1. YAZARLAR

  2. Ahmet Yıldız

  3. 23 NİSAN ve ‘kurtarıcı’ kültünün izdüşümleri
Ahmet Yıldız

Ahmet Yıldız

Yazarın Tüm Yazıları >

23 NİSAN ve ‘kurtarıcı’ kültünün izdüşümleri

28 Nisan 2013 Pazar 11:11A+A-

İlk kez 1916’da kutlanmaya başlanan “Çocuklar Bayramının” nasıl münhasıran bir Cumhuriyet inşası haline getirildiği ve bunun kişi kültünün mütemmim unsurlarından biri olarak takdim edildiği, tam anlamıyla kişi kültünün “geleneğin icadı” üzerinden tesisine bir örnektir.

Anayasası’nın 2. maddesi, devlet dininin İslam olduğunu belirtiyordu. 11 Ağustos 1923 tarihli “Tahlif Sureti Hakkında Heyet-i Umumiye Kararı” da milletvekili yemin metnini Allah’a söz vermek anlamına gelen “vallahi” ifadesiyle sonlandırıyordu. Yine 1924 Anayasası’nın 16. maddesi de aynı hükmü içeriyordu. 10 Nisan 1928 tarihli ve 1222 sayılı değişiklikle, önce bu hükümler anayasadan çıkarıldı. Milletvekili yemin metni artık Allah’a atıf içermeyecekti. Onun yerine ikame edilen kavram, günümüzde seküler saldırılar sonucunda hayatını kaybeden “namus” kavramıydı. 5 Şubat 1937 tarihli anayasa değişikliği ile de, “Türk’ün Yeni Amentüsüne” uygun olarak 2. maddede İslam’ın kaldırılmasıyla oluşan “boşluğa” “Cumhuriyetin esasları” konuyordu: “Türkiye Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır.”

9 Temmuz 1961 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 153. maddesi “Devrim kanunlarının korunması” başlığı altında, sekiz devrim kanununu sıralayarak bunların anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceğini belirtiyor, bu kanunlara “anayasal” nitelik atfederken, onları anayasal yargı denetiminin dışına çıkarıyor, böylece dogmalaştırıyordu. 7 Kasım 1982 tarihli Anayasa metni de “Cumhuriyetin kazanımlarını” aynen muhafaza ederken, devrim kanunlarını “inkılap kanunlarının korunması” başlığını taşıyan 174. madde ile aynen muhafaza ediyordu.

Cumhuriyet soya dayalı iktidar anlayışının yerine halk hakimiyetini koyduğunu söylerken, halkı liderle özdeşleştirmekteydi. Dolayısıyla, Türkiye’de kişi kültünün inşası aslında Milli Mücadele ile yaşıttır. Bu kişi kültünün kaidesinde ise “kurtarıcılık” miti bulunmaktadır. “Başkumandanlık Meydan Muharebesi”nin kazanılmasından sonra Mustafa Kemal Paşa’ya “Halaskar Gazi” unvanının verilmesi bunun başlangıç adımlarından biriydi. Bu “halaskarlık” elbette karşılık isteyecekti. Bu karşılık “İstiklal Harbi” adlandırmasının 1926 yılından itibaren “Kurtuluş Savaşına” dönüştürülmesiyle başladı, “Ebedi Şef” unvanı ile de taçlandırıldı. Kurtuluş, kurtarıcısız olamayacağı ve lider -halk özdeşliği veri olarak kabul edildiği için “Gazi Hazretleri” kurtarıcı olarak vasfedilmeye başlandı.Yunan istilasına karşı ordunun kazandığı zafer ve sonrasındaki Barış Antlaşması, sadece işgalden değil, “sultandan ve halifeden kurtuluş” sürecine dönüştürüldükten sonra, Cumhuriyet kendisine liderinin şahsında bir iktidar alanı oluşturmaya muvaffak oldu. Cumhuriyeti, bu iktidar alanının tesisine konulan ad olarak da görebilirsiniz. 

Hiç bitmedi yasımız

Kurtuluş süreci böylece kişiselleştirildikten sonra, herşeyinizi borçlu olduğunuz Kurtarıcınıza karşı söz söyleme, irade beyanı ortaya koyma imkanınız kalmaz. Varlığınızı ve sahip olduğunuz her şeyi ona borçlu olduğunuz için, artık meşru bir muhalefet alanından söz edilmesi imkansız hale gelir. Bugün camiler açıksa, ezanlar “gümbür gümbür” okunuyorsa, Türkiye Cumhuriyeti bağımsız bir devlet olarak dünya milletler ailesinin şerefli bir üyesi ise bunu “kurtuluşa” dolayısıyla “Büyük Kurtarıcı”ya medyunuz. “Bölücü ve irticacı” hainler bunu reddetse de, bizim toplumumuz nankör değildir. Kendisine yapılan iyiliğe misliyle karşılık verecek bir civanmertliğe sahiptir. Bu iyilik, eğer “ kurtarıcılık” düzeyinde ise, buna verilecek karşılık da sınır tanımayacak, sonsuza uzanacaktır. Huzurunda herkesin sıfırın solunda kaldığı Kurtarıcının ışığı ile sürekli temasta bulunabilmek için tüm şehirlere heykelleri dikilmeye başlanır. Tüm devlet dairelerine fotoğrafları konur. Her iş, Kurtarıcının sözlerine atıfla haklılaştırılır. “İstikbal göklerde olduğu için”  havacılık sektörünün geliştirilmesi gerekir mesela.

Kurtarıcılığın maliyeti hep aynı olmuştur. Kendilerini “münci-i vatan” olarak gören İttihatçılar da, ittihatçı karşıtlığını fikir hürriyeti içinde değil, “ihanet” algısı içinde değerlendirmişlerdir. Hainlerin ise bırakın fikir ve ifade hürriyetinden yararlanması, var olması bile kabul edilemez. Behemehal “kafalarının koparılması” gerekir. Kurtarıcının ölüm yıldönümlerinin hatırlanma biçimi de, ilahi bir nitelik taşır. 10 Kasım günlerinde, saat dokuzu beş geçe, Türkiye’deki sokak manzaralarının dünya üzerinde bir eşi daha yoktur. İnsanların bir bölümü büyük bir samimiyetle, bir kısmı çoğunluğa uyma kaygısı ile, bir kısmı ne olur ne olmaz diyerek bu ritüele katılır. Bir anmadan ziyade, hiç bitmeyen bir yasın, ödenmesi hiç bitmeyecek ebedi bir borcun/minnetin tediyesidir bu. Sokaklardaki görüntü bize Kemalist panoptikondan haber verirken, George Orwel’in 1984’te ilhamını nereden aldığını düşünürsünüz. 

Kurtarıcı kültü, her okulda, her resmi dairede, her şehrin meydanında, sürekli kullandığımız paralarımızda yaşatılır. “Devlet büyüklerimiz” her vesile ile bu bitmeyen borca duydukları minneti, “ulu önder, gazi, büyük” gibi tazim sıfatlarıyla dile getirmeyi bir vecibe olarak kabul ederler. 23 Nisan ve 10 Kasımlar, çocukların ve gençlerin bu bitmeyen yasa katılma sahnelerine şahitlik yapar. Hasan Ali Yücel’in 23 Nisan şiirindeki kılavuz öğütleri kulaklarda çınlar: “Eskiyi unut, Yeni yolu tut, Türklüğe umut, Sen ol çocuğum. /Bizi kurtaran, Öndere inan, Sözünü tutan, Sen ol çocuğum.” Bizim toplumumuz elbette sözünün eridir, tutar. Yaşlıların bu atmosferde nasıl soluduğunu ise fark etmeye, heyecan ve coşkumuz müsaade etmez.

Bizi kurtaran önder, Ergenekon’dan çıkışı gerçekleştiren Bozkurt’tur. Ergenekon’un Bozkurt’u mitik olabilir ama Cumhuriyetin Bozkurt’u gerçektir; onun için de “Atatürk”tür. Bir milletin Babasıyla olan ilişkisi demokratik olabilir mi? Baba ile evlatları arasındaki ilişki kaçınılmaz olarak paternalisttir. Paternalist kültür, insanın cüz-i iradesini aktifleştiren, onu özneleştiren demokrasinin gelişmesine izin verir mi? Peki, “Babacılık” ile “demokrasi” çeliştiğinde hangisini tercih edeceğiz? İşte size bir dağ meyvesi. Korkmanıza gerek yok, hazmı zor olsa da şifa verir. 

Geleneğin yeniden icadı

Kurtarıcı kültünün oluşturulmasının en önemli araçlarından biri “geleneğin yeniden icadıdır”.  Cumhuriyet, milli hakimiyetin sembol kurumu olan parlamentonun açıldığı günü kendisine başlangıç olarak seçip bunu 1921’de “milli bayram” olarak kutlamaya başlar. Peki, daha önce böyle bir bayram var mıydı? Evet, 1908 Meşrutiyet Devrimi, 10 Temmuz Hürriyet Bayramı olarak tes’id edilmiş, böylece dini bayramların karşısına vatandaşlık kimliği üzerinden yekpareliği sağlayacak vesilelerden biri olarak milli bayramlar ikame edilmeye başlanmıştı. 1920’lerin ikinci yarısından itibaren fiilen kutlanmasa da, Meşrutiyet Devriminin yasal anlamda, milli bayram olarak kutlanmasına son verilmesi, 1935’teki Genel Tatiller ve Milli Bayramlar Hakkında Kanunla gerçekleşebilmişti. 

İlk kez 1916’da kutlanmaya başlanan “Çocuklar Bayramının” nasıl münhasıran bir Cumhuriyet inşası haline getirildiği ve bunun kişi kültünün mütemmim unsurlarından biri olarak takdim edildiği ise, tam anlamıyla kişi kültünün “geleneğin icadı” üzerinden tesisine bir örnektir. Birinci Dünya Savaşının erkek nüfusta yol açtığı büyük düşüş, bir taraftan kadınları ucuz işgücü olarak emek piyasasına katarken, öte yandan ciddi bir “yetim çocuklar” problemi doğurmuştu. Himaye-i Etfal Cemiyeti de, bu ortamda, yetim çocukların bakımına harcanmak üzere bu günde çeşitli yardım araçları geliştirmişti. 23 Nisan,  Himaye-i Etfal Cemiyeti tarafından Çocuk Bayramı olarak kabul edilmiş, 1929 yılında da Cemiyet tarafından Çocuk Haftası’na dönüştürülmüştü. Resmi bayram haline getirilmesi ise 1981’deki yasal düzenlemeyle 12 Eylülcülere “nasip olmuştur”. Elbette, Mustafa Kemal Paşa’nın daha 1921 yılındaki kutlamada çocukların okuduğu kahramanlık şiirlerinden etkilenmesi ve bu bayramın çocuk bayramı olarak kutlanmasını istediğine ilişkin rivayetlere rastlıyoruz. Bunun böyle olması, bugünün Osmanlı döneminde bayram olarak kutlanmaya başlandığı gerçeğini göz ardı etmemizi gerektirir mi? Eğer her iyi şeyi önce Önder’in düşündüğü, vaz ettiği ve uygulamaya koyduğu kabulünden hareket ediyorsanız, gerektirir. Günümüz Türkiye’sinde kaç kişi, 23 Nisan’ın Çocuk Bayramı olarak kutlanmasının Osmanlı dönemine uzandığını düşünür? Aslında tek parti dönemi reformlarının tamamı, Osmanlı modernleşme sürecinde çok tartışılan ve kısmen uygulanan ama hepsi de çok iyi bilinen politikalardır. Bunların hepsinin “gökten zembille inmişcesine” Cumhuriyet döneminde ortaya çıktığını ve ona has olduğunu düşünmek, doğrudan bir ulusu “yoktan var ettiği düşünülen” Kurtarıcı kültünün tesis ve tekidine dönük bir iradeyi remzeder. 

Milli Hakimiyet esprisine dayalı parlamentonun kuruluşunun 93. yılında, Cumhuriyet kendi aydınlanmasını artık başarmış olmalı ve insanların kendi akıllarıyla düşünme cesaretine sahip olduklarını kabul etmelidir. Demokrasinin gelişmesi bununla kaimdir. Aklını kullanabilen bireyler, bir söz ya da eylemi babaları söylediği ya da yaptığı için değil, kendi akıllarıyla doğruladıkları için yaparlar. Bu çerçeveden bakıldığında, “İnkılap Kanunlarının” anayasal koruma altına alınması, onları dogmalaştırmakta ve akıl alanının dışına çıkarmaktadır. Oysa demokratik anayasalar, hür ve aktif iradelerin birlikte yaşamaya ilişkin olarak geliştirdikleri “ortak” uzlaşma metinleridir. Atatürk’ün kişi kültüne kurban edilmekten kurtarılarak insanileştirilerek tarihselleştirilmesi, hem Ona tarihimizde hak ettiği yerin teslimini sağlar; hem de Cumhuriyetimizin demokratikleşme iradesini yeni anayasa yapım sürecinde aktifleştirir. Artık fikri ve irfanı hür olan akıl sahipleri, aklederek karar verecekleri “demokratik” bir anayasayı, “kurtarıcı kişi kültünün” edilgenleştirici sonuçlarından uzak  ortaya koymakla yükümlüdürler. 

STAR

YAZIYA YORUM KAT