1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. 28 Şubat ve Mücadelenin Dili
28 Şubat ve Mücadelenin Dili

28 Şubat ve Mücadelenin Dili

Islah Haber’in 28 Şubat darbesinin 16. yılına ilişkin hazırladığı Darbe Söyleşileri dizisi devam ediyor.

01 Mart 2013 Cuma 14:55A+A-

 

Islah Haber’in 28 Şubat darbesinin 16. yılına ilişkin hazırladığı Darbe Söyleşileri dizisi devam ediyor. Özgür-Der Genel Merkez Yön. Kur. Üyesi Gülsüm Alpay ile Özgür-Der Diyarbakır Şubesi Yön. Kur. Üyesi Semra Türkmen söyleşiler dizisinin bugünkü konukları oldular.

Her iki kardeşimiz de dün öğrenciyken muhatap kaldıkları başörtüsü yasağı zorbalığına karşı mücadelenin en ön saflarında yer almış, yasağa karşı İslami kimlikli mücadelenin ilmek ilmek örülmesine katkı ve emek vermiş şahsiyetler. Onlar, zorbalığa karşı çözülüp yılanlardan değil, aksine diğer birçokları gibi geliştirdikleri mücadele çizgisi ile bugünkü kuşaklar için öncü model şahsiyetler oldular.

Gülsüm Alpay ve Semra Türkmen 28 Şubat zorbalığını kendi öyküleri üzerinden okuyucularımızla paylaştılar. Yanı sıra postmodern darbenin İslami kesimler üzerinde oluşturduğu etkiler, hak arama sürecinin beraberinde getirdiği farklı mücadele dil ve perspektifleri ve 28 Şubat sürecinin yol açtığı olanca mağduriyete rağmen sonuçta sadece bir kayba mı yoksa aynı zamanda kimlik aşılayıcı bir kazanıma mı dönüştüğü yönlü sorularımızı beraber tartışarak önemli açılımlarda bulundular.

İşte değerli konuklarımızın Islah Haber’in sorularına verdiği yanıtlar:

                                         ***

28 Şubat’taki başörtüsü yasağıyla nasıl bir ortamda tanıştınız? Neler yaşadınız?

gulsum_alpay.jpgGÜLSÜM ALPAY: 1997’de üniversiteden mezun oldum. Öğrencilik döneminde başörtülüydüm. Okulda herhangi bir yasakla karşılaşmadım. Ne zaman yakalandım? 28 Şubat’ta darbe olmuştu ve İmam-Hatip okullarının orta kısımları kapatılmıştı. Ve çeşitli diğer alanlarda bu anlamda sıkıntılar yoğunlaşıyordu. Bunlar geleceğe dair kaygılar uyandırıyordu. Örneğin Kur’an kurslarıyla ilgili yasaklama ihtimalleri konuşuluyordu. Nitekim sürecin devamında bu da gerçekleşmişti. Yüksek Lisansa kayıt yaptıramamakla ilk defa 28 Şubat yasağıyla karşılaşmış oldum. 1997’nin Haziran’ında mezun olduğum okula Eylül’de Yüksek Lisans için kayıt yaptırmak istediğimde, benden başörtülü fotoğrafımı kabul etmeyeceklerini söylediler. Bundan dolayı kayıt yaptıramadım.

28 Şubat’la ilk karşılaşmam bu şekilde oldu. Aynı zamanda bu yıl öğretmenliğe başvurmuştum. Kazandım ve öğretmenlik yapmaya başladım. Ama bir müddet sonra başörtülü olarak öğretmenlik yapamayacağım söylendi. Direnmem üzerine uyarı, kınama vb. cezalar aldım. Sonuç olarak da açığa alındım.

Ayrıca daha başka cezalara da muhatap oldum. Çalıştığımız yerlerde kendi isteğimiz dışında oralardan sürülerek daha başka okullara gönderildik. Tabii oralarda da hakaretler, hak yemeler, bir sürü usulsüz davranışla karşılaştık.

Yasak ve dayatmalara karşı hakkımızı aramak adına sürekli olarak davalar açtık. Çünkü böyle bir yasakla karşılaşmanın bir anlamı yoktu bize göre. Ama mahkemeler de o dönemde ideolojik karar verdikleri için bizimle ilgili kararlarda hep ortak, paralel sonuçlara varıyorlardı. Hep bizim siyasi-ideolojik davranışlarda bulunduğumuzu ifade eden beyanlarla karşılaştık.

FAKÜLTE GİRİŞİNDE ARAÇLAR ARANARAK ÖRTÜLÜLER TESPİT EDİLİYORDU!

semra_turkmen.jpg

SEMRA TÜRKMEN: 1997 MGK kararları alındığında lise son sınıf öğrencisiydim. Aynı sene yüksek öğrenimime başladım ve başörtüsü takmaya karar verdim. Başörtüsü sorununu giderek koyulaşan bir tonda yaşamaya başladım. İlk etapta kampus yasağı yoktu ve bu yüzden derslere girebiliyorduk. Kendimizce derse erken girerek vaziyeti idare etmeye çalışıyorduk. Bu bir süre için her ne kadar çare olsa da sonrasında bazı hocalar zorluk yaratmaya, derse almamaya başladılar. İlk etapta kapıdaki görevlilerle kapışırken yasak artık hocalara da sirayet etmişti. Artık onlarla da mücadele etmek zorunda kalıyorduk. Kasım 1999’da kampus yasağı başlayınca fakülte girişinde tüm araçlar durdurulup öğrenci olduğu düşünülen örtülü bayanlar şehre geri gönderiliyordu.

O dönemde hemen her üniversitede küçük çaplı da olsa ikna odalarının kurulduğunu görüyoruz. “Yanlış yapıyorsunuz; bu ısrar eğitim hayatınıza mal olacak!” yönünde “ikna” çalışmalarına bolca muhatap olduk. Daha merhametli olan hocalarımızdan ise ilginç teklifler alıyorduk. “Odama gelip orada başını aç. En azından başını açıyor diyebileyim.” diyordu bana bayan hocam. Mimarlık okuduğum için sınıfın yanı sıra alan hocasının odasında da proje kritiği yapabiliyorduk. “Kapıyı kilitleyecekseniz tamam.” demiştim ancak olumlu cevap almayınca bunu da reddetmiştim. Genel anlamdaki ikna odalarına ek olarak bir de bu tarz bir ikna çabasına maruz kaldık yani!

DEVLET YURDUNDA GECE BASKINLARINA MARUZ KALDIK

Okulda sorunlar yaşarken bir taraftan da devlet yurdunda sorunlar yaşıyorduk. Gece yarısı baskınları yapılıyor, üzerinde İslam ibaresi olan kitapların sahipleri gözaltına alınıyordu. Bu baskı ortamında yurt kaydımı yenilerken başörtülü fotoğraf vermekte ısrar edince yurttan da atıldım.

İkna çabalarını sürdüren hocalarımızın bir kısmı “Benim de annem başörtülü…” argümanını sıkça kullanırken, bazısı ise örtünün anlamsızlığını (!) mesleki sorgulama ile ispat etme çabasındaydılar. Bu minvalde Şehircilik dersimize giren hocamız ile aramızdaki diyalogu hatırlıyorum. Bu hocam başörtüsü yasağına karşı beraber direndiğimiz ancak sonradan çözülen bir arkadaşımla evlendi. Hocam beni çağırarak şunu söylemişti:

- “Anlayamıyorum Semra. Senin kafandaki biri niye örtünür? Sorgulayan birisin çoğu zaman. Değişimden korkman yersiz. Bak kentler değişiyor; konutlar, yapılar değişiyor; ihtiyaçlar değişiyor; insanlar da değişebilir.”

- “Hocam, ben değiştim…” demiştim. “Örtündüğüm gün benim için milattı zaten. Yani o değişimi ben zaten yaşadım. Sürekli fonksiyonu, kurgusu değişen yapıların, kentlerin kimlik sorununu nasıl sorguluyorsak aynı sıkıntıyı insan için de düşünebiliriz.” dediğimde yersiz inadımı sürdürdüğümü düşünmüş olmalı…

Ceberut sistemle mücadele etmek, duygusal baskı ile bizleri yıpratan ailelerimize karşı mücadele etmek için yaş olarak çok küçüktük çoğumuz… O dönemi imtihan bilinci ile karşılayanların çoğunun yaşlarının üstünde bir olgunluk gösterdiğini düşünüyorum. Allah’ın yardımı ile süreci atlattığımızı ve bugün ki duruşumuzu o dönemdeki tavırlarımızın kavileştirdiğini düşünüyorum.

DÖNEMİ YAŞAYANLARIN ŞAHİTLİKLERİNİ YENİ KUŞAKLARA AKTARMALARI ÖNEMLİ

O döneme tanıklık edip şahitlik görevini yerine getirenlerin yaşananları anlatmaları çok mühim. Bugün gençlerin çoğu 28 Şubat’ta ne olduğunu bilmiyor. Bundan dolayı anlatılarımız mağduriyet merkezli değil sistemin genel karakteristiği bağlamında ele alınması daha doğru olur. Sadece gençler değil o dönemi yaşamış ama yasaktan habersiz olan bir güruh da var. Yakın zamanda mastır için mülakata girdiğimde neden bu kadar geciktiğimi sormuşlardı. “Kırmızı pantolon giyilmesini sorun yapıyorlardı.” dediğimde yaşadıkları şaşkınlık görülmeye değerdi. Ancak kırmızı pantolon yasağını anlamsız bulan insanlar başörtüsü yasağının saçmalığını aynı netlikte anlayamayabiliyorlar.

Egemenler semboller üzerinden saldırdılar. Onlar açısından başörtüsünün İslami kimlik bağlamındaki sembolik değeri doğru kavrandı, bunun nasıl bir hayat tarzına işaret ettiği anlaşıldı. Peki, yasağın muhatabı kitlelerin de aynı düzeyde başörtüsünün sembolik değerini kavradığı söylenebilir mi? “Bir bez parçasından ne istiyorsunuz?” vurgusunu bu bağlamda nasıl değerlendirmeli? Ayrıca yasağa karşı direnen bazı kesimlerin kullandığı dilde de kimliği öteleyen, olayı daha çok mağduriyetler temelinde ele alan bir yaklaşım oluştu. Mücadele sürecinin doğurduğu bu dili nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin için başörtüsü yasağının mahiyeti neydi?

BAŞÖRTÜSÜ MÜSLÜMAN KADININ KİMLİĞİDİR!

GÜLSÜM ALPAY: Yaptığımız ilk darbe karşıtı eylemden sonuna yani bugüne kadar başörtüsünün inancımızın, İslami kimliğimizin bir gereği olarak sahipleniyorduk. Ve başörtüsü yasağının arkasındaki temel saikin aslında bizatihi İslami düşünceyi yasaklama arzusu olduğunu her düzlemde söylüyorduk. Bütün eylem ve etkinliklerimizde “Başörtüsü Müslüman Kadının Kimliğidir!” şeklinde pankartlarımız, dövizlerimiz vardı.

Başörtüsüyle ilgili pek çok şey söylenebilir. Demokratik hak olduğu söylenebilir, insan hakkı olduğu söylenebilir; Avrupa İnsan Hakları sözleşmelerine göre inanma, inandığı gibi yaşama ve inancını yayma hakkı olduğu söylenebilir. Bunların hepsi söylenebilir ki söyleniyor da. Ama biz neden başörtüsü örtüyorduk? Çünkü gerçekten Allah’a iman eden mümin kadınlar idik. Allah’a imanımızın bir gereği olarak başörtüsü takıyorduk. Ve bunu yasaklayanlara karşı da Allah’ın emrine karşı çıktıklarını hatırlatıyorduk. Çünkü onların aslında bizimle bir alıp veremedikleri olmasından ziyade Allah’ın emrine karşı oldukları için başörtüsünü yasakladıklarını biliyorduk. Bu anlamda kimliğimize sahip çıkıyorduk.

Tabii farklı İslami kesimlerde muhtelif algılamalar, uygulamalar olmuştur. Ama başörtüsü yasağına karşı çıkan, başörtüsü direnişinde bulunan, mağdur hüviyetini kabul etmeyen hatta “başörtüsü mağrurları” olarak da zaman zaman ifade edilen direnişçileri savunuyorduk. Namaz yasaklanıyor olsa namaz kılabilmek için mücadele ederdik değil mi? Namazın ortadan kaldırılması çabasına dönük olarak mücadele ederdik. İşte bir yerlerde size deseler ki “Bu topraklarda oruç tutmayacaksınız!”, “Hayır, oruç Allah’ın bir emridir. Oruç tutacak ve orucu yasaklayanlarla mücadele edeceğiz.” denecekse aynen öyle başörtüsü de Allah’ın bir emriydi, imanın bir gereğiydi. Bu anlamda bir direniş söz konusu oldu.

BAŞÖRTÜSÜNÜN İÇİ BOŞALTILDI

SEMRA TÜRKMEN: Aslında iktidarlar bunu hep yaparlar. İktidarlar kitleleri etkilemeye çalışırken sembolleri kullanırlar. Mücadeleler genellikle semboller üzerinden yürür. Başörtüsünü öne çıkarırken egemenler bilinçliydiler. Ama gelinen noktada başörtüsü kazandı mı? Bence değil. Hatta başörtüsünün içerdiği anlamsal derinliğin kaybolarak giderek yozlaştığı söylenebilir. Başörtüsünün içi boşaltıldı.

SEMBOLLER ÜZERİNDEN İSLAM’A SAVAŞ AÇILDI

Fes, şapka, harf vb. sözde inkılâplar ve hatta sakal, cübbe vb. dönük saldırılar da aslında semboller üzerinden yürütülen bu savaşın örnekleriydi. Nitekim cumhuriyet rejimi yeni ulus inşasını da semboller üzerinden gerçekleştirmiştir. Yoksa sakalın, sarığın, cübbenin bizim tartıştığımız boyuttaki hassasiyetler bu adamlarda yoktu. Onlar için bunlar birer İslami semboldü ve saldırdıklarında da aslında İslam’a saldırıyorlardı. Başörtüsünde de aynı şey söz konusu. Düzenin sahipleri neye niçin saldırdıklarını, başörtüsünün nasıl bir hayat tarzını ihtiva ettiğini biliyorlardı ancak “Bir bez parçasından ne istiyorsunuz!” diyerek tepki koyan kitleler maalesef bu bilinçte değillerdi. Farkında olmadan biraz da sığınmacı bir dille hak talebinde bulunurken başörtüsünü “bez parçası”na kendileri indirgemiş oluyorlardı. “Bir bez parçasından ne istiyorsunuz!” dediğinizde muhatabınızın mantıksal olarak “Bir bez parçası sizin neyinize?” demesi büyük olasılıktır.

Aynı şekilde o dönemde yapılan bir takım eylemlerde Türk bayrağı gibi resmi ideolojinin sembollerine de yine sığınmacı bir mantıkla sarınıldığına tanık olduk, olmaktayız. “İmam-Hatipleri niçin kapatıyorsunuz? Zaten radikal diye bilinen marjinal gruplar çocuklarını oraya göndermiyorlar.” tarzında bir savunmaya bile şahit olduk. Bu ilkesizce savunma ve sığ tutum aslında en temelde kimlik yetersizliğinden ileri gelmektedir. Ve tabii ki biraz da deneyimsizlikten.

Semboller önemli ancak semboller üzerinden kabul ve red yönünde tavır geliştirdiğinizde, bir şeyleri sahiplendiğinizde eğer bunun özünü kavrayamıyorsanız mahiyetine ilişkin olarak da dezenformasyona sebep olur, içini boşaltırsınız. Mesela Nişantaşı’nda bile başörtülülerin varlığı ile övünenlerin yanında bir de gülriz sururi gibi varlıklarından rahatsız olanlar var. Acaba tayt üzerine başörtüsü takma gerçekliğini görebiliyorlar mı? Tabii ki bu tarz şaz örnekleri tamamen camialara nispet etmemeli ancak bunlar da başörtüsü yasağının mağdur ettiği sayıları azımsanmayacak bir güruh...

MÜCADELENİN DİLİNDE SAVRULMALAR OLDU

Bir de başörtüsü mücadelesini salt haklar-özgürlükler üzerinden dillendirerek kimlik boyutunu ıskalayanlara şunu sormakta fayda var: Başörtüsü sorunu çözüldüğünde, yasak tamamen kalktığında iddialarınız bitecek mi? Bu yaklaşımın geleceği nokta bundan farklı olmayacaktır.

Sonuç olarak siz hangi argümanlarla neyi savunuyorsanız, mesela bunu salt bir hak ihlali olarak görüyorsanız kullandığınız dil haliyle biraz daha seküler kavramlardan örülmüş oluyor. Yani siz bunu liberalizm, hümanizm bağlamında ele alıp insan hakları ihlali boyutuyla değerlendirdiğinizde hangi dünyayla alakalı kavramları kullandığınızı ve olaya nereden baktığınızı da açık etmiş olursunuz.

28 Şubat’ın beraberinde ortaya çıkardığı bu perspektif sorunu aslında şunun da göstergesi olmaktadır: Temelde kendi kavramlarıyla kendi mücadelesini veremeyen topluluklar ödünç aldıkları kavramları bir süre sonra özümsemeye başlıyorlar.

Süreç konuşulurken genellikle hedeflerde yol açtığı kırılmalar öne çıkarılıyor. İslami mücadele süreci bağlamında 28 Şubat’ın bir kırılma olduğu kadar bir silkiniş ve yeni bir uyanış dalgasına da tekabül ettiği söylenebilir mi?

28 ŞUBAT YENİ BİR SORGULAMA DÖNEMİNİ DE GETİRDİ

GÜLSÜM ALPAY: 28 Şubat’a kadar ki süreç İslami gelişmelerin şekilsel olarak görünür boyutuyla veya nicelik olarak arttığı bir dönemdi. Aynı zamanda bu, sorgulamadan bir şeyleri kabul etmeyi de beraberinde getiren bir süreçtir. Ama 28 Şubat’la beraber sorgulamayı getiren bir süreç başladı. O döneme kadar genel olarak şekilsel bir Müslümanlık vardı. İşte çoğu kişi açısından arkadaşı örtülü olduğu için örtünme tercihi söz konusuydu. Ebeveyn de zaten örtülü olmasını istediği için kolaylıkla örtünülebiliyordu. Ama yasaklarla beraber herkeste olmasa da pek çok kişi “Biz neden örtünüyoruz? Neden namaz kılıyoruz? Kim kimiz? Varlığımızın anlamı ne?” vb. soruları sormaya, sorgulamaya başladı.

BÜYÜK MAĞDURİYETLER DOĞURDU

Tabi ki “28 Şubat iyi ki oldu!” denilemez. Çünkü birçok mağduriyete sebebiyet vermiştir. Sadece hanımların sorunu değil bu; kadın-erkek İslami camianın, Müslümanım diyen herkesin sorunudur. Mücadelesini hem kadın hem de erkeklerin vermesi gereken bir durumdu. Ve öyle de oldu çok şükür.

Öte yandan 28 Şubat ailelerle alakalı olarak ciddi sıkıntılara sebebiyet vermiştir. Çoğu kimse için birçok anlamda zaman kaybı olmuştur. Üzerinden 16 yıl geçti. O gün bitirilecek okullar, girilecek işler, kurulacak hayatlar vardı. Herkes yolunu tutmuş, bir yerlere gelmiş bugün ama o gün okulunu bitirememiş olan insanlar bunca yıl aradan sonra okullarına dönmüş, bitirmeye çalışıyorlar. Bu yaştan sonra bir yerlere girerler mi girmezler mi, performansları buna elverişli olur mu? Çoğu kimsenin hayatının bugünü ve yarınını etkileyen durumlar yaşatmıştır 28 Şubat. Bütün bunlar çok ciddi anlamda insani bir trajediyi ifade etmektedir.

KAYIPLARLA BERABER KAZANIMLARA DA VESİLE OLDU

Ama bütün bunlarla birlikte 28 Şubat’ın İslami kimlik anlamında kazanımlara sebebiyet verdiğini düşünüyorum. Bütün bu yaşatmış olduğu olumsuzluklar ve hedefler bazında yol açtığı kırılmalar yanında insanları ciddi anlamda kimlik sahibi olmaya, kimliklerine sahip çıkmaya zorlamıştır, vesile olmuştur diye düşünüyorum.

BİRİLERİ İÇİN KIRILMA, BAŞKALARI İÇİN UYANMA…

SEMRA TÜRKMEN: Geliştirilen tutumlar üzerinden o döneme baktığımızda 28 Şubat süreci bence iki tutumu birden içerisinde barındırıyor. Yani birileri için önemli bir kırılmayı ifade ederken diğer bazıları için de önemli bir silkiniş, uyanış sürecini ifade ediyor.

Nereden baktığınıza bağlı olarak varacağınız sonuç da değişiyor. Mücadelesini reel hedefler üzerinden yürüten, sorgulayan, gelecek ufukları biraz daha geniş olan İslami kesimlerde olumlu bir katkısı olduğu söylenebilir bu sorgulama döneminin. Ama diğer taraftan usuli açıdan sıkıntılı olan, gelecek perspektifi iyi olmayan, reel hedefleri bulunmayan, sünnetullahın gerektirdiği tedriç bilincini ıskalayan camialar için ise ciddi anlamda bir kırılma oldu. Bunlar açısından düşünüldüğünde artık 28 Şubat’la birlikte sistemi değil de tevhidi mücadeleyi sorgulayan aşamaya gelindiği görüldü. Hedeflerini, amaçlarını sorgular hale geldiler. Bunların bakış açısı da durulan yere bağlı olarak böyle değişti.

HABERE YORUM KAT