1. YAZARLAR

  2. Ahmet Yıldız

  3. Adalet terazisinde Türk-Kürt milliyetçiliği
Ahmet Yıldız

Ahmet Yıldız

Yazarın Tüm Yazıları >

Adalet terazisinde Türk-Kürt milliyetçiliği

14 Eylül 2010 Salı 06:16A+A-

19 Mart 2010 tarihli Taraf Gazetesindeki “Müslümanlık ve Milliyetçilik” başlıklı yazısında Ahmet Altan, “işi daha iyi bilenlerin”, bu ikisinin arasındaki ilişkiyi anlatması çağrısında bulunmuştu. Altan, hem Müslüman, hem milliyetçi olmayı anlayamadığını söylüyordu. Ona göre din, adalet, vicdan ve hakkaniyet üzerine müesses olduğuna göre, “biz”den olanı kayıran, zati olarak tarafgirlikle malul, “çıkar” üzerine temellenen, bu yüzden de adalet, insaf ve vicdanı dışlayan milliyetçilikle bir araya gelememesi gerektiğini, ama ortada her milliyetten Müslüman milliyetçiler olduğunu belirtiyordu.

‘Bizden değil’ siyaseti

Altan’ın işaret ettiği çelişki, din ile dinin tarihsel görünümü arasındaki farka tekabul eder. İslamiyet, “topraktan yaratılmak” bakımından eşitlediği tüm insanları, sadece Allah’la ilişkileri açısından “takva” ölçeğinde sınıflamaya tabi tutar. İnsanların farklı diller ve renklerde, farklı etnik aidiyetlere mensup olarak yaratılmasını Kur’an, Allah’ın ayetlerinden biri olarak tasvir eder. Asabiyetin tüm biçimleri, Cahiliyye’den izler taşır. Emeviler, Ümeyyeoğulları’na mensup olmayı üstünlük vesilesi olarak görüyor, iktidarı bu kabileye mensup olanlara hasrediyordu. Bununla yetinmeyip, diğer etnik aidiyetlere mensup Müslümanları “mevali” adlandırması ile ikinci sınıf Müslüman kategorisine dahil ediyorlardı. Böyle bir yaklaşımda, adalet, insaf ve vicdan bulunamazdı. Esas olan Ümeyyeoğullarından olmaktı; “biz”den olma, “soy”a bağlanmakta, edinilemeyen bu özellik tarafgirliği kaçınılmaz kıldığı için de, dindaş olmak anlamını yitirmekte, kabiledaş olmak şeklinde tezahür eden tarafgirlik bunun yerini almaktaydı.

Dinin dünyevileşmesi

Cahiliyye asabiyetinin modern biçimi olan milliyetçiliğin, idrakleri, tasavvur ve tahassüsleri milli kimliklere hapsedilen Müslümanları ulus-devlet coğrafyasına dahil ederek tanımlar hale gelmesi, takva merkezli, adalet esaslı dinin, dünyevileşmenin deli gömleğini giyen Müslümanların hayatındaki belirleyiciliğini kaybederek ikincilleşmesiyle bağlantılıdır. Milliyetçilik, Müslüman ferdin öznel tasavvurunu dönüştürürken onu milli bir ailenin ferdi haline getirir. Bu millilik, diğer Müslümanları en az kendisi kadar öncelemeyi gerektiren, dolayısıyla çıkar değil hak merkezli olan ümmet tasavvurunu öteler. Bu süreçte, “tanıtıcı” olması, tanışma amacına hizmet etmesi gereken etnik aidiyetler dönüştürülerek yeniden kurgulanır. Doğuştan edinilen etnik aidiyetler kurgusal bir aidiyete dönüştürülerek ulusallaştırılırken tabiliklerini, dolaysıyla da tanıtıcı olma niteliklerini kaybederek “tanımlayıcı” hale gelirler. Aynı dili konuşmak ile aynı dili konuşanların bulunduğu coğrafya arasında siyasallaşan bir ilişki kurmak, etnik sınırları siyasi sınırların belirleyicisi hale getirip bu sınırların dışında kalanları “yabancı” olarak görmek, soya dayalı ulusal tasavvura teslim olmak anlamına gelmekteydi.

Üstünlük taslama!

Bunun için Arnavutlar kendileri için ulusal bir mekan peşine düşerken, Araplar, Kürtler ve Türkler de sıraya girdiler. Ziya Gökalp, Türk’ün vatanını ezanın bile Türkçe okunduğu Turan olarak adlandırmaktaydı. Burada belirtilmesi gereken önemli nokta, Türk, Kürt ve Arap kimliklerinin “pan” kimlikler olarak ulusallaşma sürecinde üretildiği, bunların tarihe bu bütünlük içinde taşınamayacağı gerçeğidir. Tarihte, Türkler değil, birbiriyle akraba çok çeşitli gruplardan söz edebiliriz.

ynı şey, Araplar ve Kürtler için de geçerlidir. Bütüncül bir Türklük ya da Kürtlük kurgusu milliyetçi sosyalleşmenin beraberinde getirdiği bir kırılmadır.

Milliyetçiliğin İslam coğrafyasında hakim hale gelmesinden sonra milli kimliklerin İslam’la kurdukları ilişki biçiminin hayli çeşitlendiğini görüyoruz. Kemalist milliyetçilik, kurguladığı Türk kimliğinde hiçbir şekilde İslam’a yer vermiyor, onu milli hislerin gelişmesinin önündeki en önemli engel olarak değerlendiriyordu. Dini toplumsal bir kurum olarak değerlendiren Türk milliyetçiliği, Türk kimliğini hakim kimlik belirteci olarak görürken, dini bu kimliğin pekiştirici unsurlarından biri olarak gördüğü için araçsal bir değer atfediyordu. Kemalist dönemde kamusal hayattan geri dönmemecesine kovulan İslam’ın, toplumsal ve siyasal meşruiyet edinerek geri dönme süreci, işte bu menfez içinde kendisine bir mecra buldu. İslam yeniden toplumsallaşırken Türk milliyetçiliğinin dölyatağında milli renklere bürünerek geri döndü: “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman”.

İslam ve milliyetçilik arasında kurulan bu birlikteliğin “tarafgir” karakteri, “Arap karşıtlığı”nda kendisini göstermeye devam ediyordu. Arapların I. Dünya Savaşı’nda Türkleri arkadan hançerlediği şeklindeki baştan sona yalan üzerine kurulu ‘mit’ her vesile ile tekrarlanıyordu. Hacca gitmek, Arab’a döviz kazandırmak olarak değerlendirilirken, Arapça bilmek irtica işareti sayılıyordu.

‘Kürtlerin Türklüğü’ tezi

Türklüğün öncelenmesine dayalı ulusal tasavvur, Kürtlerin bu bünyeye dahil edilmesini de ancak onların Türklüğü tezinden hareketle kabul edebiliyordu. ‘Kürtlerin Türklüğü’ tezi olmasa, Kürtlerin hali nice olurdu? “Çiğ eti bulgurla karıştırıp yiyen bu yamyam” topluluğun ‘biz’den olabilmesinde Müslüman olmalarının hiçbir değeri yoktu; çünkü ‘biz’im için Müslümanlığın tayin edici bir değeri bulunmuyordu. Türklüğün hem Kemalist, hem de Türkçü kurgusunda dine yer yoktu; ya da din bütünüyle ikincil bir fonksiyonu haizdi.

Bu ikincilliğe rağmen, Türkiye’de devletin ceberrut cihazı eliyle yürütülen zora dayalı sekülerleşmenin derinliği ve Soğuk Savaş atmosferinde dinin komünizmle mücadelede araçsal değerinin yükselmesi, İslam’ın milliyetçilikle gayrımeşru birlikteliğine giden kapıyı araladı. Milli Görüş hareketi bile, İslam’ı Türkiye merkezli algılamakta ve milliliğe bu açıdan milliyetçi bir anlam yüklemekteydi. İslam dünyasının kurtuluşu yine ‘Müslüman Türk’ün eliyle olacaktı. Mehmet Akif’ten Necip Fazıl’a ve Fethullah Gülen’e kadar uzanan bu çizgi, Türklüğe atfedilen bütün artıları İslam’la kurulan ilişkiye bağlarken bunu oldukça kaygan bir zeminde yapmaktaydı.

 Ne yazık ki, Altan haklı. Türklük ve İslam ilişkisinde önemli kırılmalar yaşanmış olmakla birlikte, kendisini öncelikle Müslüman olarak tanımlayanların, milliyetçi ve devletçi refleksleri sürdürmeye devam etmeleri, İslam ile milliyetçilik, adalet ile tarafgirlik arasındaki ilişkinin dinamik bir muhasebenin konusu olmaya devam edeceğinin de işaretidir.

Bu noktada, sosyalist solun dölyatağında gelişen Kürt milliyetçiliğinin İslam’la sahih bir ilişki geliştiremediğini belirtmek gerek. İslami hassasiyetlerin sekülerleşmenin tesirleri karşısında daha fazla ayakta kaldığı Kürt toplumunda, Kürt milliyetçileri zaman zaman İslam’ı rakip olarak görüp ötekileştirmeye devam ederken, dini hassasiyetleri yüksek Müslüman Kürtler de, milliyetçi söyleme bir kamusal meşruiyet aracı olarak meylediyorlar.

Bediuzzaman’ın, II. Meşrutiyet’ten sonra ilk Kürtçe alfabeyi, Elifba-yı Kurmanci’yi yayınlayan ve Kürtçe üzerine yaptığı öncü çalışmalarla tanınan talebesi Müküslü(Bahçesaray) Hamza’ya ilişkin aktardığı anekdot, milliyetçi bilincin Müslüman idrakinde yol açtığı tahribatı resmeder. I. Dünya Savaşı öncesinde, babası da olsa fasık bir Kürd’ü salih bir Türk’e tercih etmeyeceğini belirten Hamza’yı, savaşın bitiminde, rafizi bir Kürd’ü bir Türk Hoca’ya tercih edeceğini belirten bir yaklaşım içinde bulur ve onunla yaptığı sohbetler sonrasında, Hamza’nın bu ‘milliyetçi’ vartadan kurtulmasını sağladığını belirtir. Kürt toplumu içindeki İslami tasavvurun gücünü nisbeten koruması, Kürt milliyetçiliğinin ayrılıkçı ve dışlayıcı söyleminin bütün Kürtlere hakim olmasını engellemiştir. Müslüman bir Kürt, Müslümanlığın bilincinde olarak Müslüman bir Türk’ü ötekileştiremez. Seküler bir Kürt milliyetçisi içinse, Türklük ‘düşman’ı çağrıştırır. Bu milliyetçi tarafgirlik ‘zulüm’de sınır tanımaz. Kundaktaki bebekten, pir-i faniye, hayvanlardan, barajlara bütün insani ve medeni sınırları tar ü mar eder.

Bununla birlikte, Cumhuriyet döneminde Kürt toplumuna karşı uygulanan inkar ve imha politikalarının yol açtığı travma yetmezmiş gibi, PKK’nın şiddet eylemleri eşliğinde Kürt milliyetçiliği kitleselleşirken, devletin akıl ve vicdan dışı politikalarla bu süreci hızlandırması, bir taraftan, ırkçı beyaz Türklerin Kürt toplumunun siyasi, toplumsal ve ekonomik olarak dışlanmasını öneren yaklaşımlarını beslerken, bir taraftan da dini hassasiyetleri yüksek bazı Kürt aydınlarını milliyetçi bir dili sahiplenmeye götürmektedir. Böylece Türk milliyetçiliğinin İslam’la etkileşimine benzer şekilde, Kürt milliyetçiliği sözde ‘İslamcı’ Kürt aydınlarının söyleminde İslam’la buluşmakta ve onu ulusallaştırarak ikincilleştirmektedir. İlginç olan, Kürt toplumunun Cumhuriyet dönemi boyunca maruz kaldığı insanlık suçlarının beslediği ve bireysel ve kolektif bilinçte meşrulaştırdığı bu durum, milliyetçilik olarak görülmemekte, insani durumun bir yansıması olarak değerlendirilmektedir.

Milliyetçiliğin iyisi yoktur

Kemalist ve Türkçü milliyetçiliklerin reaksiyoner ikizi olan Kürt milliyetçi söyleminin Kürt İslamcı aydınlarındaki yansımalarının meşrulaştırılma biçimi, bunun milliyetçilik olmadığı iddiasına dayanmaktadır. Kürt milliyetçiliklerinin, asgari düzeyde, “aynı siyasi sınırlar içinde iki millet” anlayışına dayalı milliyetçi söylemi, Kürt toplumunun mağduriyetleri bahane kılınarak göz ardı edilmekte ve Kuran’ın tearüf amacı içinde zikrettiği tanıtıcılık vasfı içinde mütalaa edilmeye çalışılmaktadır. Bir etnik grubun kültürü ile bu kültürü paylaşanlar arasında kurulan ‘saff-ı evvel’ ilişkisi ile, bu etnik aidiyet ile siyasi sınırların çakıştırılması tam da milliyetçiliğin amentüsüdür. Kürtler özelinde bu amentünün, milliyetçi tarafgirlikten uzak bir yere oturtulamaması, aslında milliyetçi bilincin Müslüman idrakinde kendisine bulduğu yerin hiç de zayıf olmadığını göstermektedir. Türk Milliyetçiliğinin dem ve damarlara işlemiş devletçi refleksler halinde varlığını sürdürmesinde, onun İslam’ı araçsallaştırarak kullanabilmesinin payı büyüktür. Aynı durum, bugün Kürt milliyetçiliğini de besleyecek  bir mecraya dönüşmek üzeredir. Dini hassasiyetleri yüksek Müslüman Kürt aydınların, Kürtlerin hak taleplerini milliyetçi bir dili sahiplenmeden savunabilmeleri, barış ve adalete dayalı bir toplumsallık için şarttır. Milliyetçiliğin “iyi”si yoktur. “Müslüman milliyetçiliği” bundan müstesna olmadığı gibi, Kürt milliyetçiliği de bunun bir istisnası değildir.

[email protected]

STAR

YAZIYA YORUM KAT