorbalıkla, kaba kuvvet ve silah yoluyla diğerlerini susturmak değil, mâkul taleblere mâkul ve âdilâne çözüm yolları bulmaktır. 

O halde, mes’eleyi ortaya net olarak koymak gerekir. 90 yıldır Türkiye diye anılan ve daha önce resmen asla böyle bir kavim adıyla anılmayıp, ’Devlet-i Âliyye-i Osmanî (Yüce osmanlı Devleti)  ve ’Memâlik-i Şâhâne-i Osmanî’ (Osmanlı Padişahları Ülkesi) gibi isimlerle anılan ve ancak, -Ortaylı’nın da belirttiği gibi-, başta italyanlar olmak üzere, Avrupa halklarının  Turchia, Turquie, Turkei, Turkey, Tursky  gibi isimlerle andığı Osmanlı ülkesi ve devletinin Birinci Dünya Savaşı’nda uğradığı ağır yenilgilerle safdışı edilmesinden sonra, onun enkazı üzerinde, emperyalistlerin planlarına göre, İsviçre- Lousanne (Lozan)’da imzalanan andlaşmayla kurulmuş yığınla devletlerden birisidir, Türkiye.. (Hemen ekleyelim, bu andlaşmanın yüceltilmesi için, Fransa- Sevr (Sévres)’de imzalanan andlaşma’nın ne büyük felaketler getirdiği söylenir ve Padişah‚ ’Vatanı sattı..’ diye suçlanır. Halbuki, Sultan Vahdeddin, Sevr Andlaşması’nı imzalamadığı için, o andlaşma tamamlanmamış ve yürürlüğe girmemişti. Ama O’nun kabul etmediği ve Osmanlı coğrafyasını parça parça eden andlaşmalardan Lozan’ı, Vahdeddin’i hak etmediği şekilde suçlayanlar imzalamıştı!)

Böyleyken.. Birinci Dünya Savaşı’nın galibi olan emperyalist devletler, özellikle de müslüman coğrafyalarda oluşturulan yığınla devletlere, bazen ırk, kavim, kabile-aşiret, bazan da coğrafî, dinî veya mezhebî birlik temelinde ’üniter’  yapıları dayattılar. (Türk kavminin diğerlerinden üstün görülmesi şeklindeki ırkçı anlayışına dayalı türkçülük ideolojisinin seçkin isimlerinden Alpaslan Türkeş, vefatından 6 ay kadar öncelerde bir tv. proğramında, ’Biz de biliyoruz ki, bir imparatorluktan geriye türk, kürd, arab, çerkez, boşnak, arnavud, rûm, yahudi, ermeni gibi yığınla kavimler kalır. Biz bunların hepsinin kendilerine türk demesini  istedik.. Türküz deseler kıyamet mi kopar?’ demişti. Bu sözler gerçekte, asırlarca İslam ve Müslüman milleti olarak yapılan isimlendirmeyi kaldırtan güçlerin oyunlarına fikren de teslimiyeti ifade ediyordu. Halbuki, böyle bir yaklaşım, her kavmin kendisini üstün görmesi gibi bir zanna yol açar ve başkalarını da tahrik edebilirdi. Böyle durumlarda, başkaları da, ’Yahu efendim, siz de kendinize kürdüz, arabız vs. deseniz kıyamet mi kopar?’ diyebilirlerdi. Böyle bir karşı sualin kaçınılmazlığı hatırlanmak istenmiyordu.) 

*

’Üniter yapı’ denilince, nasıl bir ’üniter yapı’ anlaşılmalı?

Bu noktada, C. Başkanı Abdullah Gül de Baltık Cumhuriyetleri’ne yaptığı gezi esnasında, 3 Nisan günü, vatandaşlık tanımı üzerine muhabirlerle konuşurken, ilginç tesbitler yapmakla birlikte, noksan ve hattâ yanlış mânâlara yol açan görüşler de dile getiriyordu.

Şöyle diyordu Gül: ’Osmanlı İmparatorluğu, Selçuklu İmparatorluğu tarihte türk devletleri olarak bilinir. Ama, bu imparatorluklar, "vatandaşların hepsi türktür" diye dayatmamış. Bunların hepsi türklerin önderlik ettiği büyük devletler olarak tarihe geçmiştir.

Biz bugün imparatorluk değiliz. Üniter bir devletiz. Ama biz imparatorluk refleksi ve özgüveni ile hareket edebiliriz, buna inanıyorum. (…) Böyle hareket edersek birçok sorunu aşarız. Başka ülkenin toprağında gözüm yok. Ama biz imparatorluk bakıyesiyiz. Kendimizi dar elbiselere sokmayalım.. (…) Bir memlekette yanlışlıkta ısrar ediliyorsa karşı tarafa güç veriyorsunuz demektir. (…) Türkiye'de yanlışlık her yerde olmuştur. ’Ben türk değil kürd'üm, bu toprağım insanıyım’  diyen insanlara zorla ’Yok sen ille de türksün!’  dedirtmişiz. Bunlar bizim yanlışlarımız. Bunu yaptığımız için güç kaybettik, enerji kaybettik. Bugün özgüven içinde bunları halletmemiz lâzım..’

Bu tesbitler genel itibariyle doğru..

Ancak, Gül, ’Biz bugün üniter bir devletiz..’ derken, 90 yıllık kemalist-laik-türkçü rejimin sahibleri olarak arz-ı endam ve milletimize zulmeden kadroların anladığı ve sık sık vurguladıkları üniter yapıdan farklı bir üniter devletten mi söz ediyor, belli değil.. Gül’ün beynindeki, nasıl bir üniter devlet yapısıdır? Kavmî mi, dinî mi, ideolojik mi?

Ayrıca, Selçuklu ve Osmanlı devletleri de türk devletleri değildi.. Hiçbir zaman da resmî ağızlarda ve metinlerde türk devleti olduklarına dair bir kayıd yoktur. Bu devletler, genelde türk kavminden olanların yönetim mekanizmasının başında bulunduğu devletlerdi, doğru.. Ama, bunlar türk devletleri değillerdi; herhalde doğruya en yakın bir isimlendirmeyle herhalde ’Müslüman(ların)  devletleri’ydiler.

Salâhaddin Eyyûbî’nin devleti de kürd devleti değildi, müslüman devleti idi.. Emevî ve Abbasî devletleri de, yönetimlerinin başında büyük çapta arablar olduğu ve arabça da hâkim dil olduğu halde, arab devleti değil, müslüman devletleriydi.. Aynı şekilde, ’Murabıtîyn’  veya Endülüs devletleri de müslüman devletleriydi, arab değil!. Kezâ, Afrika’daki Sokoto İmparatorluğu da, yönetici kesimler yerli kavimlerden oluşsalar da, müslüman devleti idi.. Hazar’ın doğusundaki Harezmşahları Devleti ile Afganistan ve Hind’deki Gazneli Devleti de yöneticileri de büyük çapta türk olsa bile, türk devleti değil, müslüman devleti idi..

Aynı şekilde, İran’da 300 yıl kadar hüküm süren Safevî Devletinin yönetim mekanizması da genelde türk kavminden Şah’ların elinde olduğu halde, türk veya fars devleti değil, müslüman devleti idi.

(İslam Devleti ile Müslüman(ların) Devleti arasındaki farkın daha derinlemesine düşünülmelidir, herhalde.. İslam Devleti, dayandığı temel kural ve uygulamalarıyla, İslamî esaslara aykırı düşmemesi gereken ve inancın kutsallığını da taşıyan bir sosyal üst-yapı kurumu iken; Müslüman Devleti, müslümanlarca oluşturulan, ama, işletilmesinin İslam’a uygunluğu temenni edilse bile, böyle bir şartı bünyesinde taşımayan bir sosyal yapıdır.)

*

Bayrak, eyalet ve başkanlık tartışmaları da, ’paranoya’larla mâlûl..

Son zamanlarda, terör problemine ve de çete/ gerilla savaşlarına kesin çözüm yolu bulabilmek yolunda, 90 yıllık laik-türkçü rejimin onca fren ve zencirlerine rağmen, bir şeyler yapılmaya çalışılıyor. Bu çabaları desteklemek gerekir. Çünkü, bu problem sürdükçe, müslüman halklar arasındaki itiqadî kardeşlik duyguları daha bir zehirlenecek ve akacak kan da onların, damarlarından boşanacak ve emperyalist-şeytanî güçler de bu tabloyu keyifle izleyeceklerdir.

(Terör ve çete/ gerilla terimleri dikkatli kullanılmazsa, başkalarının tariflerinin dümen suyuna katılmak kaçınılmaz olabilir. Terör, silahlı kişilerin, silahsız ve sivil halk kitlelerini sindirmek için, halkta korku ve dehşet duygusu meydana getirmeye yönelik eylemlerdir. Bu açıdan, bir silahlı kişi veya grubun, tabiatı gereği silahlı olan meselâ bir polis merkezine, bir askerî birliğe saldırması terör değil, çete veya gerilla saldırısı olarak ele alınır.)

Sosyal problemlere ve iyi gitmediği anlaşılan bazı yönetim usûllerine çözüm yolları aranırken, birileri de toplumda halkın ve ülkenin bölüneceği korkusunu bir dehşete, bir paranoyaya dönüştürmeye çalışmakta.. Bir avanak avcılığına çıkmak isteyenler de cabası..

’Aaa, türk bayrağı denilmeyecekmiş.. Aaa, eyalet sistemi gelecekmiş.. Aaa, başkanlık sistemi gelecekmiş..’ gibi dehşet ifadeleriyle topluma sunulan, ’mış-miş..’lerle toplumun farazî kutsal duyguları tahrik edilmeye çalışılıyor.

Büyük bir çoğunluk da bunların ne mânâya geldiğini bile bilmeden karşı çıkıyorlar. Bu korkunun kendisi bile bir bölünmeden daha az zararlı değildir.

Deseniz ki, türk bayrağı diye, bir kavme mahsus tek bir bayrak yoktur. Sadece devletlerin resmî bayrakları vardır.’ Hemen hainlik suçlamaları bile yükselir.

Halbuki, bugün ekseriyetini türk kavminden halkların oluşturduğu 6-7 devlet vardır, ama, birbirinden farklıdır bayrakları.. Çoğunda hilal  ve yıldız  bulunması durumu değiştirmez. Kırgız ve Kazak türklerinin adını taşıyan devletlerin bayraklarında da bu işaretler yoktur. ’Namaz kılmayan,  türk olamaz..’ gibi acaib tariflere tutunulmaz herhalde.. Halkları türk kavminden olmayan Malezya, Pakistan, Libya, Tûnus, Cezayir, Moritanya, Komor ve Maldiv adaları  vs. gibi ülkelerin bayraklarında da hilâl sembolü vardır. Onlar da  o  devletlerin bayrağıdır, oradaki kavimlerin değil.. Hiçbirisinin de bir kutsallığı yoktur, öteki devletlerin bayrakları gibi.. Uyduruk kutsallar icad edilmek isteniyorsa, o ayrı.. O halde, bir devlet bayrağından veya resmî bayraktan sözedilebilir, ama, bir kavmin bayrağından, nasıl?

Esasen, Hz. Peygamber (S) ve ilk zamanlarda çeşitli renklerde ve üzerinde tevhîd ibaresi yazılı bayraklardan sözedilmektedir.

Kaldı ki, Selçukluların bayrağında da, önceleri, kuru kafa resimlerinin bulunduğu, Sultan Alpaslan’ın bu şekilleri değiştirip, kelime-i tevhîd yazdırdığı yazılır, bazı kaynaklarda.. Hilâl’in müslümanlar için bir sembol halinde kullanılmaya başlanması Haçlı Seferleri’nden sonradır. Haçlılar’ın (adı üstünde), Haç / Salib işaretli bayraklarına karşı müslümanlar da hilâl sembolüyle gösterilmiştir. Yani, sadece tarihî bir semboldür, o kadar.. Osmanlı’da da çeşitli renklerde, çoğu yıldızsız, çok hilâlli bayraklar vardır. Bugün T.C. rejiminde kullanılan bayrak, 1936 yılında kabul edilen bir kanunla kesin ölçülerine kavuşturulmuştur ve devlet hâkimiyetini ifade eder. Ama, bizde bir bayrak kutsamacılığı ve fetişizmine bile vardırılmaktadır bu bayrak sembolizmi..

*

Eyalet sistemi tartışmaları da öyle.. ’Eyvah, ülke bölünecek!.’

Bu dehşetli korkulardan, paranoyalardan, ne zaman ve nasıl kurtulacak, bazı çevreler?

Hattâ, Devlet Bahçeli,  MHP Meclis Grubu toplantısında 2 Nisan günü yaptığı konuşmada, ’Eyalet küfürdür, azgınlıktır!.’ gibi, itiqadî suçlamalara bile varan tuhaf ifadeler kullandı. 

Kaldı ki, 81 vilayete bölünmüşlük de bir bölünme tehlikesini içinde taşımaz mı?

Bizim çocukluğumuzda 53-54 vilayet varken, bugün 81 vilayete yükseltildi. (O zaman Artvin yerine Çoruh, Adana yerine Seyhan, Mersin yerine İçel, Hakkari yerine Çölemerik, Ağrı yerine Karaköse diyorduk. Sonra bu isimler değiştirildi. O eski isimlerle anılması istense, yine kıyamet koparılmaya çalışılır.) İletişim ve haberleşme imkanlarının bu kadar geliştiği günümüzde, vilayet sayıları bir de azaltılmalı değil miydi? Sözgelimi, Türkiye’nin iki mislinden fazla bir alan ve aynı nüfusa sahib İran’da 34 eyalet vardır.

Merkezden yönetimin daha gevşek olduğu, mahallî halkın istek ve ihtiyaçlarına daha geniş yer veren eyalet sistemi de, iyi kullanılmazsa sağlıksız sonuçlar verebilir. Vilayet / il sistemi, Osmanlı’da 1860’larda getirilmiştir. Asırlarca eyalet sistemi,  ‘beylerbeyi ve eyalet valilikleri’ gibi usûller uygulanıyordu.

Eyalet sistemi olsa n’olur? Türkiye gibi bir ülkenin, 15-20 eyaletle ve daha geniş yetkilerle donatılmış eyalet valileriyle daha kolay yönetilmesi ihtimali zayıf sayılmamalıdır.

’Efendim,. Sovyetler Birliği eyalet sistemi idi, federasyon idi, dağıldı..’ deniliyor. B. Amerika da federal sistem, ve eyalet yöntemi ile yönetiliyor ama, bölünmüyor.. Çin, Endonezya, Malezya, Pakistan, Hindistan da eyalet sistemleriyle yönetiliyor.

Devletler ve sosyal yapılar korkularla, iflah olmaz ve tedavi edilemez derecede vehimlerle, paranoyalarla ayakta tutulamaz; tersine, öyle bir devlet mekanizması, bir gulyabanîye, bir öcüye dönüşür.

Bölünme paranoyasına kapılmışsanız, merkezî yönetim kontrolünün olduğu vilayet sistemlerinde de aynı noktaya varılabilir.

*

Hele Başkanlık sistemi getirileceği yönündeki tartışmalar..

Efendim, diktatörlük gelebilirmiş..

Bu ihtimale karşı çıkanlar da, en çok kimler biliyor musunuz? Atatürkçüler, ulusalcılar!. Kendilerini kemalist/ atatürkçü ilan edenlerin, başkanlığın da ötesinde, tam bir diktatörlük tesis etmiş olan M. Kemal ve İsmet Paşa’yı kendilerine bayrak edinip, , başkanlık sistemine karşı çıkmaya kalkışmalarını anlamak gerçekten de zor.. Çünkü, karşılaşılan her müşkülü derhal, ‘İhtimal ki, bazı kelleler koparılacaktır..’  vecizesi (!) ile halledenin kim olduğu belli..  

Başkanlık veya Yarı Başkanlık sistemlerinin, gerekli kontrol mekanizmaları kurulduktan sonra ne mahzuru vardır?

Fransa’da yarı başkanlık vardır; Başkan’ı biliyoruz, ama, Başbakan’ın kim olduğunu çoğumuz bilmiyoruz bile.. Mısır’da da öyle..

Amerika ve Rusya’da başkanlık sistemi bulunuyor. Ama, kontrol mekanizmaları da ona göre..

Siz, hem cumhurbaşkanını halkın seçmesi için anayasa değişikliği yapacaksınız, hem de halk karşısında hesab vermeyen, sorumlu olmayan, yetkileri de sınırlı bir cumhurbaşkanlığı makamı isteyeceksiniz. Asıl tutarsızlık ve korkulması gereken yönetim bozukluğu ihtimali burada. Ayrıca, Cumhurbaşkanları da, yaptıkları her icraatın hesabını vermeli ve elbette, gerektiğinde, cezalandırmalıdırlar. Bugün T.C. sisteminde ise, cumhurbaşkanlarının, ‘vatan hıyaneti’ dışında yargılanmaları mümkün değil.. Vatan hıyaneti suçlamasının yapılması da, yığınla süzgeçlerden sonra mümkün olabiliyor.  Padişahlık  sisteminde bile böyle bir dokunulmazlık hukûken yoktu.

*

Hem halkın kesin doğrularının, inanç değerlerinin temel ölçü olduğu, hem de aklın gerektirdiği, modern bir toplum düzenine ve devlet yapısına kavuşmak esas alınmalıdır. Ama, sahte kutsalların korunması adına, uyduruk değerlerle, resmî ideoloji dayatmalarıyla ve korkularla, nereye varılabilir?

YAZIYA YORUM KAT

3 Yorum