1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. “50 Yıl Sonra Seyyid Kutub ve Cahiliye”
“50 Yıl Sonra Seyyid Kutub ve Cahiliye”

“50 Yıl Sonra Seyyid Kutub ve Cahiliye”

İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Şinasi Gündüz, ölümünün 50. yıldönümünde İslâmî düşünceyi ve siyasî hareketlerini en çok etkileyen isimlerden biri olan Seyyid Kutub’u kaleme aldı.

31 Ağustos 2016 Çarşamba 20:00A+A-

50 Yıl Sonra Seyyid Kutub ve Cahiliye

Şinasi Gündüz / Karar

Seyyid Kutub’un (1906-1966) birçok sosyal bilimci tarafından, Mevdudi ile birlikte 20. yüzyılın en etkili İslamcı entelektüeli ve İslami uyanışın sembol ismi olarak tanımlandığı bilinmektedir. Doğrusu şehadetinin ellinci yılında onun verdiği mücadelenin, fikirlerinin ve eserlerinin dünya genelinde onu seven ya da sevmeyen milyonlarca kişi tarafından tartışılıyor olması bu tanımın doğruluğunu göstermektedir.

Seyyid Kutub, Batı eksenli liberal modern bir düşünce ve yaşam tarzından İslami çizgiye evrilen, dile getirdiği inanç, düşünce ve eleştirel bakışla yalnızca Batılı hegemonik güçleri değil içinde yaşadığı toplumun egemenlerini de ürkütüp karşısına alan ve bu duruşunu şehadetle taçlandıran bir İslam âlimi olarak yalnızca Mısır’da ya da Arap dünyasında değil, dünya genelinde Müslümanlar arasında etkili oldu. Onun eserlerinde vurguladığı temel öğretiler arasında otoritenin yegâne merciinin ve referansının Allah olduğu hususu ön plana çıkmaktadır. İslam’ın en temel esası olan ve Müslümanı diğer insanlardan ayrıştıran bu husus; düşüncenin, inançların, tutumların ve davranışların, kısacası bütün yaşamın merkezine Allah’ın mutlak otoritesini koymakta ve İslam itikadına, muamelatına, ibadetine ve ahlakına yönelik bütün değerlerde Allah’ın otoritesinin mutlak belirleyiciliğini vurgulamaktadır. Kutub, bu esas doğrultusunda insanların içinde yaşadıkları toplumsal yapıları değerlendirir: Buna göre kişi ya Allah’ın mutlak egemenliğinin esas alındığı İslam toplumunun bir üyesidir ya da cahiliyenin. Kutub’a göre bir Müslüman’ın yaşamının en temel hareket tarzı ise Allah için gösterilecek her tür gayreti ve Allah yolunda verilecek her fedakârlığı ve mücadeleyi ifade eden cihaddır.

Kutub’un eserlerinde altını çizdiği cahiliye kavramı, kendisinin kavramlaştırdığı ya da yalnızca kendisine has bir kavram değildir. Allah’ın koymuş olduğu sınırları ve Allah’ın hükmünü referans edinen ve bu çerçevede Allah’a teslim olmanın ifadesi olan İslam’a karşılık, cahiliye kişisel çıkar ve menfaatlerin, hevânın, hevesin ve dünyevi güç odaklarının belirleyici olduğu bir gelenek, bir düşünce ve yaşam biçimidir. Bu yönüyle cahiliye Allah’ın hükümranlığına, mutlak güç ve iktidar sahibi oluşuna karşı bir aymazlığın ve sapkınlığın ifadesidir. Cahiliye, Kur’an’da Medine döneminde nazil olan ayetlerde (Ali İmran 154; Mâide 49-50; Fetih 26; Ahzâb 32-33) kavramsallaşan bir terim olarak karşımıza çıkar. Bu ayetlerde cahiliye; varoluşu, hayatın anlamını, gayesini, bireysel ve sosyal yaşamı anlama ve ifade etme açısından referansını Allah’tan ve Allah’ın koymuş olduğu kurallarla, sınırlardan almayan; bunun yerine gelenek göreneği, atalar kültünü; sosyal, ekonomik, askeri güç unsurunu ve kişisel tutkuları, ihtirasları ya da hevâ ve hevesi esas alan bir zihniyetin ve buna dayalı bir yaşam tarzının ifadesi olarak tanımlanır.

“Aralarında, Allah’ın indirdiği ile hükmet. Onların hevâlarına uyma ve Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın. Eğer yüz çevirirlerse, bil ki şüphesiz Allah, bazı günahları sebebiyle onları bir musibete çarptırmak istiyor. İnsanlardan birçoğu muhakkak ki yoldan çıkmışlardır. Cahiliye hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak inanacak bir toplum için, kimin hükmü Allah’ınkinden daha güzeldir?” (Mâide 49-50)

Bu bağlamda cahiliye dönemi, Allah’ın insanı yöneten ve yönlendiren, egemen olan tek üstün güç olarak kabul edilmesine karşı ulûhiyet ve rubûbiyette Allah’a çeşitli şeylerin/güçlerin ya da değerlerin ortak koşulduğu, bireysel ve sosyal yaşamda Allah’ın koymuş olduğu kurallar ve sınırlar yerine başka değer yargılarının ölçü alındığı ve toplumsal yaşamda zulüm, baskı ve ahlaksızlığın egemen olduğu bir dönemi ifade eder. Hz. Peygamber’in Medine döneminde tevhid, adalet, güzel ahlak ve el-emri bi’l-ma’rûf ve’n-nehyi ani’l-münker gibi temel esaslar üzerine bina edilen İslam toplumunda bazılarınca (çoğunlukla da münafıklarca) zaman zaman bu temel esasların dışında ortaya çıkan tavır ve düşünceler cahiliye döneminin tortu ve kalıntıları olarak nitelendirilmiş ve Kur’an’da mü’minler, cahiliye tutum ve davranışlarından uzak durmaları konusunda uyarılıp yönlendirilmiştir.

Her ne kadar Kur’an, Kur’an’ın nüzulü dönemi cahiliye Arap toplumundan hareketle tarihsel cahiliyenin bir örneğini tanımlamış olsa da esasen cahiliye dönemi yalnızca tarihin derinliklerinde kalmış bir gelenek değildir. Zira dayandığı esaslar ve karakteristik özellikleri dikkate alındığında cahiliye, tarihin her döneminde varlığını sürdüren bir zihniyet, bir yaşam biçimi ve bir gelenek olarak karşımıza çıkar. Zira Kur’an’da Kur’an’ın nüzulü dönemi Arap toplumundan hareketle dikkat çekilen tarihsel cahiliye bizlere teolojik algı ve yaklaşımları, değer yargıları, hayat anlayışı ve felsefesi, yaşam biçimi ve sosyal kurumları itibarıyla cahiliye zihniyetinin bir prototipini, bir örneğini verir. Geçmişten günümüze insanlık tarihi incelendiğinde bu prototip, bu örnek yalnızca bundan yaklaşık 1500 yıl öncesiyle sınırlı değildir; tarihin hemen her döneminde yaygın şekilde örneklerine rastlanılan bir zihniyettir. Birtakım metafizik varlık ve değerler yanında esas itibarıyla çıkar ve menfaatlerin yani hevânın ve hevesin insan tutum ve davranışlarında belirleyici bir üstün güç olarak ortaya çıkması, dolayısıyla ilahlaştırılması geçmişte olduğu gibi günümüzde de yaygındır. Yine tarihin her döneminde olduğu gibi günümüzde de insanlığın, içinde yaşadığı toplumsal yapıda sosyal, siyasal, ekonomik ve askeri güç unsurları tarafından temsil edilen gücü tazime dayalı bir yaşam biçimini ön plana çıkardığı bilinmektedir. Bunun dışında insanlığın inanç sisteminde, geleneklerinde ve göreneklerinde yaygın şekilde görülen sayısız batıl itikatlar, bununla irtibatlı kutsallar ve buna dayalı davranış biçimleri, tıpkı cahiliye dönemi Arap toplumunda olduğu gibi insanların günlük yaşamlarının önemli bir parçası olarak bugün de varlığını sürdürmektedir.

Bugün dünyanın dört bir tarafında eserleriyle ve fikirleriyle tartışılan Kutub, hiçbir eserinde zulmü ve terörü teşvik etmemişken çoğu Batılı yazar özellikle de İslamofobik çevreler tarafından “İslamcı terörün atası”, “radikal İslamın ideoloğu” gibi tanımlamalarla yaftalanmaktadır. İslam dünyasında ise Kutub seküler, liberal ve modernist çevrelerce şu ya da bu şekilde tekfirci zihniyete prim veren ya da görüş ve düşüncelerinde aşırılıkla itham edilen bir kişi olarak tartışılmayı sürdürmektedir. Doğrusu Kutub’un eserleri ve düşünceleri, her insan gibi, hata ve günahla malul olan bir bireyin ürünü eserler ve bakış açıları gibi tartışılmaya, irdelenmeye ve eleştirilmeye muhtaçtır. Fakat burada aslolan içinde bulunduğumuz sosyal kültürel yaşamın ölçütleri, değer yargıları ya da ürettiğimiz yeni kutsallarla bu işi yapmamak; kim ve ne olursa olsun Allah’ın bize öngörmüş olduğu Allah’ın kitabı ve Resulü’nün sünneti doğrultusunda bunu yapabilmektir.

HABERE YORUM KAT